Medeniyet Okumaları'nın On birinci Dersinde “İsfehân Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler” Konu Edildi

Medeniyet Okumaları'nın On birinci Dersinde “İsfehân Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler” Konu Edildi

İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın 23 Mart Perşembe günü gerçekleştirilen on birinci dersinde, "İsfehân Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler"  konu edildi. İhsan Fazlıoğlu, atlı birlikler anlamına gelen sipâhân'dan türeyen İsfehân’ın, Sâsânî imparatorlarının sefere giderken konakladıkları yer olması hasebiyle bu isimle anıldığını belirterek sözlerine başladı.
Çok çeşitli meyveleri ile meşhur olan bu şehrin tarih boyunca en büyük gelir kaynaklarından birinin meyve ticareti olduğunu anlatan Fazlıoğlu, nüfusun büyük ölçüde Ârî ve Zerdüştîlerden oluştuğunu belirtti. Mecûsîlerin önemli şehirlerinden olduğu için İsfehân’da şehre Müslüman Araplar tarafından yerleştirilen Hanbelîler ile Zerdüştîlerin çatışma içinde olduklarını aktardı. Zaman içinde Hanefîler, Şâfîler, Şiîler ve Bâtınîlerin de şehre yerleştiklerini belirten Fazlıoğlu, bu nedenlerle İsfehân’ın dinî ve etnik bakımdan son derece kozmopolit bir yer olduğunu vurguladı. Karakoyunlular ve Akkoyunlular devrinde bu tarz inanç çatışmalarının arttığı İsfehân’ın Safevîlerin başkenti olmasıyla birlikte tamamen Şiîleştiğini, bugüne kadar da söz konusu kimliği sürdürdüğünü bildirdi. İsfehân’ın ciddî bir Yahudî ve Ermeni nüfusa da sahip olduğunu anlatan Fazlıoğlu, ticaretle ilgilenen ve otuz bin kişiden oluşan bir kesimin varlığından söz etti.
Fazlıoğlu, Hz. Ömer tarafından fethedilen şehrin iktisadî olarak çok hızlı bir biçimde geliştiğini, hem Emevî hem de Abbasîler döneminde en yüksek vergi veren şehirlerden biri olduğunu belirtti. Abbasîlerin zayıflamaya başlamasıyla birlikte Samanîler tarafından ele geçirilen ve daha sonra da Büveyhîler döneminde başkent olan şehrin bir ilim ve kültür merkezi olarak yükseldiğini bildirdi. Bu dönemin en önemli isminin Tehzîb el-ahlâk adlı eserin sahibi İbn Miskeveyh olduğunu belirten Fazlıoğlu, İsfehân'ı daha sonra yöneten Kâkûyîler'e mensup Emir Alâuddevle döneminde yazdığı Dânişnâme-i Âlâî adlı eserle Farsçayı ilim ve kültür dili olarak kuran İbn-i Sina’nın da bu dönemin bir diğer önemli ismi olduğuna dikkat çekti. İbn Sînâ’nın aynı zamanda Meşşâî felsefe-bilimin en önemli eserlerinden bir olan el-İşârât ve el-tenbîhât adlı eseri de yine bu isme takdim ettiğini ifade etti. 1040 Dandanakan Savaşı sonrasında Tuğrul Bey tarafından fethedilen İsfehân’ın Tuğrul Bey’in adaletli hâkimiyeti altında yeniden gelişmeye başladığını anlatan Fazlıoğlu, İsfehân’ın Melikşah zamanında Selçukluların başkenti olmasıyla birlikte yeniden imar edildiğini; şehrin bir açık hava İslâm eserleri müzesine dönüştüğünü; yalnızca mimarî açıdan değil, Kayseri Nazırı İbnu'l-Kemâl İlyas b. Ahmed'in Keşf el-akabe adlı eserinde de belirttiği üzere, bir ilim merkezi olması bakımından da son derece önemli olduğunu aktardı.
Fazlıoğlu, taht kavgaları ve iç-çatışmalarla sarsılan şehrin Hasan Sabbah’ın takipçileri Batınîler tarafından tahrip edildiğini, kütüphaneler ile birlikte çeşitli kültür eserlerinin yakılıp yıkıldığını anlattı. Sultan Sencer’in başkenti Merv’e taşımasıyla birlikte önemini kaybeden İsfehân’ın, Safevîlere dek sönük bir şehir olarak kaldığını belirtti. İlhanlılar zamanında toparlanan şehirde, Timur’un gelmesiyle birlikte elli bin kişinin katledildiği bir kıyım yaşandığını, daha sonra Timur hanedanının kendi içinde yaşadığı çatışmalarla meşgul olduğu sırada Karakoyunluların şehri tahrip ettiğini, nüfusun yaklaşık olarak 5/6’sının yok edildiğini, şehrin 1505’te Şah İsmail tarafından ele geçirildiğini aktardı. Şah Tahmasb zamanında başkent olan İsfehân’ın tarihinin en parlak ve en verimli dönemini yaşadığını; büyüyerek yüz kapılı bir şehir haline geldiğini; ipek, halı ve mücevher ticaretinin geliştiğini; mimarî eserlerin yeniden yapıldığını anlattı. İsfehân’a yakıştırılan nısf-ı cihân ve nakş-ı cihân tabirlerinin de yine bu dönemde üretildiğini aktardı. Hakikî anlamıyla bir havza hâline gelen şehrin, ilim, kültür, edebiyat, sanat ve felsefe konularında ciddî bir atılım yaşadığını; müzikte İsfehânek de denilen İsfehân makamının, edebiyatta ise sebk-i İsfehânî kavramının ortaya çıktığını belirtti. İlginç bir şekilde tasavvufî hayatın yasaklandığını bildirdi. İsfehân’daki temel zihniyetin, İbn Arabî vahdet-i vucûd dizgesinin, İbn Sinacılık ve İşrâkîlik ile terkib edilmesi olarak özetlenebileceğini belirtti. Efganlılar'ın şehri işgal ve mahvetmesi akabinde, Nadir Şah zamanında ticârî önemi süren şehrin, tüm imar faaliyetlerine rağmen eski değerini kaybettiğini de sözlerine ekledi. I. ve II. Dünya Savaşları'nda ağır hasar gören İsfehân’ın, günümüzde bir kültür ve sanayî merkezi olarak önemli bir şehir olduğunu belirten Fazlıoğlu, İran’ın bu açık hava müzesini andıran şehrinde halı ve gümüş üreticiliğinin son derece önemli olduğunu vurguladı.
İsfehân’ın tarih boyunca önemli isimler yetiştirdiğini dile getiren Fazlıoğlu, Ömer Rızâ Kehhâle'nin Muʻcem el-muellifîn'i gibi herhangi çağdaş bir tabakât kitabına bakıldığında "el-Isfehânî" nisbesini taşıyan yüzü aşkın âlimle muhatap olunabileceğini belirtti. Yukarıda bahsedilen İbn Miskeveyh ve İbn Sînâ dışında Ebû Mansûr el-İsfehânî, Ebû Muslim el-İsfehânî, Ebû'l-Ferec el-İsfehânî ve Râğıb el-İsfehânî, Şemsuddin Muhammed el-İsfehânî ve Mahmud el-İsfehânî gibi âlimlere işaret etti. Özellikle, genelde İslâm medeniyeti özelde de Osmanlı için çok önemli olan Mahmud İsfehânî üzerinde durdu. Merağa ve Tebriz matematik-astronomi okullarının temsilcisi Kutbuddin Şîrâzî'nin talebesi olan Mahmud İsfehânî’nin, Tebriz, Dımeşk, Kudüs ve Kâhire'de yaşadığını, İbn Teymiyye'nin bile takdirle bahsettiği Mahmud İsfehânî’nin mantık, kelam, felsefe ve usûl alanlarında öne çıkan ve kitapları medreselerde yüzyıllarca okutulan bir âlim olduğunu belirtti. Aynı zamanda mutasavvıf olan Mahmud İsfehânî’nin yazdığı eserlerle Anadolu ve Balkanlardaki Türk zihniyeti için çok belirleyici bir rol üstlendiğini vurguladı. Özellikle, Beyzâvî'nin Tevâli el-enzâr adlı kelam eserine yazdığı Metâli el-enzâr adlı şerhin medresede ders kitabı olduğunu; Seyyid Şerîf ve Hocâzade başta olmak üzere pek çok âlim üzerine hâşiyeler kaleme alındığını; Urmevî'nin Metâli el-envâr'ına da bir Şerh yazan Mahmud İsfehânî’nin bu şerhinin de Molla Fenârî tarafından tahşiye edildiğini aktardı. Ancak Mahmud İsfehânî'nin en önemli ve etkili eserinin, Tûsî'nin Tecrîd el-akâid'ine, Teşyîd el-kavâid fî şerh tecrîd el-akâid adıyla yazdığı Sünnî şerh olduğuna dikkat çekti. Bu şerh üzerine Seyyid Şerif’in bir Hâşiye kaleme aldığını; bunun da Osmanlı Ülkesi'nde Hâşiye-i tecrîd medreselerinin ana metni hâline geldiğini belirtti.
Safevîler döneminde havza özelliği kazanan İsfehân'ı anlamak için, Fazlıoğlu, öncelikle Merv - Merağa - Tebrîz - Konya - Bursa - Semerkand - İstanbul çizgisini takip etmek; özellikle hem İsfehân’ı hem de Babür Devleti ile Osmanlı Devleti’ni etkilemiş Şîrâz Okulu'nu iyi idrak etmek gerektiğini belirtti ve İran coğrafyasında Şîrâz Okulu'nun son büyük Sünnî ilmî-fikrî hareket olduğunu ekledi. Konya'dan Konevî Okulu ile Mevlana çizgisinin, Semerkand'dan matematik bilimler yanında Molla Câmi ile Ali Kuşçu'nun Şerh-i cedîd'inin ve Seyyid Şerif'in hemen tüm eserlerinin; İstanbul'dan ise hem zihniyetin hem de Hocazâde ile Hatîbzâde başta olmak üzere bazı önemli adların etkili olduğu Şîrâz Okulu'nun en önemli isimlerinden birisinin Celâleddin Devvânî olduğunu belirtti ve Sultan II. Beyazıt’ın hocası Müeyyedzâde Abdurrahman'ın Devvânî’nin öğrencisi olduğunu aktardı. Kâdî Mîr Meybûdî gibi mensupları olan Devvanî çizgisinin İstanbul gibi perspektif realizmini esas aldığına işaret eden Fazlıoğlu, yine de Devvânî'nin İşrâkî karakterde bir üst-dil arayışı içinde olduğunu belirtti. Şîrâz Okulu'nun diğer önemli temsilcisi Sadreddin Deştekî ve oğlu Giyâseddin Deştekî’nin ise hem İstanbul'un perspektif realizmine hem de Devvânî'nin İşrâkî ağırlıklı yaklaşımına karşı çıkarak İbn Sinacı bir tonu benimsediğini hatırlattı. Devvânî ve Deştekî çizgilerinin birbirlerine karşı cevap niteliğinde kaleme aldıkları eserlerle iki-üç yüz yıl kadar süren bir tartışma geleneğini sürdürdüklerini ekledi. Deştekî çizgisinden gelen, daha sonra İstanbul'u da ziyaret edecek olan en önemli ismin Muslihiddin Lârî olduğunu vurguladı. Bu dönemde Şîrâz'da Safevîlere biat eden Şemseddin Hafrî'nin nazarî astronomu yanında matematik ve doğa ilişkisi ile sonsuzluk üzerine fikirler ürettiğini; ayrıca daha sonra Sadreddin Şîrâzî'nin kaleme alacağı meşhur eserine benzer küçük bir çalışmayı el-Esfâr el-erbaa adıyla yaptığına işaret etti. Benzer şekilde Mahmud Neyrîzî’nin de erken dönem Safevî ideolojisine zemin teşkil edecek kelâmî-felsefî fikirleri geliştirdiğini belirtti. Devvânî çizgisinin ise Mahmud Şîrâzî - Mirzâcân Bağânevî - Hüseyin Halhâlî üzerinden hem Babür Devleti'ne hem de İstanbul'a aktarıldığına dikkat çeken Fazlıoğlu, bu çizginin İstanbul'daki en önemli temsilcisinin Sultan I. Ahmed'e el-Fevâid adlı enmûzec tarzı eseri sunan Mehmed Emin Şîrvânî olduğunu bildirdi.
Fazlıoğlu, bir havza olarak İsfehân Okulu hakkında konuşmaya başlamadan önce Dâr el-İslâm kavramı üzerinde durdu ve Dâr el-İslâm'ın basit anlamıyla bir siyâsî-politik ya da iktisâdî-ekonomik bir birlik/düzen/sistem olarak görülemeyeceğini belirtti. Dâr el-İslâm’ın her şeyden önce manevî (anlam-değer dünyası) bir birlik olarak tanımlanabileceğini; bu açıdan ümmet fikrini politik bir fikir olarak görmenin yanlış olduğunu, anlam ve değer dünyasını ifade eden manevîyatın ölçüsünün ise Tanrı, Evren ve insan ile aralarındaki ilişkilerin bütününü ifade eden Theo-ontolojik birlik olduğunu belirtti. Bu theo-ontolojik birliğin, başka bir ifadeyle hayat görüşünün farklı yorumlarının olduğunu ve olabileceğini; en radikal farlılığın ise bir zihniyet ayrışmasına dönüşen Şiîlikte görülebileceğini söyledi ve ayrışmanın esas itibariyle Kitâb-i Tenzîlî'nin kim tarafından okunabileceği sorusu etrafında düğümlendiğini vurguladı. Şîa’ya göre vahyin, nübüvvet yönüyle bittiğini, ancak diğer yönüyle, ilâhî-kozmik-seçilmiş âile yönüyle, ise devam ettiğini aktardı. Kur'an-i Kerîm'in, Tanrı katından gönderilmiş bir metin olmakla belirli bir eğitim-öğretim görmüş herkes tarafından yorumlanabileceğine inanan Sünnîlerden farklı olarak Şiîlerin, bu metni yorumlayabileceklerin, ilâhî-kozmik-seçilmiş âile olmakla masumiyeti hâiz Hz. Ali ve onun ahfadı olduğuna inandıklarını, diğer bir deyişle metnin sadece Ehl-i Beyt tarafından yorumlanabileceğini, dolayısıyla bu iki yöntem arasındaki farkın kutsal metnin "kim" tarafından yorumlanacağı noktasında ortaya çıktığını belirtti. Safevîlerin, bu ilkeyi, politik bir güç elde etmek için, kendi siyâsî ideolojileri ile entegre etmek istediklerini; bunun da nihâi amacının aslında tarihten gelen geleneksel Şiî düşüncesinin politik ve dinî ideolojik katılığını aşmak olduğunu vurguladı. İşte İsfehân’ın tam da bu bağlamda, yani geleneksel Şiîliğin politik ve dinî anlayışının katılığını aşmak ve Şiîliği, Safevî ideolojisine entegre etmek bakımından önemli bir rol üstlendiğini vurguladı.
Bu rolün, büyük oranda, Nasiruddin Tûsî'nin İbn Sînacılık üzerinde kurduğu Şiî kelâmî düşüncenin İşrâkîlik süzgecinden geçerek ve sudûr nazarîyesine entegre edilerek gerçekleştirildiğini belirtti. Bu süreci üç önemli düşünürün üstlendiği üzerinde durdu: el-Kabesât adlı eserin yazarı ve hudûs-i dehrî fikrinin savunucusu Mîr Dâmâd; matematik bilimlerde büyük oranda Ali Kuşçu’nun takipçisi; köken olarak Lübnan Baʻlebekli bir Şiî Arap aileden olan fakih, matematikçi, astronom, mimar, Bahâuddin Âmilî; ve Yoga ile Zerdüştlük üzerinde de çalışmış olan Mîr Findiriskî... Âmilî’nin, Kuşçu gibi Yer'in kendi ekseni etrafında dönmesinin mümkün olduğunu savunduğunu ve Osmanlı medreselerinde de son dönemlere kadar okutulan Hulâsat el-hisâb ile Teşrîh el-eflâk adlı eserleri kaleme aldığını belirtti. Ayrıca belki de İran coğrafyasının matematik bilimlere son önemli katkısını temsil eden Muhammed Yezdî'yi yetiştirdiğini ifade etti. Yezdî’nin pek çok klâsik matematik eserini tashih, tahrîr ve şerh ettiğini; Uyûn el-hisâb adlı önemli bir matematik kitabı kaleme aldığını aktardı. Findiriskî’nin ise bir Meşşâî düşünür olmasına karşın Hint felsefesine ait metinler üzerine çalıştığını, bununla da kalmayarak söz konusu metinleri Arapçaya tercüme ettiğini bildirdi. Mîr Dâmâd ve Bahâuddin Âmilî'nin öğrencisi olan ve Molla Sadra olarak da tanınan Sadreddin Şîrâzî’nin, kendine değin gelen tüm bu tecrübeleri dikkate alarak, Meşşâî, İşrâkî, İrfânî, Şiî hatta Eşʻarî birikimi dikkate aldığını, dolayısıyla vahiy, akıl ve mistik sezgiyi birleştiren bir dizge kurduğunu; bu dizgeyi "kayıp imam" kavramı ile ilişkiye sokarak bir tür İMAMOLOJİ geliştirdiğini ve bunu Safevî ideolojisiyle entegre ettiğini belirtti. Bu hâsılanın yine de baskın renginin İşrâkîlik olduğunu vurgulayan Fazlıoğlu, Molla Sadra'nın el-Esfâr el-erbaa adlı eserinde dile getirdiği bu sisteme el-Hikmet el-muteâliye (theosophy) adını verdiğine dikkat çekti. Mîr Dâmâd'ın fikirlerini büyük oranda Molla Sadra'nın da damadı olan Abdurrezzâk Lâhicî’nin sürdürdüğünü ekledi. Molla Sadra'nın yaklaşımının ise hemen karşılık bulmamakla birlikte süreç içinde baskın ve resmî bir sistem hâlini aldığına vurgu yaptı. Receb Ali Tebrîzî, yine Molla Sadra'nın damadı olan Muhsin Feyz Kâşânî, Şemseddin Cîlânî, Kâdî Saîd Kûmî ve Ağa Hüseyin Hansarî gibi pek çok isim tarafından sürdürülen Şîrâz Okulu'nun düşüncelerinin XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Afganlıların İran'ı işgali üzerine sekteye uğradığını aktardı. Bu dönemde Dergüzinî’nin okulun bazı fikirlerini ve eserlerini sığındığı İstanbul'a taşıdığını; ancak Molla Sadra'ya karşı eleştirel bir tavır takındığını da anlattı. XIX. yüzyılda İsmail İsfehânî, Ali Nûrî ve bu dizgeyi şiir ile terennüm ederek Manzûme adlı eseri kaleme alan ve sonra da Şerh eden Hâdî Sebzevârî gibi düşünürlerle devam ettirilen bu sistemin, XX. yüzyılda Tabatabâî tarafından tekrar diriltildiğini ve Henry Corbin, Toshiko İzutsu ve Muteharrî gibi isimler tarafından işlendiğini; Seyyid Hüseyin Nasr gibi araştırmacılar tarafından da popülerleştirildiğini ve çeşitli ülkelerde akademik araştırmalara konu kılındığını bildirdi. Günümüzdeki İran Fars Devleti'nin emperyal resmî felsefe sistemi olarak bir devlet ideolojisi haline dönüştürüldüğünü ifade etti.
Medeniyet Okumaları’nın "Endülüs-Mağrib Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler" başlıklı semineri 20 Nisan 2017 tarihinde gerçekleştirilecektir. Seminerin başlangıç saati 17.30’dur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts