İhsan Fazlıoğlu: "Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve Siyaset 350. Ölüm Yıldönümünde Kâtip Çelebi"(Panel)

İhsan Fazlıoğlu: "Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve Siyaset
350. Ölüm Yıldönümünde Kâtip Çelebi"(Panel)


"Katip Çelebî'yi Anlamak: Değerlendirme", Kurtuluşun İki Yüzü: Hakikat ve Siyaset, 350. Ölüm Yıldönümünde Kâtip Çelebi, 17 Kasım 2007 Cumartesi, Bilim ve Sanat Vakfı, İstanbul.

Üç konuşmacıya da teşekkür ediyorum. Gayet müstefit olduk; konuyla ilgili pek çok ayrıntıyı hatırladık. İzin verirseniz ben de kısa bir değerlendirme yapacağım:
Her âlimin bir amacı, bir maksadı var. Örnek olarak şu soruyu soralım: Takiyüddin Rasıd ilmî çalışmalarını niye yapıyor? Geçen senelerde yine burada yaptığımız panelde üzerinde durmuştuk: Özellikle astronomide matematik dakikliği yakalamak için. Bu amaç onun matematik çalışmalarının içeriğine de etki ediyor. Elbette kişisel, toplumsal ve siyasî koşular da etkin; ama bir bilgin için hakikat cihetinden uğraştığı konunun teknik içeriği de belirleyicidir. Buna göre, Kâtip Çelebi'nin maksadı nedir? İyi bir entelektüel, donanımı çok yüksek bir insan, ama öncelikle bir bürokrat. Bu niteliklerin en önemli şahidi yazdığı eserler; başka söze hacet yok. Öyleyse tekrar soralım: Maksadı nedir? Bütün bu eserleri üreten bir kişinin böyle bir arayışa girmesinin amacı nedir? Bir yanıt denemesinde bulunmaya çalışayım: 1585 ile 1657 yılları arasına baktığımızda iki önemli sorun var Osmanlı'da: Birisi iktisadî, diğeri siyasî problem. Eşref Bey sunumunda bahsetti: İktisadî bunalım, gümüş, altın sorunu vs. Şunu eklemeliyiz: özellikle Avrupa'da ateşli silahlara dayalı sürekli ordu kurulması ve tabyalı kale yapımının artması, Osmanlı fetihlerinde hem ateşli silah hem de yeniçeri sayısının çoğalmasını talep ediyor. Bu da ortaya masraf-yeni vergi-halk içinde isyan(celalî)-iç güvenlik için asker-yeni vergi? gibi bir döngüsel ilişki çıkartıyor. Bu iktisadî bunalımın yarattığı sonuçlar dönemin Islahat-name literatüründe sıkça işlenen konular bilindiği üzere? 1585'te devlet girdiği bu bunalımdan 1640'larda ancak çıkabiliyor. Öte yandan, siyasî olarak ise saray ile bürokrasi arasında çatışmalar söz konusu. Bu da yine dönemin tarihine ilişkin verilen bilgilerden takip edilebilir. İktisadî ve siyasî bunalımın yanında, kısmen bunlardan daha da önemli, belki bu ikisinin tetiklediği veya beslediği bir fikrî-dinî çatışma var; başka bir deyişle ortada bir iman çatışması; biraz hafifletelim bir inanç çatışması var. Bilindiği üzere bu çatışmanın aktörleri Kadızadeliler ile Birgililer? Elbette bu çatışmanın siyasî ve toplumsal yönleri de mevcut; zaten bu yönleri çatışmayı daha da derinleştiriyor. Dünya görüşü'ndeki, anlam-değer dünyası'ndaki çatışma tarihî bağlamdaki diğer koşullarla birleşince kişiyi ciddi bir arayışa sürükler. Bu arayış, âlimseniz hakikat, devlet adamı, bürokrat iseniz siyaset düzleminde yürür. Benzer biçimde aynı yüzyılda Batı Avrupa'daki çatışmayı Descartes bir filozof olarak, hakikat düzleminde yürütmüş; "öyle bir sabit nokta(cogito) bulalım ki kuşkuyu(dobito), yani çatışmayı ortadan kaldıralım" demiş iken Fransız kralı siyaset düzleminde yürütmüş, çatışmalara siyasî, iktisadî çözümler bulmaya çalışmıştır.
İşte, 1585 ile 1640 arasındaki bunalımlara ilişkin arayış da hakikat ile siyaset çerçevesinde yürümüştür. Nasıl çıkacağız veya nasıl kurtulacağız bu bunalımdan/bunalımlardan? Bu çerçevede Kâtip Çelebi'nin arayışı, hakikat yönü de bulunmakla birlikte, Emrullah Bey'in de ifade ettiği gibi toplumsal, büyük oranda siyasî bir arayıştır. Yine de vurgulamakta fayda var: Katip Çelebî sıradan bir bürokrat değildir; bilgiyle uğraşan bir kişi de olduğundan sorunların tarihî köklerine de yönelmiştir. Denebilir ki, Kâtip Çelebi'nin yapmaya çalıştığı da aslında kaybolmaya başlayan XVI. yüzyıl Osmanlı kimliği'nin yeniden inşasıdır. Başka bir deyişle aslında bir bürokrat olarak Kâtip Çelebi, Osmanlılıkı kurtarmaya çalışıyor. Bilindiği üzere bir Osmanlı kimliği oluşmuş Fatih'ten itibaren; ırkî, etnik bir kimlik değil; siyasî bir kimlik. Söz konusu dönemde bu siyasî kimliğin/mensubiyetin bizatihi kendisi ve koşulları aşınmaya, bozulmaya başlamış. XVII. yüzyılda bir kimlik, daha teknik bir tabirle bir ben-idraki bunalımı söz konusu; bu bunalımın aşılması; kimliğin inşası; dolayısıyla ben-idrakinin yeniden tanımlanması gerekiyor. Bu nedenle Kâtip Çelebi'nin arayışı ana-eksen itibarıyla siyaset üzerindendir; ancak bu siyasî arayışı ilimle, hakikatle beslemeye çalışıyor. Ya da o dönemde üretilen, özellikle Eşref Bey'in çok ayrıntılı üzerinde durduğu amelî hikmet/pratik felsefe geleneğinden istifade ederek arayışını temellendiriyor. Kullandığı kavramlar, atıf yaptığı kaynaklar bu konuda açık-seçik ip uçları veriyor.
Kendisine yüklediği vazife bu olunca, günümüzde Kâtip Çelebi prototipinin oluşturulmasında en büyük zaaf, kanımca, tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Yani Kâtip Çelebi'yi, hakikatin, ilmin temsilcisi, kelimenin tam anlamıyla bir âlim olarak ele alıp incelediğimiz için hata yapıyoruz gibi geliyor bana. "Taş yerinde ağırdır" sözünün fehvasınca Kâtip Çelebi'yi yerine oturtursak, rahatlıkla diyebiliriz ki, gerçekten "Kâtip Çelebi de yerinde ağırdır". Kültür tarihimiz için çok büyük bir insan olduğu şüphesizdir; dolayısıyla sorun günümüzdeki imajında, kendisine yüklenilmek istenen misyonda düğümleniyor; daha doğrusu onun adı üzerinden savunulan fikirler sorun yaratıyor. Bu nedenle o imajın tashih edilmesi, yiğidin hakkının kendisine verilmesi gerekir. Günümüzde yapılacak işlere tarihten meşruiyet sağlamak için tarihî kişilerin ideolojik kullanımı tarihî bilgiyi tahrip eder. Kısaca böyle bir kullanımda herkesin bir Kâtip Çelebi'si var; ama tarihin Kâtip Çelebi'si nedir? Bu sorunun üzerinde durmak gerekir. Konuyu daha da açık kılmak için şöyle bir soru soralım: Niçin Kâtip Çelebi çok bilinir? Yalnızca eserlerinden dolayı mı? Hayır. Türkçe yazdığı için; eğer Arapça yazsaydı, eminim ki, kimse bu kadar tanıyamazdı Kâtip Çelebi'yi. Yeri gelmiş iken bir noktayı vurgulamama izin verin: Bizim düşünce geleneğimiz, beğenelim beğenmeyelim, sevelim sevmeyelim büyük oranda Arapça kaleme alınmıştır. Düşüncenin üst/yüksek dili Arapça'dır. Nasıl ki Newton, Latince yazmış diye bir İngiliz tarafından inkar ve ihmal edilemez ise, bir Türk bilgini de Arapça yazmıştır diye inkar ve ihmal edilemez. Acaba öyle mi? Bakalım şimdi: Yunus Emre'yi herkes bilir; şiirleri dilden dile dolaşır. Niye? Türkçe yazdığı için. Aynı dönemlerde yaşadığı halde niye Davud Kayserî bilinmiyor? Arapça yazdığı için. Aslında Yunus Emre'nin şiiri, Davud Kayserî'nin temsil ettiği yüksek kültürün bir alt seviyedeki temsilidir o dönem için. Herkes Yazıcı-zadeleri bilir: Ahmediye, Muhammediye meşhurdur. Ancak yine o dönemlerde yaşamış Molla Fenarî pek bilinmez. Niçin? Çünkü Molla Fenarî, Arapça yazmıştır. Veya Birgili Mehmet Efendi tanınır; Vasiyetname adlı eseri başta olmak üzere? Peki niye aynı dönemlerde hayat sürmüş Takiyuddin Rasıd'ı pek az insan bilir. Daha geç tarihlere ait bir örnek verelim: Erzurumlu İbrahim Hakkı denince pek çok kişiye tanıdık gelir bu isim; hele Marifet-name, kutsal bir kitap gibi okunur. Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifet-name'si XVIII. yy düşünce hayatının alt seviyede bir temsilidir. Çünkü İbrahim Hakkı taşrada yalnızca müderris değil aynı zamanda mürşit; insanları irşat etmek zorunda; kısaca derdi farklı. Peki aynı dönemde yaşamış Gelenbeli İsmail Efendi, İbrahim Hakkı kadar bilinir mi? Büyük bir mantıkçı, matematikçi, metafizikçi? Hayır; çünkü Arapça yazmış. Öyle ki, Hisabü'l-kusur adlı eseri daha iyi bilinir; çünkü Türkçe?
Bu uyarıyı dikkate alarak Kâtip Çelebi'nin dönemine bakalım, kimler yaşamış? Osmanlı döneminin en büyük kimyacısının/simyacısının ölüm tarihi 1608; hemen Kâtip Çelebi'den önce; Kâtip Çelebi'nin doğumu 1609 olduğuna göre. Ömer Çullî, matematikçi, ölümü 1613. Ali Efendi, Türkiye Türkçe'siyle en önemli matematik eseri Tuhfet'i kaleme alan kişi; ölümü 1614 ve genelde Türkçe yazdığı için herkesin bildiği İsmail Ankaravî (ö. 1631). Kâtip Çelebi'yle çağdaş olan, belki Anadolu'nun dışında ama Osmanlı coğrafyasının içerisindeki adlara bakalım: Mısır'dan Muhammed Şabramallisî (ö. 1623), matematikçi, fakih; Mekke'den İbn Cemal Mekkî (ö. 1662)? XVI. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu'dan matematikçi Ramazan Cezerî. Şirvanlı Şemsettin İtakî (ö. 1632 civ.), anatomi konusunda çalışmış; Emir Çelebi (ö. 1638); Osmanlılarda kimyevi tıp dediğimiz tıbb-i cedid geleneğini başlatanlardan birisi İbn Sellum (ö. 1670). Kâtip Çelebi'nin çağdaşı, eserlerinden yararlandığı kelamcı Mehmet Emin Şirvanî; oğlu mantıkçı Fethullah Şirvani? Bunlar biliniyor mu? Bilinmiyor. Çünkü bu adların eserleri büyük oranda Arapça? Kendi düşünce tarihimizi bugünkü kalıplardan hareketle şizofren bir biçimde bölemeyiz; Türkçe yazanlar ve yazamayanlar diye. Tarihin ruhunu dikkate alarak bu durumu kabul etmek zorundayız. Dediğimiz gibi aynı dönemde Avrupa da büyük oranda Latince yazıyordu. Almanca felsefe dili olmaya C. Wolff (ö. 1744) ile başladı I. Kant'la (ö. 1804) belirli bir seviyeye vardı. Bir eserin Türkçe olup olmaması muhatap kitleyle ilgilidir; Katip Çelebî'nin muhatap kitlesi bilginler değil, devlet görevlilerdir; yani devlet bürokratları; onların çoğu Arapça bilmez. Kısaca muhatap kitle Türkçe bildiği için Katip Çelebî de eserlerini Türkçe kaleme alıyor. Ama Keşfu'z-zunun'a bakalım; dili Arapça; çünkü muhatap kitlesi ulema? Bu büyük eser, büyük emek, nazarî açıdan İbn Haldun'un Mukaddime'sinden, İbn Ekfanî'nin İrşad'ından; ayrıca Mola Lütfi, Taşköprülü-zade, Mehmet Emin Şirvanî gibi pek çok ismin eserlerinden beslenmiştir. Bu nedenle Arapça'sı da bir tür derlemedir.
Kâtip Çelebi, Fikret Bey'in dile getirdiği gibi, 20 küsur yaşından sonra ilme başlıyor. Bilindiği üzere, Osmanlılarda ilme başlama açısından bu yaş oldukça geçtir. Elbette Katip Çelebî, olağanüstü ilgi ve yeteneğiyle hem dışarıdan özel ders alarak hem de gayretiyle kendini yetiştiriyor. Okuduğu ve kaleme aldığı eserler bu ilmî birikimi gösteriyor. Ancak bilginin holistik karakteri dikkate alınırsa bu tür bir yetişme tarzı farklı bakmayı sağladığı oranda mevcut düşüncenin kavramsal yapısına nüfuz etmeyi engeller. Nitekim Eşref Bey'in gösterdiği çizimlerde, Katip Çelebî'nin kadim felsefî kavramları kullanımının çok dakik olmadığı söylenebilir. Yine örnek olarak, Adnan Adıvar'ın da işaret ettiği gibi, Katip Çelebî'nin "İşrakî mezhep" anlayışı tarihî vakıaya uygun değil. Çünkü, İşrakîlik, "bilgiyi herhangi bir peygamberin vahyine müstenit olmaksızın keşifle elde etme uğraşısı"na verilen addır. Kâtip Çelebî dindar bir insan; bu anlamda İşrakî olmadığına göre, başka bir şey kast ediyor olmalı. İster tepkisel ister Sivasî ile Kadı-zade arasındaki çatışmayı dengeleme açısından kullanılsın kavramın mısdakı açısından doğru değil. Kısaca, demek istediğim, pek çok kavram konusunda sorunla karşılaşıyoruz Katip Çelebî'de. Bu onun sorunu değil; öyle olsaydı otobiyografisini kaleme almazdı; "ben buyum" diyor zaten. Problem onu yanlış yorumlayanlarda. Nitekim Emrullah Bey'in vurguladığı gibi, Katip Çelebî, mevcuda karşı değil, onun işleyişini beğenmiyor. Bu nedenle mevcudu değiştirmeyi, yıkmayı değil, daha iyi işletmeyi hedefliyor. Dediği şu: Sahip olduğumuz gelenek hakkıyla uygulanırsa sıkıntıları aşarız; bizim ihmal ettiğimiz geçmişte kurulan sistemi iyi işletememek? Bu konuda söyledikleri de tarihî açıdan doğrudur. Örnek olarak: XVI. yüzyılda matematik, astronomi, coğrafya gibi sahalarda kaleme alınan eserlerin sayısı ile XVII. yüzyılda kaleme alınan eserlerin sayısını karşılaştırdığımızda XVII. yüzyılda, mevcut siyasî, iktisadî sıkıntılar ile demografik gelişmeye paralel bir düşüşün olduğu rahatlıkla görülebilir. Bu düşüş, mevcut sistemin yapısal yetersizliğinden değil tarihî şartlar dolayısıyla iyi işletilememesinden kaynaklanıyor Katip Çelebî'ye göre; iyi işletilirse üretim de yeniden artacaktır. Onun öngörüsü XVIII. yüzyıl Osmanlı felsefe-bilim hayatı dikkate alındığında doğru çıkmıştır. Bu cümleyi, Katip Çelebî'yi çöküş edebiyatı için kullananlara karşı tersinden de okuyabiliriz: Osmanlı ilmî hayatı XVIII. yüzyılda çökmemiş, tersine atılım içerisine girmiştir: [Matematik: XVI. yüzyılda 81-XVII. yüzyılda 70-XVIII. yüzyılda 121; Astronomi: XVI. yüzyılda 100, XVII. yüzyılda 82, XVIII. yüzyılda 112; Coğrafya: XVI. yüzyılda 42-XVII. yüzyılda 24-XVIII. yüzyılda 47; Doğa Felsefesi: XVI. yüzyılda 61-XVII. yüzyılda 108-XVIII. yüzyılda 70 eser kaleme alınmıştır. Doğa felsefesindeki farklılık ayrı bir tartışmanın konusudur].
Şimdiye değin söylenenleri dikkate aldığımızda sorunun, Katip Çelebî'nin bizatihi kendisinden değil, farklı maksatlarla kendisinden bağımsız üretilen imajlarından kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. Bir örnek vermek gerekirse: Katip Çelebî devrimci, Osmanlı aydınlanmasının öncüsü gibi sıfatlarla nitelendiriliyor. Her şeyden önce Katip Çelebî muhafazakar bir düşünür, devrimci değil; bir şeyi devirmenin peşinde değil, tersine kadimi ihya etmenin peşinde? İkincisi aydınlanma düşüncesi, Batı Avrupa'da 1750'de başlıyor; yani Katip Çelebî'nin ölümünden yaklaşık 100 yıl sonra? Bu tür okumalar "aşağılık psikolojisi" kokuyor açıkçası. Elimde Fikret Bey'in hazırladığı metinde Batılı ve Türk araştırmacıların Katip Çelebî hakkında söylediklerinin bir derlemesi var. Vurgu şu: Katip Çelebî büyük adam; çünkü Garbı biliyor, takip ediyor; dikkate alıyor. Bunu diyenler Katip Çelebî'yi değil aslında, kendilerini övüyorlar: Biz büyük adamız çünkü Batı'yı biliyoruz; dikkate alıyoruz; taklit ediyoruz. Ne diyelim; kolay gele!. Aşağılık psikolojisinin şahikası. Bakınız, Bernard Lewis bile, "Katip Çelebî XVII. yüzyılda yaşamış en büyük Müslüman alimlerden biridir" derken Niyazi Berkes "Osmanlı tarihinin en büyük bilginidir" diyor. Böyle şey olur mu? Davud Kayserî, Hacı Paşa, Mehmed Fenarî, Hoca-zade, Fethullah Şirvanî, Ali Kuşçu, Mustafa b. Ali Muvakkit, İbn Kemal, Seydî Ali Reis, Takıyüddin Rasıd, Ali Efendi, vb.lerini ne yapacağız? Kendisinden sonra yaşayan bilginleri hiç saymıyorum. Açıkça söyleyeyim: Osmanlı felsefe-bilim tarihi açısından Kâtip Çelebi değerlendirmeye bile zor girer. O dönemin şartları ve felsefe-bilim paradigması açısından elbette. Çünkü medresenin derdi hakikattir, siyaset değil? Hiçbir felsefe-bilim sistemi zafer kazanmak zorunda değildir. Hiçbir hakikat teorisi savaş kazanmaz. Öyle olsaydı Moğollar İslam dünyasının kalbine, Bağdad'a girdiği zaman, İslam medeniyeti bir şey yapardı. Filozofları, Kelamcıları, matematikçileri, astronomları, büyük düşünürleri vardı; Moğolların neyi vardı? Ne Fahrettin Razî kurtardı, ne Kemalettin b. Yunus; ne Ebherî'nin felsefesi, ne Urdî'nin yeni astronomisi. Demek ki tarihî bağlam içerisinde düşünmek gerek. Sanayî devrimi sonrası kavramlarla öncesini yorumlamak son derece yanlış. Bu tür görüşleri okudukça İbn Haldun'un Mukaddime'yi boşuna yazdığını düşünmemek elde değil.
Tam bu noktada şuna işaret etmeliyim: Kâtip Çelebi tasvirî ilimlerle uğraşmış bir insandır. Coğrafya tasvirî bir ilimdir; nazariyatı astronomi ilmine girer o dönemde. Tarih de o dönemin ilmî anlayışında tasvirî ilim'dir. Katip Çelebî hiçbir mantık kitabı, kelam eseri kaleme almamıştır; hedefi açısından gerek de yoktur. Elbette dinî, siyasî ve toplumsal sorunlar açısından Kâtip Çelebi tasvirî ilimlerle uğraşmıştır; bu nedenle nazariyatçı değildir; dolayısıyla medrese bağlamında değerlendirilemez. Peki bu bir zaaf mıdır? Hayır. Kanımca, Kâtip Çelebi tarihimizde tasvirî ilimlerin bir devletin bekası için ne kadar elzem olduğunu anlayan ilk kişidir. Böyle bir karşılık ne Yunan'da ne de İslam geleneğinde mevcut değil. Bu durum, özellikle yeni dünyanın keşfiyle Avrupa'da ortaya çıkmıştır. Hakikat metafizik illetle uğraşır; tasviri ilimler ise fiziki sebeple? Nitekim Kâtip Çelebi de sıkça sebep kelimesini kullanıyor. İllet, hakikate taalluk eden bir terimdir: Mantık da orta-terim adını alır; bazen hüviyet ile, bazen suret ile ilgilidir; kısaca külliyat-i hamse alfabesiyle okunan bir düşüncenin anahtar kavramlarındandır. Hakikat'in bilgisi neyi sağlar? Saadeti? Kâtip Çelebi'nin derdi ne? Kurtuluş. Felsefenin, hikmetin, medresenin kurtuluş diye bir derdi yok? Kadim dönemde, bir savaşta hangi ordu yenerse ulema o tarafa geçer; ulemaya kimse dokunmaz; çünkü onların derdi kim kazanmış, kim kaybetmiş değildir. Timur, Ankara savaşını kazanınca, Osmanlı ordusundaki bilginler Cezerî, Kadı-zade, vb. Timur'la beraber Semerkant'a gittiler. Bu o çağın ruhuna uygundur. Batı'da da benzer durum söz konusudur; yalnızca bizde değil. Dolayısıyla müderrisler, filozoflar, kurtuluş peşinde değil, hakikat peşindedir. Hakikatin sonucu saadet nazarî ve amelî kuvvetlerin tekamüle erdirilmesiyle kazanılır. Tam burada hiç sevmediğim bir şey yapayım ve bir vecizeyle durumu özetleyeyim: Kâtip Çelebi, geleneğimizde, metafizik illet yerine fizik sebep kavramını merkeze alarak siyaseti, toplumu önceleyen ve kurtuluşu amaçlayan bir düşünürdür. Bunu sistematik bir biçimde yapan ve bunu yaparken de klasik ilmî birikiminden alabildiğine istifade eden bir insandır gibi geliyor bana. Elbette bu bir yorum; ve her yorum gibi gerçekliğin bir kısmını aydınlatabilir; bu nedenle de başka yorumlar eşliğinde tartışılabilir.
Son olarak dediklerime bir örnek vereyim ve bitireyim: Katip Çelebî, Ali Kuşçu'nun el-Muhammediye fi el-hisab'ına bir şerh yazmaya kalkışmıştır. Bu şerhin bizzat kendisi tarafından tebyiz edilmiş kısmını çalıştık ve yayımlanmak üzere verdik. Bilebildiğim kadarıyla, Ali Kuşçu'nun öğrencisi Gulam Sinan ve torunu Mirim Çelebî böyle bir şerh yazmak için söz vermişler ancak yerine getirememişlerdir. Katip Çelebî'ye kadar da hiç kimse şerh yazmadı Muhammediyye'ye. Hem Mizan el-Hak'ta verdiği bibliyografyasında hem de Keşf el-zünun'da diyor ki Katip Çelebî: "Muhammediyye en mükemmel hesap kitabıdır". Bu nedenle de öğrencilere bu kitabı okutmuş. Şimdi, bugün biliyoruz ki Muhammediyye talimî açıdan son derece yetersiz bir kitaptır; yani pedagojik değildir. Fatih'e, Semerkant'tan gelen bir alimin hediye kabilinden yolda yazdığı özet bir kitaptır. Osmanlı medreselerinde kendi döneminde Bahaeddin Amilî'nin, İslam medeniyetinde yazılmış en talimi matematik kitabı Hulasat el-hisab'ı okutulurken Kâtip Çelebi niye onu hiç önemsemeden, atıf yapmadan Ali Kuşçu'nun Muhammediyye'sini en büyük matematik eseri olarak dikkate alıp okutuyor ve şerhe kalkışıyor. Bunun siyasî bir nedeni yok ise -ki olabilir-, ancak geleneği bilmemekle izah edilebilir. Öte yandan Muhammediyye'nin içerdiği yeni unsurları anladı mı Katip Çelebî? Elimizde şerhinin tamamı olmadığından kesin bir şey söylenemez ancak farkında olsaydı eseri överken bunu dile getirirdi; Muhammediyye'nin sayı tanımı ile müspet ve menfi sayı kavramsallaştırması? Kısaca demek istediğim şu: Sorunlar Kâtip Çelebi'nin yerinin yanlış tayin edilmesinden ortaya çıkıyor. Yeri doğru tayin edilirse ne kadar büyük bir insan olduğu rahatlıkla anlaşılır. Muhalled eseri Keşf el-Zunun ve Sullem el-vusul olmadan İslam medeniyetine ilişkin hiçbir ilim araştırması kolay yapılamaz. Cihannüma olmadan XVII. yüzyıl Osmanlı coğrafyası bilinemez. Düstur el-Amel olmadan o dönemdeki iktisadî problemler kolayca tespit edilemez. Mizan el-Hak olmasa dönemin Osmanlı toplumun sosyal, dinî, siyasî sorunları rahatlıkla tartışılamaz. Diğer eserleri için de benzer şeyler söylemek mümkün. Bu eserlerin her biri Kâtip Çelebi'yi büyük adam kılar. "Bir kişiye şair demek için bir beyit yeter" cümlesinin fehvasınca bu eserlerden her biri Katip Çelebî'ye değer vermek için yeter. Öyleyse Kâtip Çelebi niçin yanlış yere konuluyor? Emrullah Bey'in dediği gibi: Kullanım için. Tanzimat, Meşrutiyet ve özellikle Cumhuriyet döneminde yapılması gereken işlere tarihî meşruiyet sağlamak için. Kanımca buna artık gerek kalmadı. Cumhuriyet kuruldu; oturdu; hepimiz Cumhuriyet'in sahibiyiz? Artık bu yargının ilmî açıdan tashih edilmesi elzemdir. İşte bu anma toplantısının bu tashihe vesile olmasını diliyor, herkesin kendi Katip Çelebî'sini tarihteki Katip Çelebî adına terk etmesini bekliyor, katılan hocalarıma ve dinleyen arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts