İhsan Fazlıoğlu: "Ben'in Tarihi İle 'Tarihteki Ben' Çatışmasında Ahmet Cevdet Paşa Okulu Başarısız mı Oldu?"

İhsan Fazlıoğlu: "Ben'in Tarihi İle 'Tarihteki Ben' Çatışmasında Ahmet Cevdet Paşa Okulu Başarısız mı Oldu?"


?Ben?in Tarihi? ile ?Tarihteki Ben? Çatışmasında Ahmed Cevdet Paşa Okulu Başarısız mı Oldu?, Babasının Kızı: 70. Ölüm Yıldönümünde Fatma Aliye, Bilim ve Sanat Vakfı, Türkiye Araştırmaları Merkezi, Panel, 02 Aralık 2006.

İhsan Fazlıoğlu: Teşekkür ederim Sayın Başkan. Konuşacağım konunun başlığı: "'Ben'in Tarihi' ile 'Tarihteki Ben' Çatışmasında Ahmet Cevdet Paşa Okulu Başarısız mı Oldu?". Evet, başarısız oldu. Niye başarısız oldu? Bunun sebepleri nelerdir? Bu soruyu cevaplandırmaya çalışacağım. Bunun için de genel olarak çağdaş Türk düşüncesini; Tanzimat'tan sonraki çağdaş Türk düşüncesini anlamlandırmak için geliştirdiğim teorik bir çerçeveyi kullanacağım. Klasik kültürümüz büyük oranda hakikat merkezli bir kültürdür; hakikat'i arayan bir kültürdür. Esas itibarıyla ister fen, ister matematik, ister dinî bilimler, ister metafizik, hangi tür araştırma alanı seçilirse seçilsin nihai olarak ulaşılmak istenen, hakikattir. Hakikat hedeflendiği zaman Varlık'ı anlamaya ve yorumlamaya çalışırsınız. Bu tavır, özellikle toplumsal ve siyasî istikrarın, düşünce sürekliliğinin bulunduğu dönemlerde görülen bir durumdur. Diyelim ki klasik dönemde, Fatih Sultan Mehmet veya Kanunî Sultan Süleyman dönemleri incelendiğinde, büyük oranda filozofların, düşünürlerin esas hedefi o hakikat dediğimiz şeyi; Varlık'ın, Tanrı'nın, Hayat'ın hakikati ve anlamı, artık ne ise, bunu anlamak, buradan hareket ederek Evren'e ve Hayat'a ilişkin bir yorum halesi, bir yorum ağı oluşturmaktır. Bunalım dönemlerinde ise insanlar hakikati değil siyaseti öne çıkartırlar. Elbette bu insanîdir; dolayısıyla da doğaldır. Karnı aç olan biri açlığını gidermeyi; hayatı tehlikede olan biri hayatını kurtarmayı düşünür. "Hakikat nedir", "Varlık nedir" diye sorular sormazlar; ya da her an ölümle burun buruna olan, tehdit altında bulunan biri oturup metafizik bir soru sormaz. Tersine o andaki durumdan kurtulmayı düşünür; "bu tehlikeden nasıl kurtulacağım", "bu belayı nasıl atlatacağım" diye sorar. Siyaset merkezli bir düşünce hiçbir zaman doğruyu/yanlışı hedeflemez; yararlı-zararlıyı; uygun olanı-uygun olmayanı araştırır; büyük oranda mevcut durumu bir an evvel dönüştürmeyi ve kurtulmayı amaçlar. Dolayısıyla siyaset, değiştirme, dönüştürme esaslı bir düşüncedir; anlama esaslı değil, kurtulma esaslıdır. "Değişsin de, bu sıkıntıyı bir atlatalım da, mevcut durumdan bir kurtulalım da gerisine bakarız" tarzında davranan bir düşüncedir.
Tarihimizde siyaseti merkez alarak düşünen önemli isimlerin başında Katip Çelebî gelir. Bu nedenle kültürümüzde Katip Çelebi resmi hep sorunlu ve tartışmalıdır. Düşünce tarihimizde siyaset merkezli düşünme XVIII. yüzyılda artarak devam eder; özellikle Tanzimat sonrası Türk düşüncesinde siyaset merkezli düşünme tamamen ortamı kaplamıştır. Klasik geleneği devam ettiren Harputî, Abdünnafî gibi istisnaî isimler dışında büyük oranda, ister medrese kökenli, ister münevver, ister modern eğitim kurumlarından yetişmiş olsun, hemen hemen bütün Osmanlı idarî, siyasî, dinî elitinin arayışı siyasîdir: Bu durumdan nasıl kurtulacağız?, Beka-yı devleti nasıl sağlayacağız? Dolayısıyla siyaset merkezli düşünüldüğü, düşünce bir şekilde yönlendirildiği için, çağdaş Türk düşüncesinde metafizik derinlik, hakikat merkezli nazariyat aramak 'büyük oranda' mümkün değildir. Mevcut duruma ve mevcut sorunlara ilişkin düşünce üretilmiştir; kısaca düşüncenin konusu bizatihi mukayyettir. Bir örnekle, herhangi bir mevcut, mekan-zaman çanağında vücudun mukayyet halidir; bu nedenle her mevcut mekan-zamanla ve bunun gerektirdiği kategorilerle kayıtlanmıştır; vücut ise mekan-zaman, dolayısıyla tarihten azade olduğundan herhangi bir kategoriyle kayıtlanamaz. Bu nedenle Varlık'ın, hakikat'in tarihi olmaz; var-olan'ın, siyaset'in olur.
Bu çerçevede çağdaş Türk düşünce tarihinde çözüm üretilirken siyaset merkezli tavrın iki farklı çıkış noktası benimsediği söylenebilir: Birincisi, Said Halim Paşa'nın siyaseti, cemiyet merkezli sorgulaması; ikincisi ise Cevdet Paşa'nın tarih merkezli sorgulaması. Said Halim Paşa, siyasetin değil cemiyetin, dolayısıyla İslamî toplumun dikkate alınıp cemiyetten hareketle bir siyasetin geliştirilmesi gerektiğini ileri sürer iken Cevdet Paşa tarihe geri gider. Said Halim Paşa'da tarih, bozucu bir etkendir; tarih, İslam'ı bozmuştur, İslamî değerleri törpülemiştir; dolayısıyla tarih esas itibariyle çok müspet değildir Said Halim Paşa'da? İsmail Kara'nın araştırmalarının gösterdiği gibi pek çok düşünürde, Mehmet Akif gibi düşünürler de bile tarih büyük oranda müspet, inşa edici bir değer değildir; tersine bozucudur, yıkıcıdır.
Cevdet Paşa, Tanzimat sonrası çağdaş Türk düşüncesinde ilk defa sistematik olarak siyaseti tarih merkezli düşünen bir isim olarak karşımıza çıkar. Bu dönemde tarih merkezli düşünen başka isimler de var; örnek olarak Namık Kemal; ancak Namık Kemal'inki büyük oranda hem hissîdir hem de manipülatiftir; içeriği olan, makul bir tarih bilinci değildir. 'Tarih bilinci', yani geçmiş hayat tecrübesinin belirli bir amaç doğrultusunda bugünün bilgisinin ve düşüncesinin konusu kılınması ile anlam-değer şemasının idrakinde geleceğe dönük bir biçimde yine belirli bir maksat çerçevesinde yönlendirici olması, Türk düşüncesinde Cevdet Paşa ve onun ardıllarında, oğlu Ali Sedat ve kızı Fatma Aliye'de belirgin tarzda ortaya çıkar. Bu olumlu bir durumdur elbette; ama nasıl bir tarih anlayışları var ona baktığımız zaman, Cevdet Paşa'nın kendi çağdaşlarından bu konuda pek bir farkı olmadığını görüyoruz. Bunun birinci nedeni, onun da, tek anlamlı-katmanlı tarih kavramına sahip olmasıdır. Cevdet Paşa insanlığın ortak tek bir tarihi olduğunu var sayıyor. Elbette, insan türünün, tür olarak ortak bir tarihi var hiç şüphesiz; ancak bunun altında her toplumun, her kültürün kendine has bir tarihi olabileceğini fazla vurgulamıyor. Medeniyet kavramını kullanırken de benzer tavır görüyoruz. Cevdet Paşa'da medeniyetler yoktur, medeniyet vardır. Nitekim medeniyeti bir geline(arûs) benzetir; bu gelin önce Hint, sonra Keldanî, daha sonra Yunan, akabinde İslâm gelinliği giymiş; bugün de Frenk kıyafeti giyiyor; gelecek de kim bilir nasıl bir gelinlik giyecek? Bu görüşe göre sanki tarihte tek bir medeniyet var; zıplayarak, kılık kıyafet değiştirerek dolaşıyor. Cevdet Paşa bazen bu geline hikmet gezgini de der. Böylece medeniyetin kendisi de hikmet gezgini halini alır; ama ortada gezginler değil bir tek gezgin vardır. Bu öncüllerin sonucu açıktır: Tarihte bir İslam medeniyeti, bir Çin medeniyeti, bir Roma medeniyeti, bir Yunan medeniyeti yoktur; bu coğrafya ve kültürleri dolaşan bir tek medeniyet gelini, hikmet gezgini vardır. Kanımızca Cevdet Paşa bu düşüncede mazurdur; çünkü klasik İslam kültüründe de tarih, bütün devrîliğine karşın, çizgisel kurulmuştur. Nitekim Cevdet Paşa, tarihi; kadim ve cedid diye ikiye ayırır. Kadim, İslam öncesi dönemdir; cedid ise İslamî dönem. Tam bu noktada bir yorumda bulunalım: Her zaman olmasa da Cevdet Paşa kadim, cedid ve atik kavramlarını farklı kullanır. Kadim, eskide olmuş bitmiş ama yeniye bir şeyler aktarmış birikim, mirastır; cedid, usûl/ilke bakımından yepyeni olandır; atik ise eskimiş, geçmişte kalandır. Bu çerçeveye göre İslam öncesi, kadimdir; İslam, cedidi başlatır. Bu cedid, matbaaya kadar rakipsizdir. Çok ilginç bir şekilde Cevdet Paşa'da matbaa vurgusu fazladır; matbaayı bir şekilde öne çıkartır ve modern düşüncenin, zihniyetin başlangıcını matbaaya bağlar. Matbaa, İslam'ın başlattığı bu cedid dönemde -Batı da belirli oranda bu cedidin bir ürünüdür, bir yavrusudur- farklılaşmayı yaratır; bu fark, Batı kültürünü ortaya çıkartır ve bugün medeniyet gelini, hikmet gezgini Batı elbisesi giymekte ve pazarlarda dolaşmaktadır. Dolayısıyla Osmanlılar, Türkler -eğer onları erkek olarak tanımlarsak- bu gelinle evlenmek istiyorlarsa, başka çareleri yoktur, o nasıl bir elbise giymişse, nasılsa, onu o şekilde kabul etmeleri gerekmektedir. Nitekim Cevdet Paşa şöyle tabirler kullanır: "Fikir üreteceksek asra uymalı ve asra mütehammil olmalı". Bu önemlidir çünkü bir fikir ürettiğinizde bu asrı taşımalıdır; asrı taşımıyorsa, asrın sorunlarını yüklenmiyorsa bu fikir bizi -aynen Cevdet Paşa'nın kelimesi- 'döndürür'. İrtica kelimesinin Türkçe'si, 'geri döndürmek'. İşte bu biçimdeki bir fikir atîk bir şeydir. Atîk de eski demek, kadim gibi; ama buradaki atîklik geçmişte kalan, bugüne aktarılamayacak olan üretimlerdir: "Efkar-ı atîka" diyor bunun için. "Efkar-ı kadime" ise bugüne aktarılabilen görüşlerdir; mesela Platon'un, Aristoteles'in, İbn Sina'nın, Fahreddin Razî'nin görüşlerinin bir kısmı kadimdir; çünkü kadimden biz hala yararlanıyoruz; ama yararlanamadıklarımız atîktir; atıktır; onlar tarihin çöplüğünde kalmıştır. Nitekim Cevdet Paşa şöyle diyor: "Efkar-i atîkayı savunmak taassub-ı bariddir" diyor yani soğuk bir taassuptur.
Bu kısa çerçeve girişten sonra konunun başlığına dönersek ben'in tarihi ile tarihteki ben'i buraya nasıl yerleştirebiliriz. Ben'in tarihi demek, ben'i, tarihin bir sürekliliği olarak görmek demektir. Bir nokta düşünelim, tarihi de doğru bir çizgi olarak -ki Cevdet Paşa öyle düşünüyor-; doğrunun ucundaki nokta önceki tüm bu noktaların bir akışıdır; bu akış, ben'i tarihe bağlar. Dolayısıyla 'ben' diye işaret ettiğim şey, beş bin yıllık, on bin yıllık; ne kadar ise, o noktadaki ufkum o kadar yılın hasılasıdır. Tarihteki ben ise, tarihte kalmıştır; artık onun bugün için bir anlamı yoktur. Örnek olarak ben tarihte cebir üretmişsem, onda bugüne aktardığım bir şey varsa, o bugüne gelmiş, ben'e, bugünkü Matematik'e katılmıştır; kısaca o cebirdeki tarih'tir. Ancak bugüne gelen, katılan bir şey yok ise o tarihte kalmıştır; kısaca o da tarihteki cebir'dir. Bu durumu başka bir çok örnekle, bilimde, sanatta dile getirebiliriz.
Cevdet Paşa, tarihini nasıl görmüş ve çocuklarına nasıl aktarmıştır? Bütün bir tarihi kendi ben'inin arkaplanı olarak mı görüyor; yoksa "tarihte kalıp, bitmiş çok şey var, artık onlarla uğraşmamamız mı gerekir" diyor; yani ne kadarı kadimdir, ne kadarı atîktir? Elbette benim örnek vakam felsefe-bilim tarihi'dir. İşte bu soru, kanımca, Cevdet Paşa'nın çağdaş Türk düşüncesi okumalarında son derece dikkate alınması gereken bir ayrımıdır. Bu ayrımlar tabi ki, o kadar açık değil eserlerinde; çünkü bir tespit olarak diyebilirim ki Cevdet Paşa, kendi felsefe-bilim tarihine bir tül perdenin arkasından bakar; bazı durumlarda bu perdelerin sayısı, dolayısıyla kalınlığı artar. Bu nedenle bu kavramları biraz da ben inşa ediyorum; ama bu kavramları, kavramsal çerçeveyi kullandığımızda arkadaki zihniyeti daha iyi görebiliriz diye düşünüyorum. Cevdet Paşa'nın, kanımca, kadim ve atîk olanla bir çatışması, bir gerginliği söz konusudur; bu nedenle ikna edici bir çözümü yoktur. Örnek olarak, kendi döneminde telif edilen bazı eserlerde İslam ve Osmanlı felsefe-bilim tarihine, matematiğine ilişkin yargıları eleştirirken, her ne kadar eksik olsa da, ama kaynaklara dayanarak, "Bakınız! Bizim de bir matematiğimiz vardı" diyebiliyor. Öte yandan, yeri geldiğinde onların artık geçmişte kaldığını da dile getirebiliyor. Cevdet Paşa'ya göre bugün, İbn Sina ayarında bir adam yoktur, ama İbn Sina'yı her alanda aşan pek çok adam vardır. Dolayısıyla İbn Sina'nın sistemi tarihte kalmıştır; onunla çok da uğraşmaya gerek yoktur gibi cümleler bulabilirsiniz. Satırlarında bir çatışma, bir gerginlik söz konusudur. Fakat, değişik konularda kendi tarihî mirasındaki eserlere bizzat atıf yapacak kadar bilgi sahibi olması ve bu bilginin kendisine verdiği bilinç bile, Cevdet Paşa'nın, özellikle oğlu Ali Sedat'ın ve kızı Fatma Aliye'nin, Batı dünyasından aktardıkları fikirleri değerlendirirken hem yöntemlerine hem de bakış açılarına güçlü bir zemin sağlıyor: Bir öz-güven, kökleri tarihte olan bir kimlik duygusu. Örnek olarak, Ali Sedat, Mizânu't-tefekkür'de Kant'ı eleştirecek kadar kendinden emindir. Bir fikri eleştirebilmek için sizin de bir fikre sahip olmanız gerekir; sırf eleştirmek için eleştirilemez. Yalnızca Kant'ı biliyorsanız Kant'ı eleştiremezsiniz, taklit edersiniz. Ali Sedat Mizânu'l-ukul fi'l-mantık ve'l-usul diye bir kitap yazıyor; sahip olduğu birikimi sergiliyor; aidiyetini ve mensubiyetini belirliyor, ondan sonra o mensubiyete dayanarak eleştirebiliyor. Eserlerinde kendi medeniyetine ait bütün mantık ve usul bilgisini serilmiyor; oradaki becerisini ortaya koyuyor; ondan sonra, William James'i eleştirebiliyor. Bu tavır, o dönemde birçok Türk aydınında yoktur. Örnek olarak Salih Zeki çok güçlü bir matematikçi olmasına ve matematik bilimlerin tarihinde farklı bir tavır takınmasına karşın, Batıdaki yeni mantığı, tamamen aktarmayı hedefleyen bir isimdir.
Benzer şekilde Ali Sedat'ın mekanik kitabına baktığımız zaman, Batı dünyasında ortaya çıkan mekanik bilimiyle, mesela kelamcıların atomculuğunu ya da monadcılığını mukayese edebiliyor. Bu tarih bilinci Ali Sedat'ın birçok eserinde ortaya çıkar. İşte bu tavır, Cevdet Paşa'dan tevarüs ettiği bir şey. Fatma Aliye'nin Cisim Risalesi'ne bakınız. Bugün pek çok ilahiyatçı Fatma Aliye'nin seviyesinde değil klasik İslam kelam mirasını değerlendirirken? Daha o dönemde Fatma Aliye diyor ki: "Kelamcıların sistemine atomculuk denemez". Çünkü modern dönemdeki atomculuk, kelamcıların bahsettiği cuz'un-lâ-yetecezze'yi vermez; bu nedenle illa bir şey denecekse monad denmeli? Ayrıca, Fatma Aliye Hanım, cisim konusunu incelerken sadece Batı'dan yaptığı aktarmalarla yetinmiyor; kendi mirasını, kendi tarihini iyi bildiği için onlarla hesaplaşabiliyor, tercihte bulunabiliyor. Bu tavrını birçok konuda görebiliyoruz. Ahmet Sururi Bey'in ifade ettiği gibi Teracim-i ahval-i felasife adlı eserinde de kelamcılara özel bir ağırlık veriyor. Cevdet Paşa okulu tasavvufa dikkatlidir; özellikle de vahdet-i vücud'a? Öte yandan Meşşâî felsefe geleneğine de dikkatlidirler. Bu nedenle biraz kelâmî bir bakış açısına sahiptirler. Bu durumu Ali Sedat'ta, Fatma Aliye'de çok açık bir biçimde görürüz. Cevdet Paşa, ayrıca, usul-i fıkıh'a da özel bir önem verir; özellikle Batı felsefesindeki metodoloji/yöntembilim tartışmaları dikkate alındığında onun usul vurgusu anlaşılabilir. İşte tüm bunlar tarih bilincinin sağladığı bir şey? Bu bize şunu gösteriyor: Biz tarihimizde kadim olanı, yani bugüne eklemlenebilecek ya da bugün için kullanılabilecek, değerlendirilebilecek olanı dikkate alırsak, göz önünde bulundurursak, hemen her konuda daha farklı bakış açıları geliştirebiliriz. Cevdet Paşa için atîk olanı atmada bir sakınca yok; ama kadim olan da aynı derecede dikkate alınmalı. Örnek olarak Mukaddime tercümesinde Cevdet Paşa her bilimi anlatırken o bilimin bugünkü durumuna da atıf yapar ve yeri geldiğinde: Artık şunlar eskidi, bunlar ise, mesela eski cebir, artık şimdi cebir bilimin bir parçası halini aldı; veya bunlar şimdi kullanılmıyor gibi, atîk olan ile kadim olanı sürekli birbirinden ayıklayarak iş görür. Dediğimiz gibi kadim olanı dikkate aldığımızda Cevdet Paşa ve takipçilerinin kazandığı bakış açısını yakalamak mümkün? Bu tespite bir örnek vererek sözlerimi tamamlamak istiyorum: Mısır felsefe ekolünde Mustafa Abdurrazık, Temhid li-tarih el-felsefet el-İslamiyye adlı kitabında, klasik İslam düşüncesinin en özgün yönünün usul-i fıkıh ve kelam olduğunu söyler; ve bu iddia Arap dünyasında Ali Sami Neşşar örneğinde görüldüğü üzere pek çok öğrencisi ve takipçisi tarafından izlenir. Halbuki XIX. Yüzyılın sonunda Cevdet Paşa, oğlu Ali Sedat'ın kitabına yazdığı takrizde bu fikre açık bir biçimde işaret etmişti. Kendi çocukları kısmen onun bu işaretini dikkate almıştır; elbette bu dönemde başka isimler de söz konusudur. Ancak bu işaret zamanla ortadan kaybolmuştur. Çünkü Cevdet Paşa'nın kadim ve atîk arasında yaptığı ayrım ile tarih bilincinin verdiği öz-güven, kendine has bakış açısı kaybedilmiş; bu yaklaşımdaki incelik atlanarak bütün bir geçmiş atîk, dolayısıyla atık kabul edilerek atılmıştır.
Ali Sedat, XIX. Yüzyılda çağdaş Türk düşünce tarihinin en önemli düşünürlerinden birisidir; ama pek bilinmez. Namık Kemal'i ise herkes bilir. Çünkü birisi hakikat ile, diğeri siyaset ile uğraşmıştır esas itibariyle. Fatma Aliye Hanım da unutulmuştur, unutturulmuştur. Bunun için pek çok neden sıralanabilir; ancak en temeldeki neden, kanımca, kendi tarih bilinçleri içerisinde kadim olanı muhafaza etmeyi savunmalarıdır. Eserlerinde gördüğümüz o kişilik, o özgüvenin nedeni, köklerini tarihte bulan kimliklerinden kaynaklanmaktadır. Onlar her şey rağmen, bu coğrafyada ne Arap, ne Acem, ne Frenk olmadıklarına tüm ortaklık ve benzerliklerine karşın kendilerine has bir kimliğe sahip bulunduklarına inanıyorlardı; İşte kısaca, kadim ile atîk arasındaki ayrımdan kaynaklanan bu inanç Meşrutiyet ve Cumhuriyetle beraber hemen hemen her konuda tasfiye edildiği, bütün bir geçmiş atîk -atık- olarak görüldüğü için, Cevdet Paşa ve okulu başarısız olmuştur.
-Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: Biz teşekkür ederiz. Çok doyurucu bir bilgiydi. Tarih felsefesi açısından özellikle. Ali Sedat Bey bilinmediği gibi bir de şöyle ibarelerle karşılaşırız: Ahmet Cevdet Paşa, oğluyla çok ilgilenmiştir, Kimya laboratuarı kurduracak kadar modern bilimlerle tanışmasını sağlamıştır da ne olmuştur? Halbuki Ali Sedat Bey çok erken yaşlarda vefat ediyor. Yani babasının ölümünden sonra sadece 5 yıl hayatta kalan birisi. 1900'lu yıllarda vefat eder, yanılıyor muyum hocam?
-İhsan Fazlıoğlu: Doğru.
-Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: 1900'lü yıllarda vefat ediyor. Hocam değindi. Salih Zeki Bey'le tartışmaları çok meşhur o dönemde. Bugün Salih Zeki'nin tezleri değil, Ali Sedat Bey'in tezleri modern mantığın bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor.
-İhsan Fazlıoğlu: Kısmen.
-Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: Bu bakımdan çok önemli bilgilerdi. Yalnız başarısız kısmını zihnimizde şöyle tasavvur edebilir miyiz? "Esasında başarısız olan Ahmet Cevdet Paşa ekolü değil, Ahmet Cevdet Paşa ekolünü anlayamayanlar"... Bu çok önemli çünkü.
-İhsan Fazlıoğlu: Evet! Zaten bir okul anlaşılınca okul olur tabii?
-Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: Sorularınız vardır muhakkak. Bu kadar dinlemenin meyvesi sorular kısmında ortaya çıkar. Sorularınızı bekliyoruz. Buyrunuz.
-Dinleyici: Doğrudan Fatma Aliye Hanım'la ilgili olmayabilir ama İhsan Hocam'a bir sorum olacak, Cevdet Paşa'nın tarih algısı ile ilgili. Yanlış anlamadıysam eğer, "Cevdet Paşa'nın üzerine dayandığı tarih bilinci, yani klasik İslam tarih anlayışı, çizgisel bir anlayış olduğu için bu tarz bir algılayışın dışında olamazdı" gibi bir şey söylediniz. Bu konuyu biraz açmanızı isteyeceğim. Çünkü bilebildiğim kadarıyla ve en azından temel tartışmalarda bu anlayışı, Modern Batı düşüncesinin bir ürünü olarak görüyoruz. Bu noktada bunu biraz açar mısınız?
-İhsan Fazlıoğlu: Genelde her şey, neredeyse Batı'dan başlatılır; milliyetçilik, akıl, özgürlük, vs? Kanımca tarihi böyle okumak doğru değil. Bir şeyin bu halde Batı'da olması, şu halde başka bir yerde olmadığını göstermez. Derslerde sayı kavramını örnek veriyorum: Frege'nin sayı tanımı, Frege'den öteye gitmez; ama bu, sayının Frege'den önce olmadığını göstermez ki. Mezopotamya'da sayı var; Yunan'da var; İslâm'da var; ama başka bir tanımı var. Örnek olarak ırk fikri ve ırkçılık? Platon'un mektuplarında ve başka pek çok tarihi bağlamda ırk vurgusunu ve hatta ırkçılık taassubunu görebiliriz. Ama elbetteki Fransız devriminden sonra ortaya çıktığı biçimiyle bir ırkçılık değil bu. Diğer pek çok kavram için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Bu açıdan kavramın yaşı ve anlam katmanları ile anlam-daralması ve anlam-genişlemesi gibi değişkenleri dikkate alarak düşünmemiz gerek. Çizgisel tarih anlayışı İslam medeniyeti'nin insanlığa bir hediyesidir; olumsu veya olumsuz. Çünkü İslam medeniyeti özellikle Abbasîlerden sonra özgüvenini kazandığı, kendi söylemini, nazariyatını kurduğu için, tarihe Hz. Adem'den başlar; İslam'a kadar, o dönemde insanlıktan anlaşılan neyse, onu inşa eden Mezopotamyalılara, Mısırlılara, Yunanlılara, vs. yer verir; daha sonra da İslam'a gelir. Bu anlayışta sanki bütün tarih, İslam'ı oluşturmak üzere kurulmuştur, hatta kurgulanmıştır. Bu noktadan sonra İslam'dır esas olan; diğer çağdaş kültürler İslam'la olan ilişkisine göre değerlendirilirler. Çok yukarıdaki bir kavim, diyelim ki, kuzeydeki bir kavim, İslam'la ilişkisi yoksa tarihçiler tarafından hiç dikkate alınmaz. Osmanlıya geçtiğimizde, özellikle XVI. yüzyılda, Osmanlılar kendi kimliklerini tanımlamaya başladıklarında, kendi ben idraklerine, bir özgüvene ulaşınca benzer şekilde kendi dünya tarihlerini yazarlar. Bu çizgisel/lineer tarih yazıcılığı sadece tarih eserlerinde değil, felsefe kitaplarında, hatta başka metinlerde de mevcuttur. İbn Nefis'in er-Risaletu'l-Kâmiliyye'sini ele alalım örnek olarak: Bütün bir tarih Hz. Peygamber'i ortaya çıkarmak üzere, örgütlenir. O açıdan çizgisel tarih anlayışı, güçlü bir medeniyetin geçmişi kendine göre inşa etmesi işidir ve bunu hem Abbasiler hem de Osmanlılar kendi dönemlerinde yapmıştır. Zaten böyle bir anlayışları olduğu için Batı'dan çevrilen kavramları tek anlamlı olarak kabul etmekte zorlanmıyorlar başta. Medeniyetler demiyor, medeniyet diyorlar; sanki kültürel anlamda tek bir insanlık ve onun da tek bir medeniyeti varmış gibi. Güçlü olan tarihi bu şekilde inşa ediyor, kurguluyor. Batı da kendi kolonyalist ve emperyalist gücünü idrak ettiğinde tarihi kendisinin o andaki durumunu verecek şekilde kurgulamıştır.

-Dinleyici: Benim sorum İhsan Bey'e olacak. Yalnız doğrudan Fatma Aliye Hanım'la ilgili değil, başta yaptığı bir tespitle alakalı. İhsan Bey, "bunalım dönemlerinde insanlar hakikati değil de siyaseti ön plana çıkartırlar. Çünkü ?"
-İhsan Fazlıoğlu: İnsanlar değil, toplumlar.
- Dinleyici: Evet. "Çünkü acil bazı sorunlar vardır. Dolayısıyla siyaset anlamaya değil, değiştirmeye yöneliktir ve bu dönemde geliştirilen düşüncelerde metafizik bir derinlik aramak aslında boşa bir çabadır" dediler. Konuyla ilgili literatüre baktığımızda genelde bunalım dönemlerinin, sonraki dönemlere de ışık tutan, yeni ufuklar açan düşüncelerin merkezini, zeminini teşkil eden dönemler olduğu görüşü hakimdir. Dolayısıyla bu değerlendirme, bu düşüncelerin metafizik temelinin de olabileceğini kabul etmektedir. Ama sizin değerlendirmelerinize göre, böyle bir metafizik temel aramak boş bir çabadır. Bu var olan kanının geçerliliği nedir? Acaba bunalım dönemlerine yönelik bu değerlendirmeyi nasıl görüyorsunuz?
-İhsan Fazlıoğlu: Evet güzel bir soru. Pitirim Sorokin'in eserine atıf yapılarak sorulan bir soru. Yanıt bunalımın tanımında düğümlenir. Elbette bunalımların toplumsal, fikrî ve hatta metafizik yönleri olabilir. Zaten denmek istenen de o: Bir bunalım, velev ki, saf siyasî olsun hakikat temelinde çözülmez ise sahici olmaz. Öte yandan, saf siyasî bir bunalım ve çözüm günlük işlerle alakalıdır; o toplumun önünü açar. Bir şeyin metafizik özellikte olabilmesi için, herhangi bir günlük, toplumsal, kişisel bir kaygı gütmeksizin, doğrudan hakikatin elde edilebileceği bir tasarımda bulunması gerekir. Felsefî terimlerle: Vücud'u akılla, mevcud'u zihinle inşa etme işidir metafizik ve bunun ilkece siyasetle ilgisi yoktur? Sonuçları itibarıyla olabilir. Öte yandan böyle bir metafizik arayışı siyasî, toplumsal bunalımlar tetikleyebilirler. Ama hakikat araştırmasında, amaç ne karın doyurmaktır ne de devleti kurtarmaktır; kastettiğim de budur. Bu yapıyı bir kez kurduktan sonra buradan hareketle siyaset, ahlak geliştirebilirsiniz; düşünürlerimizin yaptığı gibi. Ama günlük çözümlerde, günlük siyasette operatif olmak zorundasınız; doğrudan o andaki soruna odaklanmalısınız; onu çözmeye çalışmalısınız. Şu olabilir: Günlük sorunları çözmeye çalışırken amelî olarak yaptıklarınız bir sonraki kuşak için pratik felsefe anlamında değerlendirilebilirler ya da metafizik temellendirmeye konu olabilirler. Kısaca bugünün çözümleri yarının metafizikleri haline gelebilir; bir neslin ortaya koyduğu çözümler bir sonraki neslin ilkeleri halini alabilir. Bu mümkündür. Kısaca, siyaset bir an evvel arabayı yoluna ya da treni rayına koymaktır; hakikatiniz varsa bu koyma işi doğru olur değilse yanlış?

-İhsan Fazlıoğlu: Müsaade ederseniz bir kaç cümle ekleyeyim: Fatma Aliye Hanım'ın kızının rahibe olması biraz taaccübe neden oldu anladığım kadarıyla. Öncelikle şu noktaya işaret edeyim: Bir insan başarılı olduktan sonra, belli bir aşamadan sonra, ünvanlar, şöhretler kazandıktan sonra bütün bunları kendisinin yaptığına inanmaya başlar. Kendini yetiştiren çevreyi, aileyi, aldığı eğitimi unutur. Sadece kendi olmalığının, o doğuştan getirdiği yapının bunu sağladığını zanneder. Özellikle Avrupa'dan gelen seyyahlar, XVI. yüzyıldan sonra, bir şeye çok ilginç bir şekilde dikkat ediyorlar. Diyorlar ki; Osmanlılar bütün başarılarını Müslüman olmaya bağlıyorlar; yani mensup oldukları anlam-değer dünyasına; maddî güçlerini tamamen mananın sonucu zannediyorlar. Avrupa söz konusu olduğunda bu anlaşılır; ya Çaldıran? O zaman onu da sapık ilan edersiniz, olur biter. Bu aşamada sahip olunan top teknolojisi, ateşli silahlar, vs. düşünülmüyor. Dolayısıyla XVIII. yüzyıla kadar, büyük oranda, anlam-değerlere, kısaca dünya görüşüne atıf yapılan bir başarı manzumesi var. Yenilince ne yapılıyor? Nasıl başarılarını bu değerlere bağladılarsa yenilgiyi de bu değerlere yüklüyorlar. "Yendik çünkü Müslüman'dık" ilkesi "Yenildik çünkü Müslüman'dık" ilkesine dönüşüyor: İdarî, siyasî, askerî, vs. Osmanlı seçkinlerinin İslam'a yönelik bu tavrı silik de olsa Lale Devri'nde başlar, Sultan III. Selim döneminden itibaren hızlanır ve Sultan II. Mahmut devrinde bir söylem halini alır. Kişilerin kendi tarihine, medeniyetine, dinine yönelik yaptığı bu eleştiri aslında bir ifratın başka bir tefritle dengelenmesi halidir. Şunu açıkça söylemek lazım: Kanımca, Tevfik Fikret'in oğlu ya da Fatma Aliye'nin kızı dürüst insanlar. Rahibe olmayan mı var o dönemde; rahibe olmak illa din değiştirmek değil ki. Bugün Batıcı diye eleştirilen pek çok ismin dedeleri, dikkatle bakınız, bir yüzyıl önce din âlimiydi. Mensup oldukları anlam-değer dünyasından, dünya görüşünden, onları başarısızlığa uğrattığına inandıkları için ayrılmışlardır. Yani hem siyasî, hem idarî, hem dinî, hem ilmî seçkinlerimiz bizi bırakmıştır: Tarihimizi, kültürümüzü, medeniyetimizi, vs. bıraktılar. Kendilerini kurtaracaklarını umdukları başka bir dünya-görüşüne geçtiler; ancak tavırları değişmedi: O dünyanın başarısını da yine anlam-değer manzumesine göre okuyorlar. Kısaca kimse kimseden daha fazla suçlu ya da suçsuz değil. Bu çok ciddi bir sosyo-psikolojik analizi gerektirir. Kişisel kanım, zamanın ruhu böyle; dolayısıyla Fatma Aliye Hanım'ın kızının rahibe olması çok şaşırtıcı bir şey değil. Biliyoruz ki, büyük bir müderrisin oğlu da kardinalliğe yükselecek kadar Katolik kilisesinde mesafe almıştır. Yanlış hatırlamıyorsam merhum Nurettin Topçu, Fransa'da doktora yaparken, bazen Vatikan'a gidip onunla sohbet edermiş. Neticede bu durumu döneme, tarihî bağlama, şartlara geri gidip temellendirmek lazım; bu bir istisna değil; yalnızca dürüst; açıkça söylemiş?
-İhsan Fazlıoğlu: Bir de bu tasfiye, yani Fatma Aliye Hanım'ın unutulması, unutturulmasıyla ilgili, izin verirseniz, bir iki cümle eklemek istiyorum: Babası tasfiye edildi; Cevdet Paşa tasfiye edilince, doğal olarak çevresi de tasfiye edildi. Cevdet Paşa sadece Osmanlı tarihinin değil, İslam tarihinin yetiştirdiği en önemli kafalardan birisidir; yalnızca ilmî açıdan değil, özellikle siyasî açıdan? Diyebilirim ki geleneğimizde fikri, siyasetin hizmetinde bu kadar verimli, işlevsel kullanan başka bir isim nadir bulunur. Tanzimat'ın üç paşasının, Mustafa Reşit Paşa, Âli Paşa, Fuat Paşa'nın, Sultan II. Abdülhamid'in baş danışmanı, akıl hocası? Ölünceye değin devletin siyasetini belirleyen önemli isimlerden birisi. Özellikle Mithat Paşa'nın şahsında cisimleşen, kendi anlam-değer dünyasını imha eden ve her şeyiyle Batı'ya katılmayı isteyen cepheye karşı duran tarafın en önemli temsilcisi? Biliyorsunuz Mithat Paşa, başta Fransız anayasası olmak üzere Batı ülkelerinin anayasalarının tercüme edilerek Türkiye'de uygulanmasını isteyen bir kişi? Cevdet Paşa ise, "İslam ve Osmanlı hukukunu anayasa haline getirebiliriz" diyerek Mecelle'yi hazırlayan grubun başında. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde denebilir ki, Ebu'l-ula Mardin'in Ahmet Cevdet Paşa'nın Hukuk Cephesi adlı kitabına kadar Cevdet Paşa, zaten Türkiye'de unutulmuştur; o tarihte de zaten tarihî bir hâdisedir; aktüel değil. Ahmet Cevdet Paşa, tarihimizin son döneminin en bilgili insanlarındandır; bu nedenle de yine en muhafazakarlarımızdandır. Bilgili adam muhafazakar olur; cahil ise cesur? Gerçekten de 1850'den sonraki en bilgili Osmanlılardan birisidir: Tarih bilgisi, siyaset bilgisi, matematik bilgisi, astronomi bilgisi, mantık bilgisi, hukuk bilgisi? Ve o bilginin, birikimin verdiği bir temkin, bir muhafazakarlık vardır kendisinde. O ve temsil ettiği fikir tasfiye edildiği için özellikle İttihat ve Terakki döneminde, kızı Fatma Aliye, Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı adlı eserinin telif etmiştir. 1914 civarı değil mi?
- Fatma Karabıyık Barbarosoğlu: Evet.
-İhsan Fazlıoğlu: Niye 1914? Çünkü Ahmet Cevdet Paşa tamamen tasfiye edilmiştir. Kızı onu savunmak için kaleme alıyor bu eseri: Cevdet Paşa'nın yetiştiği çevre, fikirleri? Ancak ikinci cildini tamamlayamıyor. Keşke tamamlasa; belki felsefesini, bakış açısını anlatacaktı.
-Ahmet Süruri: Bastığı son eser.
-İhsan Fazlıoğlu: Son eser. 1914. O açıdan, kanımca, Fatma Aliye Hanım tek başına tasfiye edilmiyor. Bütün bir Cevdet Paşa ailesi ve onu takip edenler tasfiye ediliyor. Tasfiye edilen bir siyasettir, bir fikirdir, bir duruştur, bir inançtır, bir bağımsız kimlik bilincidir. İşte tarihî bilinçte köklerini bulan bu bağımsız kimlik bilinci tasfiye ediliyor. Cevdet Paşa'nın bağımsız kimlik bilinci'nin yerini Mithat Paşa'nın yanaşma, sırnaşma siyaseti alıyor; çünkü hakikati olmayanın siyaseti başkasına göredir; kendine göre değil.


Ayrıca bkz.
http://www.bisav.org.tr/yayinlar/bulten_makale_detay.cfm?makaleId=280&yayin_sayi=24
TAM Panel (3) - Babasının Kızı: 70. Ölüm Yıldönümünde Fatma Aliye Hanım

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts