İhsan Fazlıoğlu: "Türkçe Telif ve Tercüme Eserlerin Dil Bilincinin Oluşmasındaki Yeri ve Önemi"
"Osmanlı Döneminde Fen Bilimlerindeki Türkçe Telif ve Tercüme Eserlerin Dil Bilincinin Oluşmasındaki Yeri ve Önemi", Dil, Kültür ve Çağdaşlaşma, Editör: Bahaeddin Yıldız, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Enstitüsü, Ankara 2003, s. 153-164 [Aynı adlı sempozyum bildirisinin basılmış metnidir].
|
Osmanlı döneminde fen bilimlerindeki Türkçe telif ve tercüme eserlerin dil bilincinin oluşmasındaki yeri ve önemi nedir gibi bir soruya cevap vermeden önce böyle bir sorunun zemininde yer alan 'bir Osmanlı bilgininin dil anlayışı ve tasavvuru nedir?' sorusunu kısaca ele alıp incelemek gerekir. I. Osmanlı Bilgininin Dil TasavvuruOsmanlı kültüründe dil, Varlık kavramıyla olan ilişkisi çerçevesinde ele alınır. Sa'deddîn Taftâzânî ile Taşköprülü-zâde'ye dayanarak bu çerçeve şöyle özetlenebilir: Varlık, fizik, zihin, dil ve yazı'da olmak üzere dört sferde tezâhür eder. Fizikte varolan nesnenin gerçekliğini, zihinde varolan nesnenin imajını (suretini), dilde varolan nesnenin adını, yazıda varolan ise (nesnenin) adının resmini verir. Ancak bu dört sferdeki her bir varlık alanı biribirine delâlet eder; başka bir deyişle bu dört sfer arasında Mutlak Varlık kavramı çerçevesinde bir birlik vardır. Buna göre, yazıda varolan dilde varolana, dilde varolan zihinde varolana, zihinde varolan ise fizikte varolana delâlet eder. Mutlak Varlık kavramına nisbetle dört varlık sferi arasında bulunan birliğe rağmen yazıda ve dilde varolan uzlaşımsaldır. Bu durum dört varlık sferinin biribirine delâletinin içeriğini de belirler. Buna göre; nesnenin adı [dilde varolan] hem nesnenin imajına (sûretine) [zihinde varolan] hem de nesnenin gerçekliğine [fizikte varolan] 'ses' ve 'anlam (kavram)' yönünden bağlıdır; bu 'bağ' ise nesnenin adının resminde 'nakş'edilir. Yazıda ve dilde varolanda, diller ve alfabeler farklı olduğundan yani uzlaşımsal olduğundan 'delâlet eden' değişebilir; ancak zihindeki varolana delâlet ettiklerinden, zihindeki 'delâlet edilen' değişmez; çünkü dillerin değişmesiyle nesneye ilişkin imaj farklılaşmaz. Benzer şekilde nesnenin imajının dillere göre farklı adlandırılması ve bu adların farklı yazımı, nesnenin imajının nesnenin gerçekliğine olan delâletini farklılaştırmaz 2. Özet bir şekilde serimlenen ve tarihî arkaplanı İbn Sînâ ? Gazâlî ? Fahreddîn Râzî çizgisine dayanan 3 Osmanlı bilginin dil anlayışında dil alanı uzlaşımsal olduğundan milletlere, hatta çağlara göre değişebilir. Bu özelliğiyle dil nesnenin adını verir; ayrıca hem nesnenin dışdünyadaki gerçekliğiyle hem de zihindeki imajıyla alakalıdır. Öyleyse dil nesnenin gerçekliği ile imajını aktaran, temsil eden bir vasıtadır, bir âlettir. İşte bundan dolayıdır ki, Osmanlı Medreselerinde dil bilimleri nesnenin imajına ve gerçekliğine ulaştıran âlet ilimleri olarak sınıflandırılmış ve okutulmuştur. Nitekim Kânûnî Sultan Süleymân döneminin ünlü müderrisi ve filozofu Taşköprülü-zâde (öl. 968/1561), Miftâh el-seâ'de ve misbâh el-siyâde adlı tanınmış eserinde ilimleri yukarıda özetlenen Varlık anlayışına göre sınıflandırmış ve dil ilimlerini âlet ilimleri olarak incelemiştir 4. Başka bir deyişle Taşköprülü-zâde, önce nesnenin adının resmi olan yazı'ya ilişkin bilimleri; sonra nesnenin imajının adı olan dil'e ilişkin bilimleri; daha sonra nesnenin sûretinin formel inşasını gerçekleştiren mantık bilimleri; en nihayetinde de nesnenin gerçekliğini araştıran bilimleri ve alt dallarını ele almıştır. II. Osmanlı Bilgininin Dil Tasavvurunda Türkçe'nin Yeri Böyle bir anlayış 'saf dil kavramı'na dayansa da, sınıflandırmanın dönemin bilim ve kültür dili Arapça'ya göre yapıldığı düşünülecek olursa, şu soru kendiliğinden karşımıza çıkacaktır: Bu dil tasavvurunda Türkçe'nin yeri nedir? Bu sorunun cevabı her şeyden önce yukarıda serimlenen anlayışın içerisinde mevcuttur: Dil hem nesnenin gerçekliğini hem de imajını 'ses' ve 'anlam' yönünden temsil eden bir âlet olduğundan dilin değişmesi ne nesnenin gerçekliğini ne de imajını değiştirir. Öyleyse gerçekliğin ve bu gerçekliğin imajının farklı dillerde ifade edilmesi yalnızca bu dilleri konuşan insanlar açısından belirli bir önemi hâizdir. Öyleyse hakikat ile suretinin belirli bir dile dökülmesi o dili konuşan insanların bu hakikat ile sûreti 'işitmesi' ve 'anlaması' açısından zorunludur. Bu durumda yapılacak iki şey vardır: Ya insanlara, bu dönemde, hakikat ile suretini temsil eden Arapçayı 'anlayacak' şekilde öğretmek ya da hakikat ile suretini temsil eden Arapça'dan başka bir dile yani Türkçe'ye aktarmaktır. Çünkü hakikat ile suretinin onunla muhatab olan kişiler bakımından anlaşılması için böyle bir aktarım zorunludur. Öyleyse Osmanlı döneminde hakikat ile suretini temsil eden Arapça, Farsça, Latince, Fransızca, vb. hem kısmen alfabesi hem de dili farklı olan bir metni Türkçe'ye ya da başka bir dile hem telif hem de tercümeyle aktarma anlayışının anahtar kavramı, bu aktarmaya 'muhatab olan' kişidir. Başka bir deyişle aktarımı zorunlu kılan, bu aktarıma 'muhatab olan' kişinin dilidir. Kısaca, hakikatin hangi dille temsil edileceği sorunu, 'hakikat'in ulaştırıldığı insanın hangi dili konuştuğu sorusuna verilecek cevaba bağlıdır. O dönemde yüksek İslâm kültürünün dili Arapça olunca yani hakikatin temsil edildiği dil Arapça olunca, üst-kültürün eğitimini alan kişi de Arapça üzerinden hakikati elde eder ve onunla ilişki kurar. Hakikatin ulaştırıldığı kişi Türkçe konuşan bir kişi ise, anlama sorununu aşmak için, hakikatin Türkçe'yle temsil edilmesi gerekir. Öyleyse Osmanlı dönemindeki telif ve tercümelerin Türkçe olması muhatabın Türkçe bilmesiyle alakalı olduğundan, "muhatab" kavramı çerçevesinde şu tasnifi yapmamız mümkündür: ? Muhatab ilme yeni başlayan ve yalnızca Türkçe bilen bir öğrencidir. ? Muhatab, eserin kendisine sunulduğu yalnızca Türkçe konuşan Sultan ya da yüksek rütbeli etkili-yetkili bir kişidir. ? Muhatab, eserin içerisindeki bilgileri kullanacak ve bürokrasiye mensub, yalnız Türkçe bilen alt rütbeli bir bürokrattır. ? Muhatab, eserin içerdiği bilgilerin kamuya maledilemesi için seçilen bölgedeki yoğun Türk nüfusudur. ? Muhatab, eserin ithaf edildiği siyâsî hakimiyet odağının konuştuğu dildir. Başka bir deyişle siyâsî merkezin diline vurgu yapmak gibi siyâsî bir gaye sözkonusudur. Çünkü bizatihi eserin dili siyâsî hâkimiyetin sembolu olan dile vurgu yapmak istemektedir. ? Muhatab, yazılan eserin içerdiği bilgilerin kullanılacağı alandır. Başka bir deyişle, pratik gayesi olan ve bu gayeyi gerçekleştirecek bilgilerin kullanım alanlarının talebleridir. ? Muhatab, telif ve tercüme edilen eserin okuyucu kitlesinin fazlalığıdır. Başka bir deyişle eserin etki ve kullanım alanını genişletmeyi düşünmektir. ? Hiç bir pratik hedef gütmeden yalnızca Türkçe dil bilincine dayanan telif ve tercüme faaliyetinde muhatab kişinin dil bilincinin varlığıdır. Burada 'muhatab' kavramı çerçevesinde verilen sıralama pek çok eserde içiçe girmiştir. Başka bir ifadeyle bir eserin Türkçe telif ya da tercüme olması yukarıda verilen şıklardan birisine veya bir kaçına aynı anda dayanabilir. III. Türkçe Telif ve Tercüme Eserlerden Örnekler Yukarıda muhatab kavramına göre sıralanan maddelerin bazılarına, bu bildiride, Osmanlı fen bilimleri sahasında temsili yüksek metinlerden bazı örnekler vermek gerekirse... 1. Muhatabın öğrenci olması Muhatabın ilme yeni başlayan ve yalnızca Türkçe bilen bir öğrenci olması örneği sıkça rastlanan bir durumdur. Ahmed-i Dâî (824/1421'de sağ), Nasîruddîn Tûsî'nin takvim konusundaki Sî Fasl adlı eserinin tercümesinin önsözünde bu eseri Türkçe'ye tercüme etmesinin nedenini şu şekilde açıklar: "... bazı mübtedilere [Farsça metni okumak] müşkil olduğiçün Türkî dile tercüme eyledik..." 5. Tıb, matematik, astronomi gibi pek çok ilmî sahada Türkçe'ye yapılan tercümelerin girişinde rastlanan bu ifâde, tercümenin muhatab kitlesinin dil durumuna işaret eder. Diğer bir örnek, yükselme dönemi Osmanlı Devleti'nin başkenti İstanbul'da yaşayan astronom-muvakkıt Konyalı Mehmed b. Kâtib Sînân'ın (öl. 930/1523-24 civarı), Risâlet el-ceyb adlı eserin tercümesine yazdığı girişteki şu ifadedir: "... vaktaki bazı evlâdımız bu kemîneden marifet-i cuyûbun tahsilin taleb ettiler... lisân-i Türkî'ye tercüme ettik..." 6. İlme yeni başlayan ve yalnızca Türkçe bilen öğrenciler için eser telif ve tercüme etmeye en iyi örnek astronom, muvakkıt ve coğrafyacı Müneccimbaşı Musliddîn Mustafa b. Ali el-Muvakkıt'ın (öl. 979/1571) eserleridir. Nitekim, 'müceyyeb-i âfâkî' diye bilinen astronomi âletini inceleyen Risâle-i ceyb-i muceyyeb-i âfâki adlı eserinin önsözünde: "...Bu risâleyi bir mukaddime üzerine ve dahi yirmi beş bâb üzerine Türkçe tertib eyledim, tâliblere âsân olsuniçün..." 7. diyen Müneccimbaşı Mustafa, bu ifâdeleriyle hedef kitlesini de göstermiş olur. Herhangi bir bilim dalında eğitime yeni başlayan bir öğrenci için ?ki bu Türkçe konuşan bir öğrencidir- Türkçe kitap telif ve tercüme etmek hemen hemen her alanda yaygın bir tavırdır. Fâtih Sultân Mehmed döneminde muhasebeciler için Hayreddîn Halîl b. İbrahim (IX./XV. asır) tarafından Farsça kaleme alınan Miftâh-i kunûz-i erbâb el-kalem ve misbâh-i rumûz-i eshâb el-rakam adlı eserin, yazarın öğrencisi Pîr Muhammed Sıdkî el-Edirnevî tarafından hemen Türkçe'ye çevrilmesi hem Osmanlı muhâsebe sınıfının yapısını hem de muhâsebe sınıfındaki çırakların dillerinin Türkçe olduğunu gösterir. Çünkü Pîr Mahmûd çevirisinin önsözünde şöyle demektedir: "... mübtedîlere âsân olsuniçün bu edafü'l-ibâd... Pîr Mahmûd el-Edirnevî eş-şehîr bi's-Sıdkî... elinden geldikçe zebân-i derîden [Fârisî'den] Türkîye tercüme olundu..." 8. demektedir. 2. Muhatab kitlenin genişlemesi: Genel fayda Yazılan eserin tesir alanını genişletmek, başka bir ifadeyle yalnızca öğrencileri düşünmeden daha büyük bir kitleye ulaştırmak, Türkçe eser telif ve tercüme etmenin başka bir nedenidir. Eserlerde bu amacı ifade için kullanılan deyim "fâidesi 'âm ola" yani "faydası yaygın olsun" şeklindedir. Nitekim Müneccimbaşı Mustafa b. Ali, Teshîl e-mîkât adlı eserinin önsözünde şöyle der: "... tâlib ve râğıp olanlar içün Türkî dilince bir risâle cem' eyliyem, fâidesi 'âm ola..." 9. Bir eserin içerdiği bilgilerin geniş kitlelere ulaşmasını hedefleyen çalışmalara verilebilecek en güzel örneklerden birisi belki de Zic-i Uluğ Bey'in Türkçe'ye tercümesidir. Mütercim Abdurrahman b. Osmân (XI./XVII. asır), eseri Kâhire Azaplar Ocağı ağası Hasan Efendi'nin emriyle yaptığını belirtir ve Hasan Efendi'nin emrinin içeriğini şöyle açıklar: "... şumûl-i menfaat içün bu fakire Türkîye tercümesiyle emr eyledikte imtisâlen li-emrihi irsâl olunan nüsha-i latîfeden Türkîye tercüme..." 10. Yenileşme döneminde, özellikle Osmanlı medreselerinde okutulan klasik matematik, astronomi gibi sahalara ait eserlerin Türkçe'ye tercüme edilmesi 'genel fayda' kavramı, başka bir deyişle istifâdeyi yaygınlaştırmak açısından incelenebilir. Bu duruma en güzel örnek Kuyucaklı-zâde Mehmed Atıf Efendi'nin (öl. 1263/1847) Bahâuddîn Amilî'nin (öl. 1622) Hulâsat el-hisâb'ını Sultan II. Mahmûd'un isteği üzerine Nihâyet el-elbâb fî tercümet hulâsat el-hisâb Türkçe'ye tercüme etmesinde görülür: "... amîmu'n-nef' bir eser olur mülâhazasıyla ... lisân-i Türkî'ye tercüme..." 11. Yeni tarz eğitim kurumları olarak mühendishâneler Türkçe'nin yenileşme döneminde bir bilim ve düşünce dili olarak gelişmesinin arkasında yatan neden olarak görülebilirler. Bu kurumlarla artık Türkçe, yalnızca Türkleri ilgilendiren bir dil olmaktan çıkmış 'yeni'yi bütün bir İslâm dünyasına aktaran bir karakter kazanmıştır. Nitekim 1806-1817 tarihlerinde mühendishane başhocası olan Hüseyin Rıfkı Tamânî'nin (öl. 1232/1817) telif ettiği eserlerde ?ki hepsi Türkçe'dir- kullandığı ifadeler, artık Türkçe telif etmenin maksadının ve siyâsetinin genişlediğini gösterir. Bu yaklaşımına uygun olarak Hüseyin Rıfkı, Logaritma Risâlesi'nde şöyle der: "... tâife-i Efrencin ihtirâ ' eyledikleri 'logaritma' ismiyle musemmâ olan cedâvil-i selâsenin bilâd-i İslâmiye'de şuyû ' u hasebiyle tarîk-i a' mâli ehemm ve elzem olmağın, ... bir risâle telîf ve tanzîm ve nef ' i' ' âm olsun içün lisân-i Türkî üzre terkîm eyledim..." 12. Bu cümlelerde artık Türkçe, bütün İslâm âlemine aktarılan 'yeni bilgilerin' aracı olarak görülmektedir. Eserin Türkçe olması da hem aktarımın 'yaygın' hem de faydasının 'genel' olmasını sağlayacaktır. Bu ifadelerde geçen eserin kolaylaştırılması ya da anlaşılır kılınması eserin içeriği itibariyle değil eserin muhatabı itibariyledir. Başka bir deyişle eseri okuyacak kişilerin anadillerinin Türkçe olması hasebiyle eserin de Türkçe telif edilmesi ya da Türkçeye çevrilmesi bir kolaylık ve anlaşılırlık zemini oluşturacaktır. 3. Muhatabın bürokrasi sınıfına mensub olması Osmanlı Devleti'nin değişik bürokratik sahalarına mensup Türkçe konuşan kişiler için Türkçe eser telif ya da tercüme etmek yaygın bir davranış tarzıdır. Bu durum en güzel Osmanlı muhasebe sınıfı ile muvakkıt sınıfına yönelik olarak kaleme alınan Türkçe matematik ve astronomi eserlerinde gözlemlenebilir. Örnek olarak Hacı Atmacaoğlu'nun (899/1494'de sağ) 899/1494 tarihinde tamamlayıp Sultan II. Bâyezîd'e sunduğu muhasebe matematiğiyle ilgili Mecma' el-kavâid adlı eserin önsözünde söyledikleri hem muhâsebe sınıfının hem de bu sınıf içerisinde usta-çırak ilişkileriyle eğitim gören çırakların Türkçe eser ihtiyaçlarını vurgular: "...bu kitabın müellifi Muhyiddîn Mehmed b. el-Hâc Atmaca el-Kâtib,.. unfuvân-i şebâbda ve âvân-ı şeyhûhette eşref-i a'yândan ve umerâ-i dîvândan erbâb-i kalem ve eshâb-i rakam olan kâmil ve fâzıl kimesneler ile musâhabet ve ihtilât idüb müddet-i medîd ve zemân-i ba'îd onların hidmetinde olup... pes bu fakir dahi diledim ki Arabî'den ve Fârisî'den tercüme edüb bu ilm-i hisabda bir risâle bünyâd idem ki zemâne hâline münâsib olub metâlib-i elbâb ola... şol mübtedi olanlar fehm idüb istifâde idecekleri derecede olanları beyân eyliyem..." 13. Bu sahadaki en olgun örnekler Nasûh el-Matrakî'nin (öl. 971/1564) muhasebe matematiği sahasındaki eserleridir. Hem Cemâl el-kuttâb ve kemâl el-hussâb14 hem de Umdet el-hussâb adlı eserlerinin adları hem de önsözlerindeki ifadeleri eserlerin hedef kitlesinin Osmanlı muhasebe bürokratları olduğunu gösterir. Ancak Matrakî'nin Umdet el-hussâb'daki ifadeleri, artık Türkçe matematik kitablarının telif maksadının yalnızca mübtediler ve muhâsibler için olmadığını, başka bir ifadeyle Türkçe matematik eserlerin yavaş yavaş hedef kitlesini genişlettiğini gösterir. Matrakî şöyle diyor: "... bu risâleyi inşâ ve bu makâle-yi peyda idüb... mürettep ve mühezzeb kıldım, tâ kim mübtedilere tabsıra ve müntehîlere tezkire olub müfîdlerin ifâdelerine delîl ve müstefîdlerin istifâdelerine sebîl ola..." 15. 5. Eser sunulan kişiler ve siyâsî îrâde Sultanlara ve Devlet'in ileri gelen erkânına sunulan pek çok eserin Türkçe olduğu; bazı Sultanların Türkçe telif ve tercümeyi özellikle teşvik ettiği de bilinmektedir. Bu durum hem eserin sunulduğu kişilerin bazı eserlerin Türkçe olmasını arzu etmelerinden hem de dil sorunu nedeniyle eseri daha iyi bildikleri Türkçe'yle okumak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Osmanlı bilgi tarihi içerisinden pek çok örneğin verilebileceği bu duruma güzel bir örnek Arap asıllı olmasına rağmen Muhamed b. Zeynelâbidîn el-Bekrî'nin (öl. 1087/1676) Mısır vâlisi Ahmed Paşa'nın isteği üzerine Nil Nehrinin Tarif ve Evsâfı adlı Türkçe bir eser kaleme almak zorunda kalmasıdır. Müellif önsözde eserin telif sürecini anlatırken: "... ba'dehu bu fakire emr itdi ki Nil-i mübârekin kütüb-i Arabî'de mestûr ve mezkûr olan ahvâl ve evsâfını çıkarub Türkî'ye tercüme edüb pes emirleri mucebince Nil-i Mısr'ın kütüb-i mütedâvilede zikr olunan demektedir. Siyâsî iradenin dili olarak Türkçe eser tercümesine en iyi örnek Tunuslu Ahmed'in (967/1599'da sağ) Latince'den hareketle hazırladığı harita çizim ve tercümesinde görülür. Yazar şöyle diyor: "... bu tercümeyi Türk dilinde hazırladım. Zira ki bu dil bugün Dünya'da hükmeder..." 17. Yenileşme döneminde siyâsî irâdenin Türkçe'yi tercih ettiğine dâir pek çok örnek bulmak mümkündür. Çünkü yeni kurulan eğitim kurumlarındaki ihtiyaca binâen eserlerin Türkçe yazılması ya da Arapça'dan ve Avrupa dillerinden Türkçe'ye eserler tercüme edilmesi siyâsî iradenin isteklerine bağlı olarak gelişmiştir. Bunun en güzel örneklerinden birisi, Müftî-zâde Abdurrahim'in (öl. 1252/1836) Osmanlı medreselerinde geometri sahasında ders kitabı olarak okutulan Şemseddîn Semerkândî'nin Eşkâl el-te'sîs adlı Arapça eserini tercüme etmesinde görülür. Zira eserin tercümesini bizzat Sultan III. Selim emretmiştir 18. Osmanlı medreselerinde okutulan klasik metinlerin Türkçe'ye tercümesi konusunda gösterilen bu yaklaşım Avrupa dillerinden yapılan çevirilerde de takip edilmiştir. Hemen hemen bütün metinlerin bizzât Sultanların emriyle, Arapça'ya değil de Türkçe'ye çevrilmesi bunun en güzel kanıtıdır. Halife-zâde Çinarî İsmail Efendi'nin (öl. 1204/1790) Jacques Cassini'nin (öl. 1756) Tables astronomiques adlı zicini Tuhfe-i behîc-i rasînî tercüme-i Zîc-i Cassini adıyla tercümesi bu duruma temsili güçlü bir örnektir. Çünkü eserin tercümesi bizzât Sultan III. Mustafa'nın emr-i hümâyunu ile Çinarî İsmail Efendi'ye havale edilmiştir 19. 4. Dil bilinci Hiç bir pratik hedef gütmeden yalnızca Türkçe dil bilincine dayanan telif ve tercüme faaliyetlerine pek çok örnek vermek mümkündür. Ancak Arapça ve Farsça gibi dillerde yazılmış eserleri Türkçe'ye kazandırma arzusunda yatan dil bilincine ait en güzel örnek Seydî Ali Reis'in (öl. 970/1563) astronomi sahasındaki Hulâsat el-hey'e adlı tercüme-telif eserinde görülür. Yazar, Kânûnî Sultan Süleymân'ın bir Doğu seferi esnasında orduya katılır. Sefer dönüşü ordu Halep'te kışlar. Bu esnada şehirde bulunan Abdullah el-Ensârî zaviyesinde ders veren Hamdullah b. Şeyh Cemâleddin'den ders okumaya başlar. Bundan sonraki gelişmeleri yazarın ağızından dinleyebiliriz: "Bir gün esna-i musâhabetde, [Hoca Hamdullah]: "ilm-i hey'ete müteallik lisân-i Arabî'de ve zebân-i Fârisî'de nice kitâb mu'teber ola, Türkî dilde niçün olmaya" der. Akabinde Hoca Hamdullah, Ali Kuşçu'nun Fâtih Sultan Mehmed'e sunduğu el-Fethiyye fî ilm el-hey'e adlı eseri üzerinde durur ve ekler: "... onun ilm-i he'yetde telîf itdüğü kitâb muteberâttandır, anı tercüme itmek gâyet münâsibdir" 20. Neticede bu istek üzerine Seydî Ali Reis eseri pek çok eklemeyle tercüme eder ve 995/1587'de Kânûnî Sultan Süleymân'a sunar. Arapça, Farsça veya çeşitli Avrupa dillerinde yazılmış kitapları Türkçe'ye aktarma kaygısı da dil bilincinin bir göstergesi olarak düşünülebilir. Mütercimin bu faaliyetteki hedefi hiç şüphesiz yabancı dillerde yazılan eserlerin içerdiği bilgilerden Osmanlı entelektüel ortamını ve bilim çevrelerini haberdar etmektir. Bu bilgiler Osmanlı bilim çevreleri için "yeni" olabileceği gibi, klasik bilim geleneğinde mevcut olan ancak hakkında derli toplu Türkçe kitab bulunmayan konularda da olabilir. Câbî-zâde Halîl Fâiz'in, (öl. 1134/1722), tercüme-telif yoluyla hazırladığı Fezleket el-hisâb adlı eser ise Osmanlı bilginlerinin elinde bulunan Arapça ve Farsça kitaplardaki bilgiyi Türkçe'ye aktarmak istediklerine dâir güzel bir örnektir. Çünkü mütercim medrese mezunudur ve kendisinin tercüme ettiği eserlere nüfuz edebilmektedir. Öyleyse tercümeden amaç nedir? Bu sorunun cevabını mütercimden dinleyelim: "...bazı mehâdîm-i kirâm ve ihvân-i hulûs-irtisâm ile Zic-i Gürgânî'den istihrâc-i dustûr ve istinbât-i harekât-i kevâkib müzâkeresi esnâsında hisâb-i erbâb-i tencîme müteallik Türkî bir risâle tahrir hatır-ı fâtırına sunûh-i hutûr eylemekle... fenn-i hisâbda husûsen fenn-i mezbûrda müellef olan Arabî ve Fârisî kütüb-i resâilden tercüme ve iltikât tarikî ile cem' ve tertîb olunub..." 21. XVIII. yüzyılda artık hem öğrencilerin hem de ilmî konularla ilgilenen insanların Türkçe eser telif ve tercümesine özel bir önem verdikleri açıkça görülür. Alaşehirli Yusuf b. İlyâs b. Yusuf'un (XII./XVIII. asır) ilm-i mîkât ile ilgili eserinin önsözünde söyledikleri bu açıdan oldukça ilginçtir: "... buna müteallik nice Arabî kitablar telif olunub zaman-i kadimden beru ilâ yevminâ hâzâ ta'lîm ve taallüm olunageldi; ihvânımızdan bazı Türkçe eser yazma veya Türkçe'ye eser telif etme anlayışının belirli bir dil bilincine dayanmasına en güzel örnek mühendishane başhocalarından olan Seyyid Ali Paşa'nın (öl. 1262/1846) tavrında görülür. Koni kesitleriyle ilgili Kutû'-i mahrutât adlı eserinin önsözünde: "... ilm-i mezkûre dâir nusah-i kesire bu Devlet-i aliyye-i ebed-kadîmede mevcûd ise de cümlesi Arabîyü'l-ibâre ve Franca lisânı üzere olduğundan.../../... ba'zen Arabîyü'l-ibâre ve ba'zen Franca lisânı üzre olan mahrûtiyât kitaplarından lisân-i Türkî-i rûşen-beyân'a tercüme.../.../... talibine alâ tariki'l-îzâh ifhâm zımnında..." 23. diyen Seyyid Ali Paşa'nın amacı oldukça açıktır. Seyyid Ali Paşa'nın cümlelerinde dikkat edilmesi gereken başka önemli bir nokta Türkçe'nin 'rûşen-beyân' yani 'parlak ifâdeli' şeklinde nitelendirilmesidir. Nitekim Türkçe'ye ilişkin övgü ifâdeleri artık bu dönem müelliflerinde görülmeye başlamıştır. IV. Sonuç ve Değerlendirme İstanbul merkezli Osmanlı kültür hayatında bir bilgi dalının Türkçeleşmesi ya da bir bilgi dalında Türkçe telif ve tercüme eser verilmesi o bilgi dalının insanlarla 'yakın temasına' ve bu 'temasın' mesafesine bağlıdır. Öyleyse soru şu şekilde sorulabilir: Hangi bilgi dalları Türkçe konuşan insanlarla yakın temas halindeydi? Bu sorunun cevabı açıktır: Pratikle yani eylemle alakalı bilgi dalları. Çünkü 'eylem', İstanbul merkezli Osmanlı kültür hayatında Türkçe konuşan insanla kurulan bir 'ilişki' demektir. Bundan dolayı, Osmanlı kültür hayatında başta tıb olmak üzere coğrafya, müzik gibi bilgi dallarında Türkçe eser verme hem erken bir tarihte başlamış hem de oldukça yaygınlaşmıştır. Öyle ki örnek olarak coğrafya alanında Türkçe eser veren yazarlar, eserlerini Türkçe telif etmelerine ilişkin herhangi bir 'gerekçe' ileri sürme ihtiyacı bile hissetmemişlerdir. Bunun nedeni, hem coğrafyanın 'teorik bilgi'yi temsil eden medreselerde bağımsız bir ders olmamasında hem de coğrafya eserlerinin hitab ettiği kesimin yani bürokrasinin dilinin Türkçe olmasında aranabilir. Benzer şekilde teorik astronomide eserler daha çok Arapça kaleme alınırken astronomi âletleri ve vakit tayini gibi pratik astronomi alanlarında Türkçe eser verme erken bir dönemde başlamış ve yaygınlık kazanmıştır. Bu duruma verilebilecek en güzel örnek matematik'tir. Çünkü teorik matematik alanında eserler yenileşme dönemine kadar Arapça yazılırken muhasebe matematiğinde ister aritmetik isterse misaha olsun eserler büyük oranda Türkçe kaleme alınmıştır. Osmanlı kültür hayatının ilk dönemlerinde eserlerin yalnızca 'mübtediler' düşünülerek Türkçe kaleme alınması ya da Türkçe'ye tercüme edilmesi zihniyeti, zamanla muhatab kitlenin genişlemesiyle 'genel fayda/istifâdenin yaygınlaşması' kavramına uygun olacak şekilde değişmiştir. Belki de bu durum, medreseler dışında, özellike devlet bürokrasisinde, konaklarda, tekkeler, zâviyeler ve dergahlardaki eğitim-öğretim faaliyetinin yaygınlaşması neticesinde Türkçe okuma yazma bilen kişilerin sayısında belirli bir artışın vukû bulmasıyla ilgilidir. Bu ihtiyaç modern tarzda eğitim veren mühendishaneler gibi kurumların kurulmasıyla daha da artmıştır. Modern eğitim kurumlarında okutulacak eserlerin Avrupa dillerinden çevrilmesi Türkçe'nin bir bilim dili olarak yükselmesine yardım etmiştir. Ancak bu eserleri tercüme eden bilginler yabancı terimlere Arapça menşeli karşılıklar bularak Arapça'yı Avrupalılar nezdindeki Latince'ye benzetmişlerdir. Bu davranış, Arapça'nın Osmanlı bilgini için artık Latince gibi 'ölü' bir dil olduğu kabulunu zımnen içermektedir. Yenileşme sürecinde Avrupa dillerinden hareketle vukû bulan bu tercüme hareketi, Türkçe açısından başka bir önemli sonucu doğurmuştur: Bu sonuç, İslâm kültür tarihinde ilk defa Türkçe'nin tüm İslâm dünyasına bilgi aktaran 'ortak' bir dil olma özelliğini ve olanağını kazanmasıdır. Fen bilimlerine ilişkin pek çok Türkçe eserin İstanbul dışında, başta Kâhire olmak üzere, İslam dünyasının değişik merkezlerinde basılması; ayrıca Türkçe basılı eserlerin Tataristan ve Türkistan başta olmak üzere, İran, Irak, Suriye ve Mısır gibi bölgelerde yaygınlaşması bu bölgelerde 'yeni bilimlere' yönelen kişilerin dil tercihini göstermesi açısından dikkate şayandır. Yenileşme döneminin arkaplanı olması nedeniyle burada vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta şudur: Lâle devrindeki tercüme faaliyeti bizzat devlet tarafından organize edildiğinden büyük oranda bir 'Türkçe hareketi' olarak ortaya çıkmıştır. Öyle ki Lâle devrinden sonra Türkçe telif ve tercüme eden yazarlar artık Türkçe telif ve tercüme etmelerine hiç bir gerekçe göstermemeye başlamışlardır. Bu tavrın sonucu olarak Türkçe telif ve tercüme etmek doğal bir davranış halini almıştır. Devlet'in bizzât organize ettiği bu hareketin yarattığı psikolojik hava daha sonraki yenileşme döneminde Türkçe telif ve tercüme hareketleri için de verimli bir başlangıç oluşturmuştur. Kısaca, fen bilimlerindeki Türkçe eser telif ve tercüme hareketi Osmanlı sivil ve askerî devlet bürokrasinin yerleşmesi ve karmaşık hale gelmesine paralel bir şekilde artmıştır Bu açıdan Türkçe'yi taşıyan unsurun sivil ve askerî bürokrasi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nitekim XIX. yüzyılda başlayan yenileşme hareketinde Mustafa Reşid Paşa ile Ahmet Cevdet Paşa'nın dil faaliyetleri bürokrasinin Türkçe'nin kaderinde ne kadar belirleyici olduğunu ortaya koymaktadır. Kanımızca bu durum bugün için de geçerliliğini sürdürmektedir. Çünkü askerî ve sivil bürokrasinin temerküz ettiği, yoğunlaştığı 'başkent' kendisini yani dilini buyurur. "Osmanlı Döneminde Fen Bilimlerindeki Türkçe Telif ve Tercüme Eserlerin Dil Bilincinin Oluşmasındaki Yeri ve Önemi", Dil, Kültür ve Çağdaşlaşma, Editör: Bahaeddin Yıldız, Hacettepe.Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Enstitüsü , Ankara 2003, s. 153-164 [Aynı adlı sempozyum bildirisinin basılmış metnidir]. * Dr., İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü. 2Sa'deddîn Taftâzânî, Şerh el-meqâsid, nşr. Abdurrahman Amayre, Beyrut 1989, c. I, s. 342-344. 3 İbn Sînâ, Kitâb el-necât, nşr. Mâcid Fahrî, Beyrût 1985, s. 49; Gazâlî, Mi'yâr el-'ilm, nşr. Ahmed Şemsuddîn, Beyrut 1990, s. 47-48. 4 Taşköprülü-zâde, Miftâh el-se'âde ve misbâh el-siyâde, c. I, Beyrut 1985, s. 69-70. 5 Süleymâniye Kütübhanesi, Lâleli nr. 2735, dibâce. 6 Süleymâniye Kütübhanesi, Ayasofya nr. 2594, dibâce. 7 Süleymâniye Kütüphânesi, Aşir Efendi nr. 470/4, dibâce. 8 Süleymâniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa nr. 1973, dîbâce. 9 Süleymâniye Kütüphanesi, Ayasofya nr. 2616/1, dîbâce. 10 İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY, nr. 6551, önsöz. 11 Süleymâniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud nr. 5721, dibâce. 12 Kandilli Rasathanesi nr. 216, dibâce. 13 Süleymâniye Kütüphanesi, Esad Efendi nr.3176, dîbâce. 14 Süleymâniye Kütüphanesi, Esad Efendi nr. 3152/1, dîbâce. 15 Süleymâniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa nr. 1987, dîbâce. 16 İstanbul Belediye Kütüphanesi Muallim Cevdet, nr. K. 172/3, dibâce. 17 Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1943, s. 73-74. 18 İstanbul Üniversitesi, TY, nr. 6838, dibâce. 19 Kandilli Rasathanesi nr. 228, dibâce. Bu durum Osmanlı bilginlerinin de dikkat ettikleri bir durumdur. Makamî Süleyman b. Mustafa b. Kemâlî (öl. 1210/1795 civ.) 1789 tarihinde Çinarî İsmail Efendi'nin Zic-i Cassini tercümesini Zic-i cedîd-i hulâsa-i garrâ adıyla İstanbul meridyenine ve hicri senelere göre yeniden düzenlediği eserin önsözünde "... Zîc-i cedîd-i Cassini'yi erbâb-i hünerden Halîfe-zâde İsmail Efendi merhûm Sultan Mustafa Han Hazretleri'nin emriyle lisân-i Lâtinden lisân-i Türkî'ye tercüme idüb..." [Kandilli Rasathanesi nr. 223, dibâce] demektedir. 20 Süleymâniye Kütüphanesi, Ayasofya nr. 2591. 21 Süleymâniye Kütüphanesi, Esad Efendi nr. 3172, dîbâce. 22 Süleymâniye Kütüphanesi, Carullah nr. 1471/2, dibâce. 23 İstanbul, Matbaa-i bâb-i seraskeriye 1257/1841, önsöz. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder