İhsan Fazlıoğlu: "Türkiye'de, İslâm felsefe-bilim tarihi çalışmalarının, bir gerçeklik küresi var mı?"

İhsan Fazlıoğlu: "Türkiye'de, İslâm felsefe-bilim tarihi çalışmalarının, bir gerçeklik küresi var mı?"


İtibar, Aylık Edebiyat ve Fikriyat Dergisi, Sayı 27, s. 28-30
Aralık 2013

XVII. yüzyılda, yeni doğa felsefesinin yükselmeye başlaması, çok değişkenli bir süreç olmakla birlikte, nedenleri konusunda yapılan çalışmaların, büyük çoğunlukla, üzerinde uzlaştıkları en önemli nokta, Batı Avrupa?daki, gerçeklik algısındaki kırılma?dır. Gerçeklik, çok-anlamlı bir sözcük olmakla birlikte, bu yazıda, büyük oranda hâricî/maddî/fizik gerçeklik olarak tanımlanacaktır. Hâricî gerçekliğe ilişkin yapay inşâlar, bir süre sonra, o gerçeklik içinde yaşayan kişilerde, açıklayamadıkları, gerekçelendiremedikleri ve nedenleyemedikleri pek çok olgu ve olaydan dolayı, ürperti, kaygı ve korku gibi duyguların ortaya çıkmasına neden olur; süreç içinde, bu tür duygular, şiddeti arttıkça, kişide, hâricî dünyayı anlamlandırma yetisini dumura uğratır. Bu tür bir süreç, bir hissiyât olarak başlasa da, zamanla, kişinin bilişsel(kognitif) psikolojisinin içeriği hâline gelebilir. Örnek olarak, mezarlığın içinden geçen bir kişi, mekâna ilişkin evhâmları nedeniyle, ürperebilir; hatta korkabilir; ancak mekândan uzaklaştıktan sonra, sükûnete kavuşur; söz konusu hâlet-i nefsîyeyi sürekli bir duruma dönüştüren kişi ise, davranışlarına yansıtır ve bir tür idrâk hâline getirir... Verilen örnek, küçük ölçekte, basît bir temsil olarak görülebilir; ancak büyük ölçekte de benzer bir durum söz konusudur: Bir kültürün, Evren, gök-yüzü, yer-yüzü ve toplumsal olgu ve olaylara ilişkin tasavvurları da, o kültür içinde yaşayan kişinin gerçeklik algısını belirler. Yine, örnek olarak, deniz?e ilişkin gerçeklik algısında sorun olan bir kişinin, tekin ve güvenilir bulmadığından, deniz yolculuğuna sıcak bakmaması son derece olağandır.
Şimdiye değin dile getirilen mülâhazalar ve zikredilen örneklerin, oldukça uzun bir zaman diliminde, bir kurum tarafından ve dizgeli olarak, inanç ve değerlerle de içselleştirilerek savunulduğu ve benimsetildiği; eleştirel bakanlara da en ağır cezâların verildiği, düşünülsün... Böyle bir yapı, süreç içinde, kanıksanır ve doğallaşır; bu yapı içinde yaşayanlar ise, maddî ve manevî güvenlik gereksinimlerini sağladıklarından, sorgulamaksızın ve eleştirmeksizin, tâbi olurlar. Mevcut dizgeye karşı yükselen cılız itirazlar ana akışı belirleyemez, önce istisnâ, sonra sapkınlık gibi sözcüklerle damgalanırlar. Tasvîr edilen yapı, genel olarak Avrupa?da özel olarak da Batı Avrupa?da, bin yıl içinde, üretilmiştir; bu yapı/dizge, en temeldeki unsurdan en üstteki asıla değin tüm içeriği belirlemiştir; öyle ki, en basit harîta bilgisinden, bitkilerin çeşitlerine, hayvanların türlerine vb... hem hârice ilişkin tüm malumâtı sınırlamış, hem de, doğal olarak, bu malûmât üzerine yapılan yorumları, yine bizâtihi kendi, üretmiştir.
XVII. yüzyılda, insanın dış-dünyayı bilme edimindeki değişim ve dönüşümü, yöntem açısından inceleyen Francis Bacon (ö. 1626) da, değişim ve dönüşümün arkasında, en önemli ?f-actor? olarak, coğrâfî keşiflerle başlayan malûmâttaki, zamanca hızlı ve hacimce yoğun sürece işâret eder. Daha önceki bir yazımızda, Batı Avrupa?da ortaya çıkan yeni durumun üç nedeninden bir olarak belirlediğimiz bu vâkıayı, malûmât bunalımı olarak adlandırmıştık [öteki ikisini, Merağa-Tebrîz-Semerkand-İstanbul?daki felsefe-bilim çalışmalarının neden olduğu epistemolojik bunalım ve Türklerin yarattığı teolojik bunalım olarak belirlemiştik]*. Coğrafî keşiflerle başlayan malûmât akışı, yalnızca Batı Avrupalı insanın ?eski? algısına dayanan gerçeklik tasavvurunu değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda bu algıyı yaratan kurumu, yöntemi ve değerleri de sorgulamaya zorladı. Eski tasavvurun sâbit ve kapalı kabul edilen harita?sı, bitkilerin çeşitleri ve hayvan türlerinin dökümü değişti; ancak bundan daha önemlisi, söz konusu sâbitliği ve kapalılığı üreten, yaygınlaştıran ve doğallaştıran zihniyet eleştirildi ve aşılmaya çalışıldı... Felsefe-bilim açısından da, mahsûs çeşitlendiğinden, mâ?kul[=bilim] de değişti; doğal olarak yeni ma?kûlun yorumu, tahkîki[=felsefe] farklılaştı; sonuç itibariyle, bilme zihniyeti, kısaca, tahkîk?in tedkîk?i[=mantık/yöntem] de yeniden ele alındı... Tüm bu süreçte, Batı Avrupa?da gerçeklik algısı yenilendi; bu algıya dayalı olarak açıklama, gerekçelendirme ve nedenleme gücü arttı; sonuç itibariyle de, öz-güven duygusu güçlendi ve anlamlandırma olanakları çoğaldı...
Konuya, yeni/modern doğa felsefesinin yükselişi ve arkasındaki önemli etmenlerden biri olan malûmât birikiminin niteliğine işaret ederek başlamamızın nedeni, şu noktayı vurgulamak içindir: En genel anlamıyla, beşerî tüm tasvîrler, belirli bir gerçeklik küresinin temsîlleridir; gerçeklik küresine ait olgu ve olaylardan gelen izlenimlerdeki, malûmâttaki her farklı unsur, tasavvuru, dolayısıyla tasvîri değiştirecek, bu da o gerçeklik küresine ilişkin geliştirilen, ister matematik model, ister teorik lisân, ister başka bir tarz olsun, şematik temsîli dönüştürecektir. Öte yandan, gerçeklik küresine ilişkin algıdaki değişim, yalnızca yeni olgu ve olayların tespiti ile sınırlı değildir; gerçeklik ile muhatap olan insanın bilme yetileriyle ilgili her yeni tanımlama ya da gerçekliği tasvîr için geliştirilen, matematik, teorik lisân vb. her yeni şemâ, ihsâs ve idrâkteki içeriği farklılaştıracaktır. Bu nedenlerle, felsefe-bilim tarihinde, yalnızca haricî gerçeklik küresine ilişkin yeni keşifler değil, bu keşifler için üretilen âletler, matematik ve mantık gibi dillerdeki gelişmeler ve diğer etkin unsurların tümündeki değişimler dikkate alınmak zorundadır. Özetle söylenilirse, mahsûs, vesâit-vesâil, değişik türleriyle, beşerî itibârâta bağlı tüm lisânlar ile bilginin inşâsında, bir biçimde yer alan ya da etkide bulunan, dinî, felsefî, toplumsal, iktisâdî ve siyâsî anlam-değer dünyasının yapısı ve içeriği, ma?kûle ilişkin içeriği da belirleyecektir... Bu çerçevede, her temsîlin, temsîl ettiği vâkıaya 1. uygunluğu(mutâbakat) yanında, kendi içindeki teorik 2. tutarlılığı; ayrıca aynı gerçeklik küresine ilişkin farklı temsîller ile 3. uyumluluğu, ve nihâyet her yeni durum ya da yeni inşâ edilen temsîller karşısındaki 4. eleştirel dayanıklılığı, felsefe-bilim dizgelerinin sınandığı kırılma ve dönüş noktalarıdır.
Yukarıda çizilen nazarî çerçeve ile verilen tarihî örnekler ışığında, Türkiye?deki İslâm felsefe-bilim tarihi araştırmalarına bakıldığında, daha önce de dile getirdiğimiz üzere, gerçeklik küreleri ile bu kürelerdeki olgu ve olayların bilgisini elde eden tanımlanmış bilişsel(kognitif) psikoloji anlayışları ile kullanılan teorik şemâların fazlaca göz-önünde bulundurulmadan, büyük oranda, bu süreçlerden geçilerek yapılan yorumlar üzerinde durulduğu müşâhede edilmektedir; bu tavır, lafız seviyesindeki anlamı vermekle birlikte içeriksiz olduğundan, mefhûmu tespit etmede fazla bir işe yaramamaktadır. Örnek olarak, yeni doğa felsefesi çerçevesinde, yükselen fenomenal nedensellik anlayışının, David Hume (ö. 1776) tarafından eleştirisi ile İmâm Gazalî?nin (ö. 111) numenal nedensellik anlayışının eleştirisi karşılaştırılabilmekte; ancak kadîm ?fizik bilimi?nde doğa yasaları gibi bir kavramsallaştırmanın bulunmadığı, maddenin türsel özüne göre hareket ettiği ilkesi, dikkate alınmamaktadır; sonuç, tam bir anakronizmdir. Ya da Gazalî?nin ateş ile pamuk arasındaki yanma ilişkisini Tanrı?ya bağlama anlayışı, diğer gerçeklik katmanları göz-önünde bulundurulmadan, saf fiziksel bir yorum açısından eleştirilirken, Meşşâi-İbn Sînâ?cı gelenekte, ay-altı dünyadaki her türlü oluşun nihai ilkesi olarak varsayılan faal akıl dikkate alınmadan, sorun kozmolojik-metafizik bağlarından ayıklanarak, tam tersine bir yaklaşımla, sanki modern ya da çağdaş fizikteki bir olgu-olay gibi, incelenebilmektedir.
Bilişsel(kognitif) psikolojideki gelişmelerin, temsîllerde neden olduğu değişiklikleri anlamak için, belki de, en iyi örnek, İbn Sînâ?nın (ö. 1037), vâhime yetisini, ayrıntılı bir biçimde incelemesinde ve ona beşerî bilginin inşâsında önemli bir yer vermesinde görülebilir. Öncelikle İbn Sina?yı, -elbette diğer pek çok nedenin yanısıra-, bu tür bir işlem yapmaya, Mutezîlî kelâmcıların, geometrik bilginin kesinliğinden yararlanarak, atomcu nazarîyelerini temellendirmeye çalışmaları sorunuyla yüzleşmek ve aşmak kaygısı zorlamıştır... Hem matematiksel bilginin kesinliğini zedelememek, hem de doğanın bilgisini elde etmede ikincil olduğunu göstermek için, matematiksel nesnelerin ideal formlarını, vâhime yetisinde kazandığını; böylece bu nesnelerden hareketle üretilen matematiksel bilginin, kendi içinde bir kesinlik taşımakla birlikte, doğal süreçleri açıklamakta yetersiz kaldığını göstermiştir. Sonuç itibariyle, varlığı ve ilişkileri, dolayısıyla nasıllığı veren matematiksel bilgi, ayıklama ve soyutlamayla, türsel özü tespit eden ve faal akla onaylatan, dolayısıyla niçini/illeti veren mantıksal bilgiye oranla ikincil kalmıştır. Başta İbn Heysem olmak üzere, matematikçilerin, Aristoteles (M.Ö. 322) ? Farabî (ö. 950) ? İbn Sînâ çizgisindeki bu sorunu aşmak için öncelikli olarak bilişsel(kognitif) çözümlemesine gitmeleri boşuna değildir. Nitekim İbn Heysem?in (ö. 1039), Kitâb el-menâzır?nda tasvîr edildiği biçimiyle, optik araştırmalarına girişmesi, türsel özün tespitinde merkezî konumda olan gözü ve görme ile ona ilişkin ışık, renk vb. olgu ve olayları anlamak ve aşmak içindir. İbn Heysem?in tüm bu araştırmalar sonucunda, meşşâî felsefeyi kavlî, matematiği de inşâî kabul etmesi, incelenmeyi bekleyen bir konu olarak önümüzde durmaktadır.
İslâm felsefe-bilim tarihinde, elbette, tek bir gerçeklik algısı yoktur; gerçeklik algısı hem yüzyıllara, hem coğrafyalara, hem de okullara göre az çok değişiklik göstermiştir. Ayrıca, aynı okulun takipçileri açısından da, tarihî süreç içinde değişen gerçeklik algısı, yeni baştan dikkate alınmış, mensûbiyet duyulan yorum çerçevesinde anlamlandırılmaya çalışılmıştır... Bu çalışmalar, bazen yorumlarda değişikliklere neden olmuş, bazen yeni yorumların doğuşuna zemin hazırlamıştır. Bu çerçevede, Şehâbeddin Sühreverdî (ö. 1191) ya da Fahreddin Râzî?ye (ö. 1210), İbn Sînâ?cılıktan farklı felsefe-bilim yapma olanağı ve gücünü verenin, İslâm felsefe-bilim tarihinde, özellikle, kozmoloji-metafizik, astronomi ve optik alanlarındaki yeni gelişmeler olduğu rahatlıkla söylenilebilir. Dikkat edilmelidir ki, kadîm felsefe-bilim tarihinde, kozmoloji, astronomi ve optikteki değişimler ve yeni bilgiler, dönüşümleri tetikleyen en önemli alanlardır. Copernicus?un (ö. 1453) kozmolojik, Kepler?in (ö. 1630) astronomik, Kepler, Descartes (ö. 1650) ve Newton?un (ö. 1727) optik çalışmalarının, yeni bilme anlayışının yükselmesindeki yerini göstermek, bunun için yeterlidir. Öyle ki, Descartes?in görme olayını ve ışığın hareketlerini mekanik olarak tasvîr edebilmesi, yeni doğa felsefesinin, mekanik ve matematik bir dil içinde temsîl edilmesinin önünü açmıştır.
Daha önceki İtibâr yazılarında da vurguladığımız gibi, mahsûs?un ma?kûl?e çevirisi marifet(=bilimler), marifetin tahkîk?i (=felsefeler) ve tahkîk?in tedkîk?i (=mantıklar/yöntemler) kadîm felsefe-bilim dizgelerinde iç-içedir; bu nedenle, organik-holistik bir bütünlük oluştururlar. Örnek olarak, matematik bilinmeden astronomiye nüfûz edilemeyeceği ya da mantık bilinmeden kadîm dizgeler idrâk edilemeyeceği gibi, söz konusu bütünlük, bir bütün olarak dikkate alınmadan, denilenlerin mefhûm/nesne/gerçeklik küresi seviyesinde anlaşılamayacağı söylenilebilir. Bu nedenle, günümüz Türkiye?sinde İslâm felsefe-bilim tarihi okumaları, büyük oranda tasvîrîdir; çoğaltılmaya ve yeniden üretilmeye uygun değildir. Çevirilerin sadra şifâ olamamasının nedeni de budur: sözcüklerin mefhûmu, yargıların mısdâkı ve çıkarımların hey′etinin, ait oldukları gerçeklik küresine nisbetle idrâk edilememesi... Elbette, bilgi, saf soyut bir inşâ değildir; bilginin, dolayısıyla doğruluğun, katmanlı yapısı dikkate alınarak, kişisel, toplumsal, iktisâdî ve siyâsî kökleri de göz-önünde bulundurulmalıdır.
Sonuç itibariyle, Türkiye?de, başta İslâm medeniyeti olmak üzere, diğer medeniyetlerin ürettiği, felsefe-bilim dizgelerini, öncelikle onlara ilişkin yorumu anlamak, yeniden yorumlamak ve tekrar çoğaltmak istiyorsak, en azından, 1. Yorumun ait olduğu gerçeklik küresinin; 2. Bu gerçeklik küresi ile ilişkiye girdiği varsayılan tanımlanmış bilişsel(kognitif) psikolojik yapının; 3. Bu gerçeklik küresi için kullanılan şematik dil/lerin; ve en önemlisi 4. Teolojik, metafizik ve fizik kürelerin iç-içeliği nedeniyle, yorumların hangi küreye ait olduğunun tespiti elzemdir.
Şimdiye değin, yazıda, tarihî bir mîrâsın anlaşılması için dikkat edilmesi gereken noktalar üzerinde duruldu; elbette modern ve çağdaş felsefe-bilim çalışmaları için de benzer bir durum söz konusudur. Tersi durumda, İran?da olduğu gibi, çağdaş gerçeklik algılarından habersiz; nüfûz etmekle birlikte, kadîm dilin dâiresi içinde hapsolup, kendi içinde dönen bir nazarî-felsefî yaklaşıma mahkûm olur; çağın mevcûd/mahsûs üzerindeki tefekkürünü ihâta edemeyiz.



*İhsan Fazlıoğlu, ?Modern Dünya?da Bilgi ve Zihniyet?, Türkiye Günlüğü, Sayı 112, s. 13-17.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts