İhsan Fazlıoğlu: "Kim Aydınlanacak:
İnsan-Makine Mi, Makine-İnsan Mı?"
Papaz J. F. Zöllner’in, Aralık 1783’te, Berlinische Monatsschrift’te yayımlanan “Aydınlanma nedir?” sorusu, sorulduğu günden itibaren, günümüze değin farklı yanıtların muhatabı oldu. Moses Mendelssohn ile Immanuel Kant’ın cevabî yazılarından başlayarak devam eden bu süreçte, P. L. Haffner, J. G. Hamann, E. Cassirer, P. Hazard, P. Gay, M. Horkheimer, T. Adorno gibi pek çok düşünür ve yazar, kendi anlayışları çerçevesinde, bu soruyu ele aldılar. Aydınlanma, karşı-Aydınlanma kavramını doğurdu; tek bir ‘Aydınlanma’nın değil ‘Aydınlanmalar’ın söz konusu olduğu ifade edildi. Zamanla, sorunun içeriği karanlıklara gömüldü ve Aydınlanma kavramı, giderek entelektüel şiddetin üzerinden yürütüldüğü bir simgeye dönüştü; günümüzde hâlâ mısdâkı açık-seçik ortaya konulamamakla birlikte, dinî, felsefî, hatta siyasî tartışmalarda, düzenleyici (regulatif) bir kavram olarak kullanılmaya devam etmekte; simgesel çatışmanın bir aracı olarak acımasızca sömürülmektedir.
Bu yazıda, soru’nun ve sorun’un içeriği ve tarihsel gelişimi arkaplanda tutulmak kaydıyla, Immanuel Kant’ın cevabî yazısı üzerinden konuyla ilgili bazı mülâhazalarda bulunulacaktır. Ancak bu mülâhaza etkinliğine, “bilginin belirli bir amaç için kalkışılan bir eylem tarzı olduğu” ilkesi, her daim eşlik edecektir. Başka bir deyişle, mensubiyet duyduğum geleneğin, “bilgi ile eylem, ikiz kardeştir”, dolayısıyla “eylem olmadan, bilgi ve dahi, bilgi olmadan, eylem talep edilemez” kabullerinin imlediği gibi bilgi ile eylem, birbirini var-eden, ören, eş-zamanlı tek bir sürecin iki farklı yüzüdür. Bu nedenledir ki, bilgi ve ona ilişkin herşey, boş bir uzay-zamanda cereyan eden vektörel bir hareket değil; tersine, sabit ile değişkenin birbirine dönüştüğü dinamik bir akıştır. Bu akış içinde, herşey herşeyle ilişkili olduğundan, bilgi seviyesinde akışa ilişkin insan idrakinin icad ettiği sabit yapılar varsayılsa da -ki, bu insan idrakinin doğal kaderidir-, vakıa seviyesinde, hareketin içinde cereyan ettiğinin varsayıldığı uzay-zaman bile hareketle içiçedir; birbirlerini var-kılmaktadır. Başka bir deyişle, kavram, kavrayanın, kavrama eylemi içinde varlığa gelen bir yapıdır; kavranana doğru yönelinildiğinde, orada yalnızca bir kıpırtı görülecektir. Biz de bu yazıda, Aydınlanma sorusunun sorulduğu tarihî sürece geri gidip kıpırtıyı müşahede etmeye çalışacak ve yeni bir kavramsallaştırmaya yelken açacağız.
Kant’ın, 1784’te yayımlanan “Aydınlanma nedir?” yazısında, çift yönlü bir duruş söz konusudur. Şimdiye değin oldukça dikkat çeken birinci yön, geçmişe ilişkindir ve daha çok, Batı Avrupa tarihindeki bir Sistem olarak, Kilise’nin ve siyaset gibi türevlerinin, insan aklı üzerindeki tahakküm ve tasallatunun eleştirisidir. Bu eleştiri, büyük oranda, çok sonraları Bilim Devrimi adı verilen ve bizce düşünürlerin, Kilise’ye karşı ‘sahih bir itikad’ arayışının eşlik ettiği sürece bir atıftır. Elbette bu sürecin ortaya çıkmasını olanaklı kılan pek çok maddî ve manevî koşul mevcuttur: Özellikle Türkler’in yarattığı teolojik; 1250 sonrası Merağa matematik-Astronomi okulu ve ardıllarının yürüttüğü ilmî-felsefî çalışmalarının neden olduğu epistemolojik ve Yeni Dünya’nın keşfi ile ortaya çıkan enformatik(malûmât) bunalımlar, bu koşulların başında gelir. Her halükârda, Batı Avrupa’da insan aklını, kamusal olmaktan çıkarıp bireyselleştiren, Sistem’in yarattığı korkularla baş edebilecek şekilde erginleştiren ve ergenleştiren bu süreç, nefsî, ictimaî, dinî ve siyasî, hatta iktisadî planda, kişinin, kendine ilişkin ben-idrakinin de değişmesine neden olmuştur.
Kant’ın yazısının ikinci yönü, kendi döneminde filizlenmeye başlayan ve daha sonra bir Sistem haline gelecek yeni bilme tarzı ile özellikle bu tarzın yarattığı makine-insan tasavvurudur. Elbette Kant, yazısında, birinci yöne ağırlık verir. Ancak yazısının sonunda, insan aklına tahakküm ve tasallut edecek, yükselen yeni Sistem’in tehlikesine de işaret eder ve “... makineden fazla bir şey olan insan ...” vurgusu yapar. Kant’ın, çok kısa olsa da, bu vurgusu, bizzat Fransız aydınlanmacıları eliyle, zeminindeki vahdetçi teolojiden temizlenen Newtonculuğa dayanan yeni bilme tarzının yarattığı tehlikeyi hissettiği anlamına gelir. İnsanın, ‘makine-gibi’ idraki, yalıtılmış bir olgu değildir ve büyük oranda doğaya ilişkin mekanik-matematik-empirik içerikli yeni bilme tarzından genelleştirilerek elde edilen felsefî bir kabule dayanır. Bu yeni bilme tarzı, tümel yerine geneli; kavram yerine formülü; neden yerine yasayı/kuralı; kesinlik yerine olasılığı koyar; artık bilginin özü logos değil, tekhne-logos’tur. Bu nedenle de, şeyleri derin düşünmek değil(teemmül) ölçmek ve saymak yeterlidir; çünkü şeyler ile insan zihni arasındaki mesafe, anlamakla değil hesap etmekle-ölçmekle kapatılabilir. Kısaca, ister Tabiat’a, ister Hayat’a ilişkin olsun, şeyler, hayretin konusu değil kullanımın konusudur. Tüm bu düşüncelerin sonucu açıktır, kullanmak için Tabiat’ı ve Hayat’ı anlamdan ayıklamak, temizlemek gerekir(disenchantment).
Yunanlılar, başta Mısır ve Mezopotamya olmak üzere, kadîm kültürlerden gelen bilginin, mitos’unu ayıklayarak logos’a geçiş yapmış; ve Evren’deki mitolojik güçleri metafizik güçlere dönüştürmüşlerdi. Bu anlayış, özellikle Aristoteles ile en işlenmiş haline ulaştı ve daha sonra İbn Sina gibi takipçileri tarafından sürekli ta’dîl edildi, geliştirildi ve son sınırlarına ulaştırıldı. Tevhîd anlayışını, akîdevî bir inançtan çıkararak, metafizik bir ilke haline getiren İslâm temeddünü ise, özellikle kelâmcı filozoflar eliyle, logos’u, ilme/bilgi’ye evirdiler. Bu çerçevede, Varlık’ı büyüden arındırdılar; Evren’i, Tanrı dışındaki fail metafizik ara-güçlerden(cause/actor) arındırarak âmil güçlere(factor) geçtiler. Nedeni(reason) Doğa’ya değil, insan aklına hasr ettiler. Evren’in mekanik idrakine giden yolu boşandıran bu kavramsal, giderayak semantik dönüşümler, teorik başkalaşımları da tetiklemiştir. Doğa’ya ilişkin beşerî bilgiyi olasılıklı kabul eden bu yaklaşım, tümeli değil geneli öne çıkarmış; özellikle, İbn Kuteybe’nin işaret ettiği üzere, doğal olgu ve olay’ın mahsus olmasını (el-zâhir li-el-iyân), doğrulanmaya açık kılınmasını (el-sadık inde el-imtihân) ve hem teorik, hem de pratik anlamda yararlı ürün vermesini (el-nafi li-nâzil el-berr ve râkib el-bahr) şart koşmuş; ayrıca, doğal(hakikat) olgu ve olayların bilgisinin inşâsında, insan zihnini de etkin kabul ederek, beşerî bilgiyi hakikat ile itibarın bir terkibi olarak görmüşlerdir. Tüm bu dönüşümlere karşın, İslâm temeddünü, ne Tabiat, ne Hayat, ne de İnsan’ı anlamdan arındırmamıştır; çünkü İnsan, kendi olarak metafiziktir; başka bir deyişle anlamın bizâtihî kendidir. Bu nedenle, insan, sakatlanmadan, anlamdan arındırılamaz; dolayısıyla makine-insan tasavvuru, insanın sakatlanması; Kant’ın tümcelerinin imlediği üzere, insan ihtiyârına (özgür iradesine ve eylemesine), kısaca “... makineden fazla bir şey olan insan...” onuruna uygun olmayan bir durumdur.
Kant’ın çığlığı, Alman felsefesinin daha sonraki gelişiminde karşılık buldu; Alman idealizmine mensup hemen hemen tüm filozoflar, anlamı, yeniden inşâ etmeye çabaladılar. Özellikle W. Dilthey’le birlikte, basitleştirilmiş bir ifadeyle, açıklamanın konusu kılınan Tabiat ile anlamanın konusu kılınan Hayat’ın arasında bir ayrım yapılarak, İnsan’ın anlamı, tarihinde aranılır oldu. Öyle ki, bilim tarihi disiplini icad edilerek, bilimin de tarihî dolayısıyla insanın anlamına ilişkin arayışının bir sonucu olduğu gösterilmeye çalışıldı. Farklı renkleriyle Varoluşçu filozofların ya da Heidegger’in çabaları da bu yöne doğru aktı; ancak her iki Dünya savaşında da Alman anlam arayışı, Anglo-Saksonlar’ın tekhne-science’ı karşısında yenildi.
İnsan’ın en büyük korkusu, var-olma değil yok-olma korkusudur; korku, hayreti, dolayısıyla anlamı boşandırır; korku var ise insan vardır; insan var ise anlam orada durmaktadır. Anlam, ancak anlamakla idrak edilir. Bu nedenle, dinî öğretiler, vazgeçilmezliklerini her zaman korurlar; çünkü en insanî sorulara değerler: Varlık’ın, Hayat’ın, ve dahi İnsan’ın anlamına...
Kant’ın korktuğu, başına gelmiş; insan, makineleştirilmiş; her şey, ölçülür ve sayılır hale getirilmiş; anlam, hesaba indirgenmiştir. Varlık’ın, Hayat’ın ve İnsan’ın anlamını Google’dan araştıran bir kişinin halihazırdaki durumu, insan ihtiyârına (özgür iradesine ve eylemesine), kısaca, “... makineden fazla bir şey olan insan ...” onuruna uygun olmayan bir durumdur. Bugün korunmamız gereken büyük oranda doğal olgu ve olaylar değil, ürettiğimiz tekhne-science’in yarattığı sorunlardır/tehlikelerdir. Önümüzde iki soru duruyor: 1. İnsan, makine-insana karşı korunabilir mi?: “... makineden fazla bir şey olan insan ...”. 2. Makine-insan, insana karşı korunabilir mi?: “... insandan fazla bir şey olan makine-insan ...”. Bu iki soru arasında yapılacak tercih, geleceğin aydınlanma savaşlarını da tayin edecektir...
-----------------------------------------------
Bu yazı, “Mehr Als Eine Machinerie? Anmerkungen Zu Kants Menchenbild”, Der.Wisch -Zeitschrift für Veilseitige-, pp.11-15, Viyana 2013, Almanca yayımlanan yazının Türkçe'sidir.
Kaynak :
İhsan Fazlıoğlu: "Kim Aydınlanacak: İnsan-Makine Mi, Makine-İnsan Mı?", İtibâr, Sayı 23, s. 24-25, Ağustos 2013,
Aktaran:
http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/1051-kim-aydinlanacak-insan-makine-mi-makine-insan-mi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder