İhsan Fazlıoğlu: Mısdâkı olmayan İslâmcılık

İhsan Fazlıoğlu: Mısdâkı olmayan İslâmcılık

Bİ­LİM ve Sa­nat Vak­fı’nın, Ak­sa­ray’da­ki ye­rin­de, on yıl ön­ce, kü­çük bir öbek ile İs­lâm dü­şün­ce ta­ri­hin­de, Ev­ren’in kö­ke­ni­ne iliş­kin ge­liş­ti­ri­len fi­zik­sel ku­ram­lar ile bu ku­ram­la­ra da­ya­lı me­ta­fi­zik ve on­to­lo­ji­le­rin üze­rin­de, bir ders hal­ka­sı da­hi­lin­de soh­bet edi­yor­duk. İlk ola­rak, Mu­te­zi­lî dü­şün­ce­nin gö­rüş­le­ri­ni özet­le­di­ğim­de, en ar­ka­da­ki bir ar­ka­da­şı­mız, “Bu yak­la­şım, hiç de Kur’anî de­ğil!” di­ye­rek mı­rıl­dan­dı. Duy­maz­lık­tan ge­le­rek, Eşa­rî­le­rin, Meş­şa­île­rin ve öte­ki okul­la­rın ko­nuy­la il­gi­li yak­la­şım­la­rı­nı sun­ma­ya de­vam et­tim. An­cak her bir oku­lun tas­vi­ri­ni ta­mam­la­dı­ğım­da, ar­ka­da­şı­mız, ay­nı yar­gı­sı­nı tek­rar et­me­yi sür­dür­dü. Su­nu­mu­mu ta­mam­la­dık­tan son­ra, “Şim­di, sen bi­ze bu ko­nu­nun Kur’anî ola­nı­nı bir an­lat ba­ka­lım!” di­ye­rek mu­ka­be­le­de bu­lu­nun­ca; ar­ka­da­şı­mız koz­mo­lo­ji ve fi­zik baş­ta ol­mak üze­re, her şe­yi bir­bi­ri­ne ka­tıp ka­rış­tı­ra­rak an­lat­ma­ya baş­la­dı ve ken­di­sin­den emin bir şe­kil­de söz­le­ri­ni ta­mam­la­dı. An­lat­tık­la­rı­na tek bir ya­nıt ver­dim: “Söy­le­dik­le­rin, hiç Kur’anî de­ğil!”

“Tan­rı, Ev­ren’i ya­rat­tı” tüm­ce­si, di­nî bir öner­me ola­rak, saf bir sû­ret­tir ve imân et­me dü­ze­yin­de, yük­le­min ko­nu­ya nis­be­ti, men­sup­la­rı ta­ra­fın­dan ay­nı de­re­ce­de onay­la­nır. Öner­me­ye bir içe­rik tes­pit edil­me­ye, “Na­sıl ya­rat­tı?” so­ru­su so­rul­ma­ya ve ya­nıt ve­ril­me­ye baş­lan­dı­ğın­da, nis­be­tin içe­ri­ği fark­lı mıs­dâk­la­ra sa­hip ola­ca­ğın­dan, is­tid­lâ­lî ak­lın ya­pı­sı, ta­ri­hî bağ­la­mın ve ki­şi­nin ola­nak­la­rı çer­çe­ve­sin­de de­ği­şik gö­rüş açı­la­rı or­ta­ya çı­ka­cak; her bir ki­şi yi­ne ken­di açı­sın­dan, öte­ki­ni Kur’anî ol­ma­mak­la eleş­ti­re­bi­le­cek­tir. Di­nî uzay­dan, me­kân-za­ma­nın ola­nak­la­rıy­la sı­nır­lı uza­ya ge­çil­di­ğin­de, bo­yut­lar de­ği­şe­ce­ğin­den, ko­nu­nun id­râ­ki de do­ğal ola­rak fark­lı­la­şa­cak­tır.

Ko­nu­ya böy­le bir gi­riş yap­ma­mı­zın ama­cı, söz ko­nu­su so­ru­yu ve ya­nıt­la­rı­nı tar­tış­mak de­ğil­dir. Ve­ri­len ör­nek, mu­ha­ta­bın­dan, tıp­kı tra­fik işa­ret­le­ri gi­bi, ken­di­si­ni de­ğil, işa­ret edi­len ey­le­mi ta­lep eder. Tür­ki­ye’de, renk­siz bir de­yiş­le, İs­lâm­cı dü­şün­ce­nin, ka­na­ati­miz­ce, 1960’tan son­ra­ki en bü­yük so­ru­nu, ör­ne­ğin im­le­di­ği gi­bi, ço­ğun, fark­lı ma­ku­li­yet uzay­la­rı­nı bir­bi­ri­ne ka­rış­tır­ma­sı, bir­bi­ri­ne in­dir­ge­me­si­dir. Baş­ka bir ifa­dey­le İs­lâm­cı söy­lem, me­kân-za­man­la çer­çe­ve­len­miş uza­yın re­fe­rans­la­rı­na sa­hip kav­ram­lar üze­rin­den yü­rü­tül­me­mek­te; ter­si­ne di­nî uza­yın kav­ram­la­rı­nın saf mâ­hi­yet­le­ri ara­sın­da iş­lem ya­pıl­mak­ta; an­cak yar­gı, me­kân-za­man uza­yı­na men­sup ol­gu ve olay­lar üze­ri­ne yük­len­mek­te­dir. Hal­bu­ki me­kân-za­man uza­yın­da mâ­hi­yet­ler de­ğil, o mâ­hi­yet­le­ri iç­sel­leş­ti­ren bi­rey­sel ol­gu ve olay­lar bu­lun­mak­ta­dır. Bu ne­den­le, İs­lâm­cı dü­şün­ce­nin nes­ne-ala­nı müp­hem ve muğ­lak bir özel­lik ka­zan­mak­ta, nes­ne­siz, ha­mur­va­rî bir dün­ya üze­rin­de ko­nu­şul­mak­ta­dır. Bir ma­sal­da bi­le ol­gu ve olay­la­rın re­fe­rans­la­rı var­dır ve tüm söy­lem, di­lin en te­mel se­man­tik for­mu, “S, P’dir” ya­pı­sı üze­rin­den yü­rür. Bir ol­gu ve olay ala­nın­da on­to­lo­jik ay­rı­şı­lır­lık il­ke­si hü­küm sür­me­di mi, o ol­gu ve olay­la­ra ait bil­gi­de de epis­te­mo­lo­jik öl­çü­le­mez­lik il­ke­si or­ta­dan kal­kar; so­nuç saf bir re­to­rik­tir. Kı­sa­ca, ol­gu ve olay­la­rın bi­rey­sel­li­ği­nin or­ta­dan kalk­tı­ğı, re­fe­rans­la­rın si­lik­leş­ti­ği, nes­ne­siz bir he­yû­la üze­rin­de, di­nî uza­yın inan­ma­yı ta­lep eden öner­me­le­ri­nin tek­lif edil­me­si ka­çı­nıl­maz­dır. Bu ne­den­le­dir ki, Tür­ki­ye’de­ki İs­lâm­cı ha­re­ket­ler ço­ğun, men­sup­la­rın­dan, me­kân-za­man­da­ki öner­me­ler için da­hi inan­ma­yı bek­ler­ler; dü­şün­me­yi de­ğil. Di­nî uza­yın ol­gu ve olay­la­rı bi­le be­lir­siz­leş­ti­ri­le­rek, üzer­le­ri ör­tü­le­rek inanç ko­nu­su kı­lın­mak­ta; onlarla yüz­le­şil­me­mek­te­dir. Çün­kü di­nî uza­ya ait bir ol­gu ve olay­la her yüz­leş­me, için­de ya­şa­nı­lan me­kân-za­ma­nın ola­nak­la­rı­nı dik­ka­te al­ma­yı zo­run­lu kıl­dı­ğı gi­bi, da­ha ön­ce­ki ta­ri­hî tec­rü­be­yi de göz önün­de bu­lun­dur­ma­yı ge­rek­ti­rir. Hal­bu­ki, yu­ka­rı­da­ki bi­çi­miy­le, çağ­daş İs­lâm­cı dü­şün­ce bü­yük oran­da ta­rih­siz­dir ve ta­rih­ten kor­kar. Öte yan­dan, “di­nî uza­ya ait bir ol­gu ve olay ne ka­dar be­lir­siz kı­lı­nır­sa, o ol­gu ve ola­ya inanç o ka­dar ar­tar” giz­li-il­ke­si, ma­ku­li­yet­ten de­ğil, ce­hâ­let­ten kay­nak­la­nır.

El­bet­te ta­rih­te, di­nî uza­ya ait bir ol­gu ve ola­ya ve­ri­len ya­nıt, o ta­ri­hî bağ­la­mın, me­kân-za­ma­nın ola­nak­la­rıy­la ma­lûl­dur; ya­nıt­la­rın ken­di­si­ne ba­kıp tah­kir ede­ce­ği­ne, ya­nı­tın çev­re­le­di­ği kay­gı­nın ve ya­nıt­ta te­ces­süm eden gay­re­tin ken­di­si­ne say­gı gös­te­ril­me­li­dir. Ge­le­ne­ği kut­sa­yan­la­rın yan­lı­şı, her­han­gi bir ya­nıt­ta­ki me­kân-za­ma­nın im­kân­la­rı­nı, müm­kün­lük­ten zo­run­lu­lu­ğa ta­şı­mak iken, mo­der­nist­le­rin­ki bi­zâ­ti­hi tec­rü­be­nin ken­di­si­ni ih­mal et­me­le­ri­dir. Bi­lin­me­li­dir ki, bu­gü­ne iliş­kin, re­to­ri­ğin dı­şın­da­ki her cid­di ya­nıt te­şeb­bü­sü, ta­ri­hî tec­rü­be­nin ka­de­ri­ni pay­la­şa­cak, ge­le­cek­te me­kân-za­ma­nın ola­nak­la­rı de­ği­şe­ce­ğin­den, na­if ka­la­cak­tır. Ta­ri­hî tec­rü­be­den mah­rum ol­mak, yal­nız­ca za­ten de­ğiş­miş olan içe­rik­le/ya­nıt­la il­gi­li de­ğil­dir; bi­zâ­ti­hi tec­rü­be­nin içer­di­ği so­ru/bi­çim ile de il­gi­li­dir. Ör­nek ola­rak, her­ke­sin eleş­tir­me­yi ma­ri­fet say­dı­ğı İbn Ara­bî dü­şün­ce­si­nin, dü­rüst­çe söy­le­mem ge­re­kir­se, ne­yi çöz­me­ye ça­lış­tı­ğı­nı, açık­la­yan de­ğil, imâ eden bir ça­lış­ma­yı şim­di­ye de­ğin oku­ma­dım. Ya­nı­ta ta­kı­lıp ka­lan­la­rın, so­ru­yu göz­den ka­çır­ma­la­rı ve bu so­ru­yu çöz­mek için gös­te­ri­len gay­re­ti tah­fif, bu gay­re­ti gös­te­ren bü­yük ad­la­rı da tah­kir et­me­le­ri ka­çı­nıl­maz­dır. Bu dü­şün­ce­nin ba­zı­la­rı ta­ra­fın­dan, me­kân-za­man ola­nak­la­rı­nın dı­şın­da, ide­ali­ze edil­di­ği bir iti­raz sa­de­din­de ile­ri sü­rül­se bi­le, bi­lin­me­li­dir ki, ki­şi baş­ka­la­rı­nın yan­lı­şı­nı tes­pit ede­rek ken­di doğ­ru­su­nu sa­vu­na­maz.

“X ko­nu­da­ki Kur’anî olan ne­dir?” so­ru­su için, me­kân-za­ma­nın ola­nak­la­rı çer­çe­ve­sin­de bir ya­nıt ve­ren ki­şi, ver­di­ği ya­nı­tın üst-bir-di­le ait ol­du­ğu­nu id­di­a ede­mez. İbn Hey­sem’in de­di­ği gi­bi, böy­le bir id­di­a bı­ra­kı­nız di­nî uza­yı, so­mut mad­dî dün­ya­nın nes­ne-ala­nı için ge­liş­ti­ri­len il­mî ku­ram­lar­da bi­le ge­çer­li de­ğil­dir. Bu du­rum Nas­red­din Ho­ca’nın saz ça­lar­ken par­mak­la­rı­nı per­de­ler üze­rin­de gez­dir­me­me­si­ni, “tüm ozan­la­rın ken­di­si­nin bul­du­ğu ye­ri ara­dı­ğı”yla açık­la­ma­sı­na ben­zer. Böy­le bir id­dia­da bu­lun­mak, tüm ta­ri­hî tec­rü­be­yi mah­kum et­mek ve üst-bir-di­li keş­fet­ti­ği­ni söy­le­mek, en ha­fif ta­bir­le, ki­bir ve den­siz­lik­tir. De­ğil­se, Nas­red­din Ho­ca’nın fık­ra­sın­da­ki gi­bi bir şa­ka­dır ve ki­şi­sel ka­nım odur ki, özel­lik­le 1960’tan son­ra Tür­ki­ye’de ge­li­şen, yu­ka­rı­da be­tim­le­nen özel­lik­le­ri ha­iz İs­lâm­cı dü­şün­ce bir şa­ka­dır.

İn­san­lık üze­ri­ne ak­lî çer­çe­ve­de me­ta­fi­zik, in­san üze­ri­ne on­to­lo­jik ko­nu­şa­bi­lir, man­tı­kî se­vi­ye­de yar­gı­lar­da bu­lu­na­bi­lir­si­niz; an­cak me­kân-za­ma­nın ola­nak­la­rı için­de var-olan ki­şi için, ta­ri­hî bağ­la­ma git­mek zo­run­da­sı­nız­dır. Dü­şün­ce me­ta­fi­zik ve man­tık ile ku­ru­la­bi­lir; an­cak ha­yat si­ya­set­le yö­ne­ti­lir. Bu­ra­da bel­ki tek öl­çüt, ha­ya­ta iliş­kin si­ya­se­tin, ma­ku­li­ye­ti­ni in­şâ eden ha­ki­ka­te tâ­bi ol­ma­sı­nı el­den gel­di­ğin­ce sağ­la­mak­tır.

Şim­di­ye de­ğin söy­le­ni­len­ler­den, ge­le­nek­sel­ci­ler ile mo­der­nist­ler ara­sın­da or­ta-bir-yol tek­lif edil­di­ği çı­ka­rıl­ma­ma­lı­dır. Ka­nım­ca, ge­nel­lik­le, or­ta-yol tek­lif­le­ri sah­te­kâr­lık, ha­fif bir de­yiş­le, tem­bel­lik­tir. Tek­lif edi­len, ta­ri­hî sü­rek­li­lik­tir; geç­mi­şi, şim­di­si ve ya­rı­nı olan, bir ara­yış, bir akış, bir in­şâ ediş­tir; İbn Ne­fis’in de­di­ği gi­bi, ne es­ki, es­ki ol­du­ğu ne de ye­ni, ye­ni ol­du­ğu için bi­zâ­ti­hi de­ğer­li ol­maz; yal­nız­ca ha­ki­kat ve hay­ra ne ka­dar denk düş­tü­ğü, bir dü­şün­ce ve ey­le­mi de­ğer­li kı­lar. Ne acı­dır ki, gü­nü­müz Tür­ki­ye’sin­de­ki di­nî has­sa­si­ye­ti yük­sek ke­sim­ler, mu­ha­fa­za­kâr­lar, İs­lâm­cı­lar, mil­li­yet­çi­ler, -ne de­nir­se de­nil­sin-, ta­rih­le­ri­ni yük­len­mek için bı­ra­kı­nız bir pers­pek­ti­fe sa­hip ol­ma­yı, sa­hih bir ni­yet ve do­na­nı­ma, hat­ta etik bir tav­ra bi­le ço­ğun sa­hip de­ğil­ler.

Son söz: Müs­lü­man­la­rı se­ve­me­yen­ler, İs­lâm­cı­lı­ğa sı­ğı­nır­lar.

Kaynak: 
Fazlıoğlu, İ., Mısdâkı olmayan İslâmcılık, Anlayış, http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=84&makaleid=2766

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts