İhsan Fazlıoğlu: "Bilimin Osmanlıcası"

İhsan Fazlıoğlu: "Bilimin Osmanlıcası"


İzlenim dergisi

Bir medeniyetin bilgi anlayışını tayin için, her türlü mülahazadan önce, dört soruya cevap verilmelidir: (1) Söz konusu medeniyetin bilgi tanımı nedir?; (2) Bu medeniyette bilgiyi üreten kişi nasıl bir kimliğe sahiptir?; (3) Bu bilginin üretildiği müesseseler nelerdir? ve nihayet, (4) Bu medeniyette üretilen bilginin hedefi nedir?.
Bu sorulara cevap veren felsefîleşmiş bir medeniyetin en önemli özelliği "neyi, niçin ve nasıl" yaptığını bilmesidir. Dolayısıyla verilecek cevaplar o medeniyetin dünya görüşü (anlam dünyası) ve dünya tasavvuru (dünyaya ilişkin resim) ile doğrudan alakalıdır. Çünkü her medeniyetin bir "niyet"i vardır ve o medeniyet açılımını bu niyetin sağladığı imkanlar çerçevesinde gerçekleştirir.
Osmanlı devletinde üretilen "bilgi", siyasî ve ideolojik seviyesi olmayan yaklaşımlar bir yana, yakın zamanlara kadar ya "sömürgeciliğin keşif kolu" doğubiliminin (oryantalizmin) çizdiği sınırlar çerçevesinde veya savunmacı (apologist) tutumun psikolojik durumunun öngördüğü, sonuçta oryantalist ilkelerin dışına çıkamayan, bir kompleks içinde değerlendirildi. Bu iki yaklaşıma, 1980'lerden sonra, -her ne kadar oryantalist tezler yumuşatıldı ise de- Londra-Paris ekseni dışında kalan diğer tüm dünya medeniyet ve kültürlerinin ürettiği bilginin, Batı Avrupa'da gelişen yeni "bilgi" anlayışı ile olan olumlu veya olumsuz ilişkilerini merkeze alan ve "batı biliminin batılı olmayan kültürlere transferi"ni araştıran, üçüncü bir yaklaşım eklendi. Bu yaklaşımın temel gayesi, sömürgeci ve tahrip edici olarak tavsif edilen Anglo-Sakson zihniyetin, dünyaya, tüm menfi muhtevasına rağmen en azından "bilim ve teknoloji" denilen olguyu hediye ettiğini göstermektir. Bu gösterim esnasında bir post-numara olan post-modern söylemin elverdiği imkanlar içinde "Avrupalı" olmayan kültürlere de Avrupa ile olmuş, olan ve olacak ilişkilerine göre nisbi bir yer tayin edilecektir.
Osmanlı dünya görüşü ve dünya tasavvuru, muhteva açısından klasik İslâm medeniyetinin tabii bir devamı ve bu medeniyetin her alanda ulaştığı istikrarın adıdır. Osmanlı kavramı ise İslâm medeniyetinin muayyen bir tarihi döneminde ortaya çıkan coğrafî-siyasî yapıya verilen bir isimdir. Dolayısıyla yukarıda sorduğumuz dört soruya verilecek cevaplar, (en azından bir dünya siyasetinin ismi olan Osmanlılığın ortadan kalktığı 1826 tarihine kadar), doğrudan İslâm medeniyetiyle ilişkilidir.
Bu çerçevede, şimdiye kadar, bilim tarihi yazıcılığında İslâm medeniyetinde üretilen "bilgi=ilm", XIX. yüzyılın başından itibaren sanayi devrimi ile gelişmeye başlayan ve teknik muhtevası ağır basan "bilimsel bilgi=bilim=science" çerçevesi içinde ele alındı. Aslında bilimsel bilgi, İslâm medeniyeti için bilginin sadece bir türüdür (İslâm medeniyetindeki bu tür bilimsel bilgiye Teoman Duralı'nın ifadesiyle "felsefe-bilim" diyebiliriz). Batı Avrupa'da zikredilen dönemde ortaya çıkan bu bilimsel bilgi anlayışı XVII. yüzyılın başında, yine Batı Avrupa'da geliştirilen, Descartes'in ifadesiyle, "mühendislerin bilimi"nden de muhteva olarak farklıdır. Bu açıdan İslâm ve dolayısıyla Osmanlı bilgi sistemi, muayyen bir bilgi (bilimsel bilgi) açısından ele alınmakta, dolayısıyla kendine mahsus yapı merkeze alınan kavram adına tahrif edilmektedir. Diğer taraftan İslâm medeniyeti'nde bilgiyi üreten kişi, bilgin (alim), bilimsel bilgiyi üreten bilim adamı kavramı çerçevesinde tanımlanmaya çalışıldı. Aslında alim hem Yunan Medeniyeti'nde felsefî bilgiyi üreten filozof hem de XIX. yüzyıldan sonra Batı Avrupa'da bilimsel bilgiyi üreten bilim adamı kimliğinden farklı bir muhtevaya işaret eder. Bu muhteva dikkate alınmadığı için İslâm medeniyetinde, dolayısıyla Osmanlı'da bilgiyi üreten alim yerine bilimsel bilgiyi üreten bilim adamı bulunmaya çalışıldı. Bunların yanında bilimsel bilginin üretildiği yerler olan üniversiteler esas alınarak İslâm ve Osmanlı'da karşılıkları arandı; neticede medreseler İslâm ve Osmanlı'nın üniversiteleri olarak düşünüldü. Modern üniversitedeki akademik ünvanlar ise Medreseler'deki ilmi rütbelerle birebir eşleştirildi. Ders programları incelendiğinde Batı Avrupa standartlarına uygun "fen bilimleri" görülemeyince, medreselerde, dolayısıyla Osmanlılar'da bilimin (bilimsel bilgi) olmadığı söylendi. Ancak klasik İslâm ve Osmanlı bilgi anlayışı içinde bilginin bir türü olan "fen bilimlerinin" farklı yerlerde (mecalis ve mekatip gibi) ve farklı yollarla (usta-çırak, halka gibi) öğretilmiş olduğu düşünülmedi. Diğer taraftan, pazara hitap eden ve güç elde etmeyi hedefleyen teknik muhtevalı bilimsel bilginin, konforlu homo economicus hedefi ile bilginin kutsallığını dikkate alan ve irfan elde etmeyi hedefleyen değer muhtevalı bilginin, ahlaklı insan (insan-ı kamil) hedefi arasındaki cevherî mesafe görmemezlikten gelinerek İslâm, dolayısıyla Osmanlı medeniyetinde "kurumsallaşmış bilgi", yani bilimsel bilginin olmadığı iddia edildi.
Bir ideolijik kavram olarak ortaya çıkan ve tarih içinde Batı Avrupa'da gelişen bilimsel bilginin geçmişini araştıran "bilim tarihi" disiplini, Avrupa'nın geçmişinde İslâm kültüründen gelen köklerle karşılaşınca, görünürde birbirinden farklı gözüken ancak birbirini tamamlayan iki görüş geliştirdi. Bunlardan birincisi İslâm Medeniyetinde belirli bir dönemde (XII. yüzyıl veya XIII. yüzyılın ortaları), bilimsel bilgiye yakın bilgi türünün varolduğu ve daha sonra ortadan kalktığıdır. İkincisi ise aslında bu yüzyıla kadar bilimsel bilgiye yakın bilgi üreten kişilerin de pek o kadar "müslüman" olmadığı, dolayısıyla İslâm dünya görüşünün bilimsel bilgiye dayalı dünya tasavvuru üretmeye yeterli; hatta uygun bulunmadığıdır. Bu görüşler, özellikle ikincisi, Ernest Renan tarafından 1883 tarihinde Paris'te siyasi amaçla verilen "İslâmiyet ve Bilim" adlı konferansla genelleştirildi. Buna Namık Kemal, Cemaleddin Efganî, Ataullah Beyazidov gibi kişilerce yazılan eleştirilerde de bu tanımlar ve teoriler içselleştirildi. Gerçekte İslâm ve dolayısıyla Osmanlı medeniyetinde bilgi üretimi X./XVI. yüzyılda belirli bir istikrara kavuşmuştu. Bu yüzyıldan yani XI./XVII. asırdan sonra Osmanlı'da bilgi üretiminin yoğun olmadığı Gelibolulu Ali, Şihabuddin Hafâcî, Katip Çelebi gibi Osmanlı alimlerince de sıkça tekrarlanmıştı. Ancak Ahmed Cevdet Paşa'nın da ifade ettiği gibi Osmanlı medreseleri dolayısıyla uleması kendi istikrarı içinde (yoğunluğu azalmış olsa bile) 1840'a kadar bilgi üretimine devam etti. Aslında kaba oryantalizmin üretttiği (burada da ele alınan) sözde-problemler, müslümanların gündemini tayin etmekten başka bir işe yaramadılar ve muhtemelen bundan sonra da yaramıyacaklar.
Başta E. Renan olmak üzere oryantalistlerin temel kaygısı, Saint Pierre'in ta XII. yüzyılın ortalarında ortaya koyduğu "Muhammedçi hataya karşı eyleme geçmek yani yazmak gerekir" ilkesi çerçevesinde iş görmek, İslâm medeniyetini kendi medeniyetlerinin niyetine uygun olarak tanımlamak ve siyasi kullanıma sokmaktı. Bu açıdan onlar, ya sadece kendi medeniyetlerine katkısı olan İslâm ilim adamlarını dikkate aldılar veya İslâm medeniyetinde kendi medeniyetlerinin kavramlarını bulmaya, okumaya çalıştılar. XIII. asrın ortalarından itibaren İslâm dünyasında üretilen ilim (büyük oranda) Latince'ye tercüme edilmediği, yani Batı Avrupa biliminde yeri olmadığı için önemsenmedi. Dökümü yapılmamış bir dönemi mahkum etmenin, hem yöntem hem de tarihi açıdan yanlış olduğunu onlar da biliyorlardı; ancak XIII. asırdan itibaren İslâm dünyasında siyasi hakimiyet, tamamen Araplardan Türklere geçmişti. Osmanlının menşei hesaba katılınca, bu dönem sonrasını kötülemek, Osmanlı, dolayısıyla Türkleri de mahkum etmek olacaktı. Nitekim, bu Arap milliyetçilerinin de işine geldi ve aslında işlerin iyi gittiği, ancak Türklerin İslâm medeniyetine hakim olmasıyla ilim hayatının bittiği söylenmeye başlandı. Neticede Anglo-Sakson zihniyeti siyasi olarak tasfiye ettiği Osmanlılığın tarihi ve külterel anlamını da olumsuzlamış oluyordu. Bu sonuçları "batıcılaşma" adına benimseyen son dönem Osmanlı münevveri de (alimi değil) kendini ve ait olduğu medeniyeti, "diğeri olan"ın kavramları içinde değerlendirmeye, onlar için önemli olanı önemli, değerli olanı değerli görmeye başladılar. Bursalı Kadızade, Hacı Paşa, Bursalı Hocazade, Ali Kuşçu, Şerefeddin Sabuncuoğlu, Mirim Çelebi, İbn Kemal, Piri Reis, Takiyuddin Rasıd, İbn Hamza, Muhammed Saçaklızâde, İsmail Gelenbevî, Seyyid Ali Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, İsmail Fenni Ertuğrul, Mehmed Ali Ayni, Elmalılı Hamdi Yazır gibi alimler önemli değildi, çünkü evrensel bilime, yani Batı Avrupa bilimine katkıları yoktu diyenler, bu alimlerin Osmanlı-İslâm medeniyeti için önemli olabileceklerini düşünemediler. Bizim önceliklerimizin değişik olabileceği ve bize mahsus önemli noktaların bulunabileceğini idrak etmeyen son dönem Osmanlı münevverleri ve Cumhuriyet dönemi Türk aydınları, aslında "tek anlamlı medeniyet kavramı" içinde, farklı bir anlam dünyası ve tasavvur dünyasına ait olduklarını, istisnalar bir yana, unutan bir nesildir.
Yukarıda kısaca özetlenen anlayış çerçevesinde Abdülhak Adnan Adıvar'ın Osmanlı Türklerinde İlim (doğrusu Bilim olmalı) adlı eseri, (malumat seviyesinde ilk derli toplu eser olduğunu teslim ederek) Osmanlı medeniyetinde ne kadar bilim=bilimsel bilgi olmadığını göstermek için kaleme alınmış bir eser intibaını vermektedir. Adıvar'ın iddialarının doğru olması bir yana (ve bu zihniyeti takip edenlerin) bize ait ciddi bir teorik çerçevesinin bile olmadığı söylenebilir. Nitekim, Adıvar yukarıda sorulan dört soruya farklı bir kavramsal çerçeveden hareket ederek cevap bulmaya çalıştığı için, Osmanlı medeniyetinde yanlış şeyleri aramış, bulamayınca da işi, döneminin aşağılık psikolijisine uygun olarak geliştirilen Osmanlı düşmanlığına dökmüştür. Her halde bir insanın yaşayacağı en büyük hayal kırıklığı, aradıklarının buldukları, bulduklarının da aradıkları olmamasıdır. Dolayısıyla Adıvar'ın eseri hayal kırıklığı mahsulu bir eserdir. Aslında, Adıvar ve benzeri Osmanlı münevverleri bilginin nihai hedefi olan "hakikat"i dert edinmekten çok, bilimsel bilginin nihai hedefi olan ve Osmanlı'nın kaybettiği "güç"ün peşinde oldukları için, bu gücün elden çıkmasına sebep olarak gördükleri her şeyi acımasızca eleştirmişlerdir. Öyleyse, Salih Zeki'nin son derece alimane ve vakıfane yazılmış Asar-ı Bakiye adlı iki cildi yayınlanmış, dört cildi yazma halinde olan, İslâm matematik ve astronomi tarihini konu alan eserinin yeni Türkçeye kazandırılmamış olması veya benzer müelliflerin konu ile ilgili eserlerinin dikkat çekmemesi bir tesadüf müdür? Tersine, Adıvar'ın ve benzerlerinin eserlerinin ve değerlendirmelerinin rağbet bulması, diğer sebebler bir yana, o gün ve bugün varolan (tüm aksi iddilara rağmen modernist İslâmcıların da benimsediği) "siyaset"le çakışıyor olmasında aranmalıdır.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta ise, XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren türü ne olursa olsun, bilim açısından yoğun olarak gelişmeye başlayan Osmanlının Batı ile ilişkilerini ele alırken, bu ilişkilerle klasik dönem İslâm medeniyetinin tecrübesi arasında yapılacak karşılaştırmanın hatalı çıkarımlara sebeb olacağıdır. Klasik dönemde siyasi anlamda hakim ve muzaffer olan İslâm kültürüdür ve karşısında bulunan diğer kültürler onun yorumuna, tanımlamasına açık siyasi anlamda mahkum durumdadır. Modern dönemde ise Osmanlı siyasi anlamda galip bir medeniyetle ilişkidedir ve tanımlayandan çok tanımlanan konumundadır. Diğer taraftan son dönemde Osmanlıda her alanda ortaya çıkan farklılaşma, daha doğru bir ifadeyle sapma, haricî müdahele ve dahilî siyasî tasfiye dikkate alınmadan anlamlandırılamaz.
Geçmişle ilgili bilgilerimiz ve değerlendirmelerimiz, gelecekle ilgili tasavvurlarımızı ve beklentilerimizi yönlendirir. Netice itibariyle, bilmeyen iftira eder, takdir edemeyen zemmeder. Hal bu ise, bilmeyen ve takdir edemeyen hiç değilse haddini bilmeli...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts