İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın 29 Aralık Perşembe günü gerçekleştirilen yedinci dersinde “Konya Havzası: Kişiler ve Eserler” konu edildi.
Çok eski bir yerleşim yeri olan Konya’nın etimolojik köklerinin Kawania’dan geldiğini ve Frig diline dayandığını belirten İhsan Fazlıoğlu, şehrin Saltuknâme’de “Kavaniye ki ona Konya derler” şeklinde anıldığını belirtti. Şehir'de tarihî süreçte Perslerin, Makedonların, Romalıların, Bergama Krallığının ve daha pek çok farklı kültürün var olduğunu ancak Roma döneminde özellikle değer kazandığını anlattı. 7. yüzyılda Konya’da Arapların yaşadığını, 723 yılında Emevîlerin fethettiği şehri daha sonra Abbasîlerin tahrip ettiğini, bunun ardından şehrin Doğu Roma’nın eline geçtiğini, 1073’te ise şehri Türk komutan Afşin’in fethettiğini bildirdi. 19 Haziran 1097 yılında İznik’in Doğu Roma’ya terk edilmesiyle birlikte Selçukluların Konya’yı başkent yaptıklarını ve şehrin bu tarihten itibaren Anadolu’nun önemli şehirlerinden biri olarak gelişmeye başladığını vurguladı. Konya’nın 13. yüzyıldan itibaren Uluğ Keykubâd tarafından başlatılan imar hareketleri neticesinde daha da geliştiğini, Daru'l-mulk adını alan şehirde yeni surlar, yeni mahalleler ve çarşılar yapıldığını aktardı. Moğolların önünden kaçanların gelmesiyle birlikte şehir nüfusunun altmış binin üzerine çıktığına dikkat çekti. Konya’nın 1243'teki Kösedağ Savaşı’ndan sonra bir duraklama dönemi geçirdiğini; fakat ekonomik ve ticarî olarak merkez bir şehir olma özelliğini bir müddet koruduğunu aktardı. İlhanlı baskıları neticesinde Konya’nın çöküşünün başladığını, Kayseri ve Sivas şehirlerinin ise öne çıktığını belirtti.
İhsan Fazlıoğlu, büyük bir vakıf sistemi olan Mevlevîliğin, Konya için yüzyıllara uzanan 'ekonomik canlılık' anlamına geldiğini vurguladı ve söz konusu malî hareketliliğin bilhassa Celâleddin türbesinin yer aldığı şehrin %15'ini oluşturan kalabalık ailelerden müteşekkil mahallede görüldüğüne dikkat çekti. Tanzimat döneminde Evkâf-i Humâyun Nezâreti’nin kurulmasıyla birlikte bozulan sistemin Türbe-i Celâliye mahallesindeki ekonomik canlılığı da sona erdirdiğini belirtti. Karamanlıların şehre el koyduğu 1358 yılından itibaren büyük şehir olma özelliğini yitiren Konya’nın Fatih Sultan Mehmet’in fethiyle birlikte Osmanlı yönetimine geçtiğini, Sultan Cem’in valilik yaptığı yedi yıl zarfında Konya halkını Osmanlı idaresine alıştırdığını ifade etti. Şehrin daha çok Selçuklu- Türk kimliğiyle öne çıktığını, tarihî süreçteki tüm olaylara rağmen günümüze kadar söz konusu kimliği koruduğunu belirtti. 17. yüzyılda sanayi üretim merkezi haline gelen şehrin, padişahların uğrak noktası olduğunu, sultanların çıktıkları seferlerde Konya’yı muhakkak ziyaret ettiklerini aktardı.
Konya’nın İslâm ve Türk medeniyeti için çok önemli bir yeri hâiz olduğunu vurgulayan Fazlıoğlu, şehrin onu önemli kılan söz konusu vasıflarını 1250-1400 yılları arasında kazandığını bildirdi. Konya’nın bir terkip olduğu üzerinde önemle durdu. Medenî başarıların ve yaratıcılığın terkiplerle, farklılıkların bir araya gelmesiyle ortaya çıktığına dikkat çekti. Konya’yla birlikte İslâm-Türk birliğinin teşekkül edip kıvamını bulduğunun, altı yüzyıl boyunca bizi ifade eden dilin bu şehirle birlikte oluştuğunun altını çizdi. Konya’nın 'fıkıh, kelâm ve tasavvufu' bir arada tutan zihniyeti ifade ettiğini, Davud Kayserî ve Molla Fenârî’yi mümkün kılan ve 'itikâd, ilim ve irfan' birlikteliğinden doğan entelektüel bağlamın Konya’da teşekkül ettiğini belirtti. Başta Sadreddin Konevî, Sirâceddin Urmevî, Celâleddin Rûmî ve Kutbuddin Şîrâzî olmak üzere pek çok ismin bu şehirde bir araya geldiğini; diğer bir deyişle farklı coğrafyalardan gelen ve doğal bağlamlarından kopan âlimlerin yalnızca bilgi birikimleriyle yeni bir bağlamda, yeni bir tartışma zemini üzerinden varlık kazandıklarını vurguladı. Türkistan’dan, Merv’den aktarılan yapının Konya’da hercümerç edildiğini, yeniden karıldığını, tek bir merkezi olmayan İslâm medeniyetinin bu tarz girdi-çıktılarla her dâim sürekli yeniden şekillendiğini ifade etti. Sözü edilen âlimlerin, özellikle Fahreddin Râzî, Şihâbuddin Sühreverdî ve İbn Arabî'nin fikirleri etrafında insanın hakikati bilip bilemeyeceğini, gerçekliği kavrayıp kavrayamayacağını yahut hangi yöntemle kavrayabileceğini ve yöntemin sınırlarının ne şekilde belirlenebileceğini tartışma konusu haline getirdiklerini aktardı. Osmanlı Devleti’nin kurucu isimlerinin ilim ve irfan birikimini Konya’daki entelektüel yapıdan edinmiş olmalarının, şehrin sunduğu terkibin yayılma gösterdiği alanın genişliği ve yarattığı etkinin büyüklüğü hakkında son derece önemli bir gösterge olduğuna dikkat çekti.
1300-1400 yılları arasında Konevî adını taşıyan pek çok âlimin yanında özellikle 'itikâd - ilim - irfân' terkibini hakkıyla temsil yedi fakihin yetiştiğini belirten Fazlıoğlu, Konya’da yaratılan terkibin ve bu terkibin yarattığı tipolojinin yüzyıllarca boyunca bu âlimlerin şahsında tecessüm ettiğini belirtti. İbrahim Konevî, Alâaddin Konevî, Muhammed Konevî, Nasiruddin Konevî, Cemâleddin Konevî, Hasan Konevî ve Şemseddin Konevî gibi dilci, mantıkçı, fakih, mütekellim, sûfî ve dahi müderris olan bu âlimlerin Mağrib’e dek etki edecek bir zihniyeti de geliştirdiklerini bildirdi. Özellikle hem kâdi'l-kudat hem de meşîhatu'ş-şuyûh olan dil âlimi, müfessir, fakîh, mütekellim ve mutasavvıf Alâaddin Konevî'nin (ö. 1329) bu zihniyetin temsili yüksek en önemli örneklerinden biri olduğunu, mesela, bizzat görüştüğü İbn Teymiyye'yi hem koruduğunu hem de eleştirdiğini, ayrıca İbn Haldun'un hocası Muhammed Âbilî'nin ders aldığı Mağrib'ten gelen Ebû Musa b. el-İmâm ile kardeşi Ebû Zeyd'in hocalığını yaptığını vurguladı ve Makarrî'nin Nefhu'l-tîb'ındaki "İkisi de Doğu'ya seyahat ettiler. Her biri Alâaddin Konevî ile Celâleddin Kazvînî'den okudular. Bu iki âlim, Aklî Kelâm'daki 'Yeni Yöntem'in mensuplarıydılar." cümlelerini alıntıladı. Dilci, hem usûl hem de furû'da fakîh, mütekellim ve zâhid Şemseddin Konevî'nin (ö. 1386) ise ilmî çalışmaları yanında iyi bir at terbiyecisi ve tâciri olduğunu, savaş âletleri teknolojisinde mâhir olduğunu, bostancılık yaptığını, Beyrut civarında savaşa katıldığını, kale mimarisine uzman bir isim olarak burç inşa ettiğini, ayrıca İbn Arabî'ye nisbet edilen Şeceretu'n-numâniyye fî'd-devleti'l-Usmâniyye adlı esere bir şerh yazdığını belirtti. Yalnızca Davûd Kayserî'yi değil Celâleddin Aksarâyî ve öğrencisi Molla Fenârî’yi de bu yapının içinde görmek ve okumak gerektiğini vurguladı. Konya’da inşa edilen bu zihniyetin İran’a da tesir ettiğini söyleyen Fazlıoğlu söz konusu etkinin Şah İsmail’den önce ve sonra olmak üzere iki dönemde okunması gerektiğine dikkat çekti. Şah İsmail’e dek süren ilk dönemdeki etkinin büyük oranda Konya’nın bir tür devamı niteliğinde olduğunu; ikinci dönemde ise bu etkideki İşrâkîlik unsurunun oldukça artırıldığını ve giderayak hurûfîliğe dönüştüğünü belirtti.
Fazlıoğlu, her ne kadar Konya'nın inşa edici zihniyetinin 1250-1400 arasında faal olduğunu vurgulasa da, Osmanlı tarihi boyunca Konya kökenli çığır açıcı kritik adların hep yetiştiğini, yetişmeye devam ettiğini dile getirdi. Ayrıntılı bilgileri daha sonraki sunumlara erteleyen Fazlıoğlu özellikle iki önemli isme işaret etti. Bu isimlerden birincisi olan Mehmet Konevî’nin kendi dönemine kadar daha çok sûfîlerin, şâirlerin, bürokrasinin ve ordu'nun taşıdığı Türkçe'yi, ilmî, özellikle de uygulamalı astronomiye aktararak ilimlerdeki Türkçeleştirme hareketinin XVI. yüzyılın başındaki en önemli temsilcisi olduğunu ifade etti. İkinci isim olan Abdullah Şükrî Konevî'nin ise, klasik bir âlim olmasına karşın, XIX. yüzyılın ilk yarısında, Batı Avrupa'dan gelen yeni kozmoloji ve astronomi çalışmaları ile kadîm mîras açısından eleştirel bir irtibat kurduğunu belirtti.
Medeniyet Okumaları’nın 9 Şubat 2017 tarihinde gerçekleştirilecek sekizinci seminerinde "Bursa Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler" ele alınacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder