İhsan Fazlıoğlu: "XVI. yüzyıl Türk-Felsefe-Bilim Tarihi'ne Önsöz"
"XVI. Yüzyıl Türk Felsefe-Bilim Tarihi'ne Önsöz", Göğe Bakan Adam: 420. Ölüm Yıldönümünde Takiyüddin Rasıd, Notlar 7 [Bilim ve Sanat Vakfı, Türkiye Araştırmaları Merkezi 5], İstanbul 2007, s. 7-12.
|
XVI. yüzyıl Türk felsefe-bilim tarihine bir giriş yapılmak istenirse öncelikle şu noktalara dikkat edilmesi gerekir:
1. 1453'de İstanbul'un fethiyle Osmanlı kurumsal bir devlet olma sürecine girdi. İstanbul'un fethi aslında Türklerin 960?dan itibaren girdikleri İslam medeniyetinde sükûnet elde etmeye başladıkları bir dönüm noktasıdır. İstanbul?un fethiyle beraber Türkler kelimenin tam anlamıyla devletleşmiş ve medenî olmanın bütün özelliklerini, hukuk bilinci, devlet bilinci, ortak bir dilin inşası, edebî dil vb. diğer bütün unsurları kurmaya başlamışlardır. 2. Bu dönemde diğer bir özellik Altın Orda Devleti?nin zayıflamasıyla Tatar-Kırım ulemasının Anadolu?ya, özellikle İstanbul?a gelmesidir. Bu âlimlerin İstanbul?daki ilim hayatını zenginleştirdikleri açıktır. 3. Dikkat edilmesi gereken diğer bir tarihî hadise Endülüs?ün düşmesiyle özellikle bu bölgedeki Yahudi ve Müslüman-Arap bilginlerinin Osmanlı coğrafyasına göç etmeleri; bunlar içerisindeki matematikçi ve astronomların da bir kısmının İstanbul?a gelmeleridir. Bu bilginler, Endülüs?ün matematik ve astronomi geleneğini İstanbul?a taşımışlardır. Özellikle cebirsel notasyon ve sembol konularında İstanbul?da yaşanan gelişmeler, bu âlimlerin gelişinden sonra ortaya çıkmıştır. 4. Diğer bir siyasî olay ise Şiî Safevîlerin İran?da kurulmasıdır. Bu devletin kurulmasıyla daha önce bazı üyelerinin İstanbul?a geldiği Semerkand matematik-astronomi okulu mensupları Osmanlı coğrafyasına sığınmışlardır. Abdülalî Bircendî başta olmak üzere, Cemşid Kâşî ile Kadızâde?nin ikinci-üçüncü nesil talebeleri Semerkand matematik-astronomi okulunun birikimini İstanbul?a taşımaya devam etmişlerdir. 5. Başka bir özellik ise Arap coğrafyasının 1500?lerden sonra Osmanlıların eline geçmesiyle burada yaşayan İbn Nakîb gibi âlimlerin İstanbul?a gelerek, İstanbul?da yoğunlaşan ve olgunlaşmaya başlayan Osmanlı ilim hayatını zenginleştirmeleridir. Bu maddeler, XVI. yüzyılda Osmanlı?da ortaya çıkan felsefe-bilim hayatının anlaşılması bakımından incelenmesi gereken önemli noktalardır. Elbette, bu arada Avrupa?yla kurulan temas yanında, özellikle Bizans?ın fethinden sonra Bizanslı bazı düşünürlerin Osmanlı coğrafyasında kalarak katıldıkları entelektüel tartışmaları da göz ardı etmemek lazım. Diğer dikkat edilmesi gereken ve çok gözden kaçan bir husus ise Avrupalı seyyahların, özellikle bilim adamlarının İstanbul?a yaptıkları seyahatlerdir. Mesela bunlar arasında 1500?ün sonlarında Galileo?nun öğrencilerinden bazılarının İstanbul?a geldiklerini biliyoruz. Örnek olarak, Joseph Delmedigo (ö. 1655) Yahudi asıllı bir matematikçidir, önce Kahire?ye oradan Kudüs?e oradan da İstanbul?a gelip, İstanbul?da bulunan çeşitli Türk ve Yahudi âlimlerle pek çok konuda müzakerelerde bulunduğunu hatıratlarında anlatmaktadır. Daha önce de Postel ve Busbecq gibi, Fransız ve İtalyan pek çok isim İstanbul?a gelmiş; entelektüel ilişkiler kurmuşlardır. Kısaca serimlenen bu tarihî ortamı dikkate aldığımızda XVI. yüzyılda Osmanlı?da felsefe-biliminin yapısı nedir? biçimindeki bir soruyu nasıl özetleyebiliriz? Ben burada astronomi, trigonometri, optik ve mekanik konularına girmeyeceğim; bu konulardan hocalarımız bahsedecekler. Bu nedenle konunun daha genel ve felsefî yönüyle ilgileneceğim. Theo-ontoloji ve Osmanlı Düşüncesi XVI. yy. Osmanlı düşüncesinin kanımca en önemli özelliği, theo-ontoloji veya transendent-ontoloji dediğimiz varlık metafiziği?dir. Bu konuda İbn Kemal gibi pek çok ismin yaptığı çalışmalar dikkat çekse de, en önemli eseri kaleme alan ve konuyu enine boyuna tartışan; Sadreddin Konevî?den (ö. 1274) bu yana Konya?da inşa edilen theo-ontoloji dediğimiz Konevî, Kayserî, Fenârî çizgisini en son sınırlarına taşıyan Taşköprülü-zâde?nin çalışmalarıdır. Onun özellikle el-Vucûdu?l-aynî fî vucûdi?z-zihnî adlı eseri klasik Osmanlı düşüncesinin varlık metafiziği konusunda yaptığı en önemli çalışmalardan birisidir ve maalesef henüz incelenmemiştir. Taşköprülü-zâde burada yaptığı varlık metafiziğini Miftâhu?s-sa?âde ve misbâhu?s-siyâde adlı eserinde ilim anlayışına ve sınıflamasına uygulamış; varlık metafiziği ile dil bilimleri arasında kurduğu ilişkilerle ciddi bir dil felsefesi yapmıştır. Diğer yandan el-Me?âlim fi ilmi?l-kelâm isimli kitabında da belki de tarihte ilk ve tek nazarî kelam ile nazarî irfanı mezcetmeye ve ortak bir dilde birleştirmeye çalışmıştır. Bu eser de henüz maalesef çalışılmamıştır. Matematik nesneler ve matematik-doğa ilişkisi Dikkati çeken diğer bir çalışma alanı matematiksel nesnelerin ontolojisi ve matematik-doğa ilişkisi üzerine geliştirilen düşüncelerdir. Özellikle kinematik-geometrik modellerin doğayı tasvir edip edemeyeceği hususunda Kutbuddin Şirâzî?den başlayan Ali Kuşçu ile devam eden çalışmalar, İbn Nakîb ve Takiyüddin Rasıd?ta ele alınmış konulardır. Bu konuda İbn Nakîb?in yaptığı çalışmalar henüz yine yazma halinde kütüphanelerimizde durmaktadır. Burada temel soru şudur: Matematik doğayı ne kadar temsil edebilir? Bu tartışmaların iz düşümü olarak Avrupa?ya baktığımızda, orada da 1543?lerden itibaren özellikle de Kopernik?ten itibaren bu tartışmanın canlanmaya başlandığını görüyoruz. İbnü?n-Nakîb?in, İran bölgesinde de Şemseddin Hafrî?nin bu tür çalışmaları neticesinde yeni bir metafizik ve yeni bir fizik kurulması gerektiği, Aristoteles fiziğinin ve metafiziğinin üretilen yeni bilimi taşıyamadığı konusunda ileri sürülen düşünceler incelenmeye değerdir. Astronomi?nin Türkçeleştirilmesi Bizi ilgilendiren diğer bir özellik ise, XVI. yüzyılda Yunan-Helenistik ve klasik İslam astronomi literatürünün Türkçeleştirilmesi hareketidir. Çalışmalarını Ali Kuşçu ve arkadaşları tarafından kurulan teorik ve gezegen astronomisi araştırmalarına dayandıran; Mîrim Çelebi ile Mehmed Konevî?nin talebesi ve Takiyüddin Rasıd?tan önceki baş-astronom Mustafa Muvakkıt yazdığı eserlerle Yunan-Helenistik ve klasik İslam astronomi literatürünü Türkçeleştirmiş; böylece Osmanlılarda Türkçe bir astronomi dili ile eser verme geleneğini başlatmıştır. Bunun en güzel ürünlerinden birisi aynı tarihlerde Seydî Ali Reis tarafından ilk Türkçe teorik astronomi metni, Hulasatu?l-hey?e?nin kaleme alınmış olmasıdır. Gezegen astronomisi, yeni rasat faaliyetleri ve coğrafya Diğer bir çalışma alanı teorik ve gezegen astronomi?sidir. Bu konuda yine çok dikkat çekmeyen Ali Kuşçu?dan sonraki Ahaveyn?in, Mirim Çelebi?nin, İbn Nakîb?in, Seydi Ali Reis?in ve konumuz olan Takiyüddin Rasıd?ın çalışmaları henüz tam anlamıyla değerlendirilmiş sayılmaz. Ancak burada bilinen konular yanında iki yeni yazmadan bahsedeceğim: Pek yakın zamanda İran?dan getirttiğimiz Farsça bir yazmada Sultan II. Bayezid döneminde İstanbul?da yapılan güneş rasadıyla ilgili faaliyetlerin kayıtlarını buluyoruz. Bu faaliyetleri İstanbul?da, Semerkand matematik astronomi okuluna mensup astronomların yürüttüğü görülmektedir; ancak bu eser de henüz çalışılmış değildir. Diğer eser ise, şimdiye değin Trabzon?un kıble tayiniyle alakalı olduğu bilinen Abdulali Bircendî?nin çalışmasıdır. Abdulali Bircendî, Semerkant matematik-astronomi okulu mensubudur ve Şah İsmail?den kaçarak Trabzon?a Şehzade Yavuz Selim?in yanına gelmiştir. Bircendî 1500-1506?da Trabzon?a küçük bir rasathane kurarak hem güneş rasadı faaliyeti yapmıştır hem de kıble tayini. Ayrıca Trabzon?un diğer şehirlere olan uzaklıkları gibi matematik, astronomik çalışmaları da yürütmüştür. Bu eser Mustafa Çiçekler ile beraber tarafımızdan yayıma hazırlanmaktadır. Eserdeki, özellikle 911 senesinin Rebiülevvel ayının 14. gününde vuku bulan güneş tutulması rasadı kayıtları dikkat çekmektedir. Bu dönemde coğrafya sahasında yapılan çalışmalar hepimizin malumudur. Piri Reis, Seydî Ali Reis, Mustafa Muvakkıt, Emir Mehmed Niksarî, Tunuslu Hacı Ahmed, Sipahî-zade ve Trabzonlu Mehmed Aşık gibi. Bu konunun üzerinde fazla durmayacağım. Ancak bu dönemde hem haritacılığın hem de matematiksel coğrafya ile astronomik coğrafyanın ciddi bir biçimde geliştiğine dikkat çekmek istiyorum. Özellikle İbn Macid ve Süleyman Mehrî ile Endülüs birikiminin elde edildiği konusu üzerinde yeniden durulmalıdır. Tehâfut sorunu Burada, şimdiye değin gözden kaçan başka bir konuya dikkat çekmek istiyorum. O da XVI. yüzyılda Osmanlı felsefe-biliminde İbn Rüşd?ün Tehâfutu?t-Tehâfut adlı eserinin özel bir incelemeye konu olduğudur. Bu henüz üzerinde durulmuş bir sorun değildir. Çünkü Osmanlı entelektüel tarihi çalışmalarında şöyle inanılır genelde: Osmanlı uleması İbn Rüşd?ün Tehâfutu?t-Tehâfut?unu bilmiyordu, haberdar değildi. Ancak eserin yayımlanan tenkitli neşrine baktığımızda Osmanlı uleması olmasaydı, Tehâfutu?t-Tehâfut?un Arapça nüshası bile zamanımıza gelemezdi. Çünkü bütün nüshaları, altı nüshanın altısı da İstanbul?da istinsah edilmiştir. İlk çalışma 1519?da İstanbul?da yapılmıştır. Kayseri Raşit Efendi kütüphanesinde bulunan bu nüsha dikkati çekmektedir, çünkü hamişlerinde bulunan kayıtlar eser üzerinde yapılan mütalaaları göstermektedir. Ancak Tehâfutu?t-Tehâfut üzerine en ciddi çalışma Taşköprülü-zade tarafından yapılmıştır. Şehid Ali Paşa?da bulunan nüsha, Taşköprülü-zade tarafından incelenmiş ve kenarına notlar düşülmüştür. Diğer bir nüsha ise 1558-1559?da yine İstanbul?da İsa Halife adlı bir âlim tarafından istinsah edilmiştir. Öte yandan ünlü Osmanlı tabibi ve astronom Kehhâl Musa yine İbn Rüşd?ün Telhîsu mâ ba?de?t-tabîa [Metafiziğin Özeti] adlı eserini istinsah etmiş ve bunu incelemiştir. Daha önce İstanbul?da Fatih Sultan Mehmed?in örgütlediği muhakemat projesi çerçevesinde cereyan eden bu tartışmaların ve çalışmaların Osmanlı entelektüel hayatında ne gibi yansımaları olmuştur ve ne gibi sonuçlar doğurmuştur sorusu doğrusu incelenmeye değerdir. Yansıması ve herhangi bir sonuç doğurup doğurmaması en nihayetinde çok da önemli değildir kanımca; çünkü bana sorarsanız bu eserin içerdiği varlık anlayışı Osmanlıların ulaştığı varlık metafiziğinin hayli gerisindedir. Benzer bir Tehâfutu?t-Tehâfut ilgisinin Lale Devri?nde tekrar ortaya çıktığını biliyoruz. Özellikle Yanyalı Esat Efendi?nin ve hemen akabinde de başka bir âlimin yaptığı Tehâfut istinsahları bu çalışmaların merkezindedir. Hem XVI. yüzyılda hem de Lale Devri?ndeki bu istinsahları alelade medrese talebeleri yapmamıştır; tersine doğrudan o dönemin en kalburüstü uleması yapmıştır. O açıdan ?İbn Rüşd, Osmanlı?da bilinmiyordu?, ?dikkate alınmadı?, ?eserlerinden haberdar olunmadı? şeklindeki cümleleri içeren fikirlerin hepsinin artık çöpe atılması gerekmektedir. Biraz önce dediğim gibi günümüze gelen bütün Tehâfut nüshaları kalburüstü Osmanlı âlimlerinin istinsah ettiği nüshalardır. Medreseler ve bilginin toplumsallaşması Osmanlı döneminde dikkat edilmesi gereken en önemli konulardan birisi de, özelikle XVI. yüzyılda dikkate alındığında, bilginin toplumsallaşması meselesidir. Çünkü bu asırda yalnızca İstanbul?da 113 medrese inşa edilmiştir. Oldukça büyük bir rakamdır bu; çünkü İstanbul?da bu döneme kadar yani 1453?1500 tarihleri arasında 29 medrese yapılmışken, 1500 ile 1600 arasında 113 medrese inşa edilmiştir. Bu da toplam 142 medrese demektir. Dâru?l-kurra?ları, Dâru?l-hadis?leri, Daru?t-tıbbı ve Şifahaneleri dikkate almıyorum bu sayımda. Medrese sayısı daha sonraki yüzyıllarda da artarak devam etmiştir. XIX. yüzyılda modern eğitim kurumları kurulmuş olmasına rağmen İstanbul?da faal 166 medrese vardır. Anadolu da bu faaliyetten nasibini almıştır ve Anadolu?da XVI. yüzyılda mevcutların yanında, 32 medrese inşa edilmiştir. Bu da Anadolu?nun ihmal edilmediğini gösterir. Böylece mevcut ve üretilen bilginin toplumsallaşması ve nesiller arası aktarıma sokulması ile devletin de tercih ettiği gevşek bir müfredat programı çerçevesinde bilginin ortak bir anlayış ve ortak bir zihniyet halini alması, XVI. yüzyıldaki medrese faaliyetleriyle belirlenmiştir diyebiliriz. Farklı arayışlar XVI. yüzyılın diğer bir özelliği ise farklı arayışların ortaya çıktığı bir dönem olmasıdır. Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki, özellikle Hicri 1000 yıl odaklı tartışmalar, mehdîlik fikri ve benzeri konularda ileri sürülen düşünceler ile ortak bir dünya devleti kurulması teşebbüsleri, bunun için Kanuni Sultan Süleyman?ın kendisi etrafında ördüğü mitik ve mistik efsaneler henüz hakkıyla çalışılmış konular değildir. Çünkü bu dönemdeki entelektüel faaliyetleri anlamak istiyorsak siyasetin faaliyetlerini, siyasi iradeyi yönlendiren insanların da niyet ve zihniyetlerini anlamak zorundayız. Bu dönemdeki farklı arayışlardan bir tanesi Muhyi-i Gülşenî?nin diğer felsefî çalışmaları yanında, tarihte bilinen ilk yapma dili, yani Mustafa Koç?un yayımladığı Baleybelen adlı ilk yapma dili oluşturması ve bunun grameri ile sözlüğünü hazırlamasıdır. Ne yapmalı? Bu panel?de, XVI. yüzyıl felsefe-bilim tarihi?ne yönelik bu kısa önsöz?ü sunduktan sonra şunu söylemek mümkün: Henüz işin başında bile değiliz. Çünkü daha dökümü çıkarılmamış bir kültürün muhtevası üzerinde yargıda bulunuyoruz. Felsefede, mantıkta, dinî ilimlerde, dil ilimlerinde ve diğer teorik ilimlerde bu yüzyılın henüz tam bir envanterine sahip değiliz. Bunu yapabilmek için yalnızca bir döküm çıkartmak yetmez; ayrıca her şeyden önce bir tarih perspektifine, bir medeniyet perspektifine ve daha da önemlisi bir felsefe-bilim teorisi ile hayat görüşüne ihtiyacımız var. Böyle bir çerçeve içerisinde XVI. yüzyıldaki malzeme anlamlı bir bütün olarak önümüze çıkabilir. Bunun için araştırma nesnemiz ile aramıza herhangi bir ara-varlık sokmadan, otorite koymadan bu dönemde tecessüm eden felsefe-bilimin maddî ve manevî diline nüfus etmeye çalışmalıyız. Niels Henrik David Bohr?un dediği gibi ?Bugünün bilimi yarının efsanesidir.? Biz bu cümleye Heidegger?in deyişini ekleyebiliriz: ?Efsaneler varlığa soru sormakla aşılabilir; soru sormak aklın dindarlığıdır?. Teşekkür ederim. Ayrıca bkz. http://www.bisav.org.tr/yayinlar/notlar_makale_detay.cfm?makaleId=345&yayin_sayi=26 |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder