İhsan Fazlıoğlu: "Müslümanlar olarak ilim yarışında nerede düştük, nasıl kalkabiliriz?" (Söyleşi)

İhsan Fazlıoğlu: "Müslümanlar olarak ilim yarışında nerede düştük, nasıl kalkabiliriz?"
(Söyleşi)



Altınoluk,

Herşeyden önce, böyle bir soruyu sormaya yönelten zihniyet durumunu anlamak zorundayız. Söylemlerimizde kullandığımız kavramlar ile bu kavramlardan hareketle inşa ettiğimiz yargıların yaşlarının kaç olduğu; başka bir deyişle ne kadar geriye götürülebilecekleri düşünülmelidir. Bu gerekçeyle ilim yarışı kavramsallaştırması ne kadar geriye götürülebilir? Bir örnekle, bu soruyu soran zihniyete şunu sormak hakkımızdır: Kutbuddin Şirazî, astronomi-matematik çalışmalarını kiminle yarış içerisinde iken üretmiştir? İlim bir yarış işi midir? İlim birileri ile yarışırken mi üretilir? İlmî çalışma nedir ki, bu çalışma esnasında düşülsün ve kalkılsın? Felsefe-bilim tarihini bir yarış tarihi olarak okuyanlar bilmelidirler ki hiçbir felsefe-bilim teorisi bir yarış kazanmak zorunda değildir. Bu zihniyetin kullandığı ilim kavramı, sanayi devrimi sonrası gelişen dünyada bilginin kazandığı emperyal form/içerik ile son derece alakalıdır. İlim ancak ve ancak kapitalist-emperyalist dünyada bir yarış halini almıştır. Bu da tekhne-logos'un sanayi devriminden sonra techno-science'a dönüşmesi ile ilgilidir. İnsan neyi kazanmak istiyorsa onu için yarışır. Öyleyse şu soruyu sorabiliriz: Kadim ilim anlayışı nedir?
Kadim ilim anlayışı, kısaca, Varlık'ı nazarî/aklî idrak'tir. İnsan türünün ortak özelliği olan, zamana, mekana, milletlere ve dinlere göre değişmeyen bu idrak eylemi sürecinde geliştirilen dil, felsefe-bilim'dir. Müslümanlar, din dilinin verdiği imkanlar haricinde kendilerine has, ve teolojik mensubiyeti yalnızca İslam olan insanlar için geliştirdikleri dinî idrak dışında; Varlık'ı, zaman ve mekana göre değişmeyen, milletleri ve dinleri aşan, insan türüne has, nazarî olarak idrak etmeye çalışmışlardır.
Bu teorik çerçeve içerisinde şunları vurgulamak mümkündür: Tarihte yekpare bir İslam bilimi yoktur; tersine farklı nazarî idrakler söz konusudur. Bundan dolayı da yekpare bir çöküş de yoktur. Tersine farklı zamanlarda, farklı mekanlarda, farklı ilmî sahalarda, farklı durumlar söz konusudur. Örnek olarak, Endülüs ile İran-Türkistan bölgeleri aynı gelişme çizgisini takip etmezler. Endülüs'te bile, meşşaî-nazarî idrak XII. yüzyılın sonunda biterken, talimî idrak İbn el-Benna okulu içerisinde XV. Yüzyılın sonuna kadar, gelişerek sürer. Kısaca, İslam medeniyeti'nde gelişen nazarî bilme faaliyeti, çeşitli renkleriyle ondokuzuncu yüzyıla kadar sürmüş bir gelenektir; bugün bile İran'da irfanî hikmet çerçevesinde hala devam etmektedir.
İslam medeniyeti'nde gelişen nazarî/aklî idrak/bilme faaliyetine ne oldu sorusunu yanıtlayabilmek için iki soru türünün beraberce ele alınması zorunludur: Niçin ve nasıl? Günümüzde niçin sorusu, başka hedefler, gayeler çerçevesinde yanıtlanan bir sorudur. Nasıl ise oturup araştırmayı, çalışmayı gerektirir. Bir medeniyet perspektifi, bir tarih perspektifi ve bir felsefe-bilim perspektifine sahip olmayanlar ile tek tek bilim dallarının teknik muhtevalarını bilmeyenler ve bu teknik muhtevaların tarihî gelişimlerinden haberdar olmayanlar -en azından- susmalıdırlar.

Başlangıçta düşünce, fikir vs. alanlardaki ilmî tırmanışın temel saikleri nelerdi?
Bir kültürün felsefe-bilim üretebilmesi, maddî, manevî ve metafizik şartların biraraya gelmesi ile mümkündür. Dolayısıyla indirgemeci ve çatışmacı yaklaşımlarla bir felsefe-bilim vakıası izah edilemez. İslam dünyası maddî, manevî ve metafizik şartlarını tahakkuk ettirdikten sonra felsefe-bilim üretimine geçmiştir. İslam medeniyeti'ndeki felsefe-bilim üretimini, yalnızca dinî bir hadise olarak ele almak son derece yanıltıcıdır. Bu üretimde din ve dinî idrak yalnızca bir unsurdur. Bu büyük harekette şahsî/ferdî, ictimaî ve siyasî yapılar da son derece önemli rollere sahiptirler. Öte yandan tek tek bilim dallarının kavramsal içerikleri, muhtevî olduğu sorunlar, birbirleriyle olan ilişkileri, toplumsal karşılıkları, siyasî kullanımları, vb. bir çok saik bu gelişimde rol almıştır. Takdir edilecektir ki bu şartların farklı İslam coğrafyalarında ve farklı zamanlarda farklı tahakkukları olmuştur. İndirgemeci tek bir çerçeve izah etmez, çarpıtır; ve ancak başka bir gayeye matuf olarak iş görürür. En basit ifadeyle, müspet ya da menfi psikolojik tatmin aracı olarak kullanılır.
İslam medeniyeti, kendisinden önceki Hıristiyan dünyası gibi, kadim felsefe-bilim mirasını örtmemiş, onunla yüzleşmiştir. Bu yüzleşme neticesinde, kadim felsefe-bilim mirası, yeniden insanların zihnine taşınmıştır. Başka bir deyişle, unutulmuş, organik yapısı bozulmuş kadim felsefe-bilim mirasının yeniden insanların zihinlerine taşınması, organikliğine kavuşturulması, dolayısıyla yeniden nazarî üreme imkanına kavuşması, İslam medeniyetinin yaptığı en büyük katkıdır. Bunun yanında, kadim felsefe-bilim mirasının dayandığı zemin sorgulanmış, Varlık büyüden, Evren ara-varlıklardan temizlenmeye çalışılmış, en nihayet XIII. Yüzyıldan itibaren, Merağa matematik-astronomi okulu eliyle farklı bir nazarî idrak yöntemine, ve bu yönteme dayalı yeni bir Evren tasavvuruna ulaşılmaya çalışılmıştır. Öyle ki, Ali Kuşçu ve İbn Nakib gibi filozof-bilim adamları kadim fizik ve metafizik'i terketmeye, yerlerine yenilerini koymaya çağırmış; Şemseddin Hafrî gibi filozof-bilim adamları ise, matematik dile dayalı yeni bir Evren tasavvuru inşa etmenin imkanına işaret etmiştir.
Tarihî hafıza'dan İslam kelimesi silinse, onun yerine ilim ikame edilebilir. Çünkü hem iman'ı hem İslam'ı hem de ihsan'ı mümkün, sahih, müstakim ve muhkem kılan ilimdir. Bu nedenle, müslümanlar bilgiyi, -ilkece- ihmal ve ilga edemezler. Tarihte vuku bulan, ilkelere değil şartlara aittir: Şahsî/ferdî, ictimaî, siyasî, harsî, kısaca tarihî. Batı-Avrupa'da vuku bulan yeni durum da, hem İslam medeniyetindeki gelişmeler hem de şartlar cihetinden ele alınmalıdır. Batı-Avrupa'daki yeni durumu yalnızca dinî zaviyeden ele almak, yine son derece yanlıştır. Maddî zemini olmayan maneviyat/vicdaniyat, bedeni olmayan aklı varsaymaya benzer. Amerikalılar, Ruslar ve Çinlilerin yanında mağrur İngilizlerin, kibirli Fransızların, ırkçı Almanların Uzay'a araç göndermemesi/gönderememesi onların zihnî yetenekleriyle değil, maddî güçleriyle alakalıdır.
Son olarak, İslam medeniyeti'nde bir şey niçin şöyle veya böyle vuku buldu sorusu ile nasıl şöyle veya böyle vuku buldu sorusu beraberce ele alınmalıdır. Açıktır ki bir yargının vakıaya mutabakatı sıdkiyet, vakıanın yargıya mutabakatı hakikattir. Sıdkiyet ile hakikat ise, burhan-i innî ile burhan-i limmî'nin birlikteliğinden doğar. Bu sonucu tespit için, Varlık'ın/Hakikat'in ölçüsünün Avrupalı/Batılı adam olmadığını idrak ve -dolayısıyla- Katolik dünya görüşünden de uzak durmak gerekmektedir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts