İhsan Fazlıoğlu ile 2016-2017 akademik yılı Medeniyet Okumaları’nın 9 Mart Perşembe günü gerçekleştirilen onuncu dersinde, “İstanbul Havzası: Kişiler ve Eserler” konu edildi. Seminere Türklerin milletleşmesinin İstanbul sayesinde olduğunu vurgulayarak ve "İstanbul'dan bahsetmek biraz da bizden bahsetmektir" diyerek başlayan İhsan Fazlıoğlu, İstanbul havzasının felsefe ve bilim tarihi açısından üç önemli dönemi olduğunu belirtti. 1040 yılında başlayıp 1600’lere dek devam eden "yenileşme dönemi"nin temerküz ettiği, en önemli ürünlerini ortaya koyduğu son büyük şehir olması nedeniyle İstanbul’un, I. İstanbul Felsefe-Bilim Çevresini (1453-1600) teşkil ettiğini bildirdi. İstanbul’un ikinci olarak, 1600-1800 yılları arasını kapsayan "muhasebe dönemi"nin merkez şehri olma özelliğiyle öne çıktığını aktardı. Özellikle II. İstanbul Felsefe-Bilim Çevresi olarak adlandırdığı 1700-1800 tarihlerinde İstanbul'un çok önemli ilmî ve fikrî etkinliklere sahne olduğunu belirtti. Son olarak da İstanbul’un 1800’den itibaren ortaya çıkan "arayışlar dönemi"nin en önemli şehri olduğuna dikkat çekti. Dolayısıyla tek bir havzanın üç farklı tecellisi olduğunu söyledi.
İhsan Fazlıoğlu, şehrin tarihçesine bakıldığında M.Ö. 3000 yılından itibaren İstanbul’da yerleşimin bulunduğunu; su kaynaklarına sahip korunaklı bir şehir olan İstanbul’un doğal bir yerleşim alanı olduğunu belirtti. İstanbul’a Bizans isminin 17. yüzyılda Fransızlar tarafından verildiğini; fakat söz konusu ismin (Byzantion) kaynağının tartışmalı olduğunu söyledi. İstanbul’un, Traklar, Persler, Makedonlar, Romalılar gibi birçok millet tarafından ele geçirildiğini anlatan Fazlıoğlu, şehrin, Roma'nın Doğu ve Batı Roma olmak üzere ikiye ayrılmasından sonra I. Konstantinos tarafından başkent yapıldığını ekledi. İnşası yedi yıl süren ve tam bir şehir olarak kurulan İstanbul’un 11 Mayıs 330 yılında resmî olarak açıldığını aktardı ve şehir nüfusunun IX. yüzyılda bir milyonu bulduğuna dikkat çekti. 381 yılında Doğu Roma Devleti’nin Ortodoksluğu kabul ettiğini belirtti. Bu yıllarda şehrin büyük yangınlar ve depremler yaşadığını aktardı. Hun saldırıları nedeniyle 413-424 yılları arasında bugünkü surların inşa edildiğine, 425 yılında ise şehirde yüksekokulun kurulduğuna dikkat çekti. Türkler ile Bizanslılar arasındaki ilk ilişkilerin VI. yüzyılın ikinci yarısında oluştuğunu bildirdi. Dinî çatışmalardan geçen şehri VII. Konstantin’in derleyip toparladığını anlatan Fazlıoğlu; sözü geçen imparatorun yönetim sistemi üzerine kaleme aldığı ve Türklerin yönetim biçimini irdeleyen kitabının önemi üzerinde durdu. Türkleri iyi tanıyan VII. Konstantin’in ikinci eserinde de Ferganalı Türklerden oluşan Bizans saray muhafızlarından bahsettiğini belirtti. IX. Konstantin’in hukuk ve felsefe okulu ile birlikte pek çok kütüphane kurduğunu aktardı. 726 yılında ekonomik bir güç olan ikon sanayini zayıflatmak; diğer bir deyişle din adamlarının, keşişlerin ekonomik gücünü kırmak amacıyla başlatılan ve zihniyet olarak İslâm'dan da etkilenen ikonoklazm hareketinden bahsetti. Büyük Selçuklu hükümdarı Alparslan ile Bizans imparatoru Romen Diyojen arasında gerçekleşen ve Alparslan’ın galibiyetiyle sonuçlanan 1071 Malazgirt Muharebesi’nin ardından 1075 yılında Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulduğunu aktardı. 1118 yılında Bizans ordusu komutanının Türk olduğuna dikkat çeken Fazlıoğlu, 1162’de II. Kılıçarslan’ın şehre misafir olarak gelmesi ve ilişkilerin gelişmeye başlamasıyla birlikte Bizans’ta Selçuklu mimarisinin etkilerinin görülmeye başlandığını belirtti. 1204 yılında gerçekleşen Latin istilâsıyla birlikte Bizans’ın surlar arasında kalan küçük bir şehir devletine dönüştüğünü, ekonomik gücü olan fakat politik gücü kalmayan bir devlet haline geldiğini, 1453 yılında da yıkıldığını aktardı.
Fazlıoğlu, felsefe ve bilim tarihi açısından 1453-1600 yılları arasını kapsayan ve I. İstanbul Felsefe-Bilim Tarihi Çevresi olarak adlandırılabilecek dönemin Türkler için bir yerleşme, huzur ve sükûnet devresini ifade ettiğini belirtti. Bunun yanında İstanbul’un bir hukuk şehri anlamına da geldiğini belirterek siyasî, dinî, idarî kurumlarımız ile eğitim kurumlarımızın İstanbul merkezli olduğu üzerinde durdu. Bu nedenle İstanbul'un Türkler için ilk olarak "kurumsallaşma" anlamına geldiğini vurguladı. Nitekim Bartınlı İsmail Efendi, 1700’lerin başında kaleme aldığı Atlas-i Cihân adlı coğrafya eserinde "temeddünün" merkezi gördüğü İstanbul'u anlatırken, şehirde 500'den fazla camii, 4250'den ziyade mescid, 1250'i aşkın daru't-talîm, 550 medrese, 646 çeşme, 100'den fazla imâret, üç mahalde Mevlîhâne bulunduğunu belirtir [İÜ., TY, nr. 5976, yaprak 152b]. XV. ve XVI. yüzyılın ikinci yarılarında kurulan Semâniye ve Süleymaniye medreselerinin bu kurumsallaşmanın temelinde bulunduğunu vurguladı. Siyâsî, dinî, askerî, ilmî pek çok kurumun, ayrıca hastaneler ile şifahanelerin İstanbul’da temerküz ettiğini ifade etti.
İstanbul'un ikinci anlamının "Türkçeleşme" olduğuna işaret eden Fazlıoğlu, Türkçenin yine İstanbul’da kurulduğuna, şiirin de bu şehirde varlığa geldiğine dikkat çekti. Fatih Sultan Mehmet’in, oğlu Sultan Cem’in, veziri Ahmed Paşa'nın, Necati’nin Türkçe divanlar kaleme almasının tesadüf olmadığının altını çizen Fazlıoğlu; bu isimler ile birlikte ilk nesir üstadı olan Sinan Paşa’nın da Türkçenin İstanbul’da kurulmasında önemli katkıları bulunduğunu belirtti. Günümüze dek ulaşan bilim sahasına ait tüm Türkçe metinlerin büyük bir kısmının İstanbul’da üretildiği üzerinde durdu. Bürokrasi dilinin Türkçeleştiğini, 1502 yılında Osmanlı ordusunun tamamen Türkçe konuşmaya başladığını; yani ordunun dilinin de Türkçeleştiğini belirtti. Sultan II. Bayezid’ten itibaren Türkçeleştirme hareketinin arttığına işaret ederek XV. yüzyılın ikinci yarısı ile XVI. yüzyılda hemen her alanda önemli Türkçe metinler telif edildiğini vurguladı. Şiirde Fuzulî, Bakî, Nevî gibi önemli şairler yetişirken; Ladikli Mehmed Efendi’nin musikî ve mantık; başta Hacı Atmaca ve Matrakçı Nasuh olmak üzere pek çok muhasebecinin muhâsebe matematiği, İbn Kemâl’in tarih, Piri Reis’in coğrafya, Kınalızâde Ali Efendi’nin amelî hikmet, Gelibolulu Mustafa Âli’nin tarih ve siyasette önemli Türkçe metinler kaleme aldığını ifade etti. Ancak bu dönemde matematik bilimler söz konusu olduğunda Helenistik ve Klâsik İslâm dönemlerindeki tatbikî ve nazarî matematik ilimlerin Türkçeleştirilmeye başlandığını, özellikle Muhammed Konevî ile Mustafa b. Ali Muvakkıt'ın bu harekete öncülük ettiğini belirtti. Böylece ilm-i mikatta ve astronomi âletlerinde Muhammed Konevî ve Mustafa b. Ali Muvakkıt; coğrafyada Mustafa b. Ali Muvakkıt, Sipahîzade ve Seydî Ali Reis; nazarî astronomide Seydî Ali Reis ve matematikte İbn Hamza gibi isimlerin önemli Türkçe eserler kaleme aldıklarını vurguladı. Kısaca, 1475-1600 yılları arasında yazılan metinlerin önemi üzerinde duran Fazlıoğlu, Türklerin ilk dönemlerde Fars kültürünü bir ide olarak gördüklerini hatırlatarak 1540’tan sonra Osmanlı şairlerinin kendilerine örnek aldıkları Fars şairlerini dahi hafife almaya başladığını belirtti. Türklerin kendilerine duyduğu güvenin artmasının zaman içinde bir tür "sistem körlüğü"ne yol açtığı, böylesi bir güvenin kişinin eşyayla olan irtibatını kopardığı, dolayısıyla da içinde bulunulan hali idrak için gereken hakiki soruları sormayı unutturduğu üzerinde durdu. En güzel ifadesini "Devlet-i ebed müddet" kavramsallaştırmasında bulan Osmanlı elitlerinin sözü edilen bu özgüven içinde üretmeye devam ettiğini; XVI. yüzyıl boyunca dil ilimleri, dinî ilimler, usûl, furû, mantık, kelam, matematiksel felsefe (hisab, cebir, misaha, hendese, menâzir, musikî, ilm-i heyet, ilm-i hiyel), meşşâî felsefe gibi alanlarda pek çok eser verdiklerini, sadece takip eden değil İslâm medeniyetinin muhtelif coğrafyalarına etki eden bir noktaya evrildiklerini belirtti. Bu dönemde Hocazâde, Hatîbzâde, Molla Hayâlî, Molla Lütfî, Molla İzârî, İbn Kemâl, Taşköprülüzâde, Kınalızâde ve Mustafa Âlî gibi mütekellim ve filozof isimlerin yetiştiğini; dinî ilimler sahasında Molla Hüsrev, Çivizâde, Ebû's-Suûd gibi adların öne çıktığını; matematik bilimlerde Alâaddin Kirmânî, Ali Kuşçu, Fethullah Şirvânî, Hasan Dihlevî, Mirim Çelebî, Abdulalî Bircendî, İbn Nakîb, Abdülmecid Sâmûlî, Seydî Ali Reis, Muhammed Konevî, Mustafa b. Ali Muvakkıt, Takiyüddin Râsıd ve İbn Hamza gibi önemli kitaplar telif eden bilginlerin tarih sahnesine çıktığını vurguladı.
Bu dönemde İstanbul'un İslâm coğrafyası içindeki âlimler için üçüncü anlamının "sığınak" olduğuna işaret eden Fazlıoğlu, çöken Altın-Orda Devleti’nden ve Timurîlerin çökmesinin ardından Türkistan’dan pek çok âlimin bu dönemde İstanbul'a sığındığını; Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika'nın fethinden sonra bu bölgelerden pek çok ismin İstanbul'a geldiğini, süreç içinde Muslihiddin Lârî gibi Hindistan'dan bazı bilginlerin İstanbul'a ziyarette bulunduğuna atıfta bulundu. İstanbul'un sığınak olma durumu daha sonraki yüzyıllarda da devam ettiğini belirterek XVIII. yüzyılın sonunda İran'ı işgal eden Afganlılardan kaçan Dergüzinî ve Ali Behâr gibi bir kısım âlimin İstanbul'a sığındığı örneğini verdi.
İstanbul’un felsefe-bilim zihniyetinin temel ilkesinin "perspektif realizmi" olduğunu ifade eden Fazlıoğlu, perspektif realizminin yalnızca tartışmalarda değil eser yazımında da merkezî bir konumda olduğundan, bilhassa 1450’den sonra kaleme alınan metinlere bu gözle bakmak gerektiğinden bahsetti. Bu tavrın en güzel örneğini Fatih Sultan Mehmed'in "muhâkemât projesinde" müşahede edildiğini vurguladı ve bu proje hakkında ayrıntılı bilgi vererek, kısaca, İslâm medeniyetinde kelâmî, meşşâî, işrâki ve irfânî gibi dört büyük yaklaşımın bir mukâyesesi olduğunu belirtti. Perspektif realizminin kesinlik bir görelilik olmadığını, her bir düşünürün kendine has bir tercihi bulunduğunu; ancak diğer yöntemlerin de en azından sınırlarını göstermek adına dikkate alındığını söyledi. Perspektif realizmi söz konusu olduğunda en önemli disiplinin dil ilimleri olduğunu, diğer bir deyişle "dil" kavramının merkezî bir önemi haiz olduğunu vurguladı ve bu bağlamda medreselerdeki ilk eğitimin de dil eğitimi olduğunu belirtti. Rasyonel dil teorisinin Ali Kuşçu tarafından ilk defa müfredata ders olarak konulduğunu, medreselerin kaldırılmasına değin de ders olarak okutulduğunu aktardı. Bu dönemde dili ilimlerinde özellikle Teftâzânî’nin görüşlerinin merkezî bir yerinin olduğunu ifade etti. Dilden sonra ikinci seviyeyi mantığın, üçüncü seviyeyi ise usûl bilimlerinin oluşturduğunu, ciddî bir usul bilgisi ve pratiğine sahip olan Osmanlı’da bilhassa usul-i fıkıh üzerinden gidildiğini, daha sonra kalem alınan Mecelle’nin de böylesi büyük bir pratik sonunda ortaya çıktığını bildirdi. Matematik bilimlerin en yoğun biçimiyle bu dönemde medrese müfredatına girdiğini; hisâb, cebir, hendese, mekanik, optik, astronomi gibi ilimlerde son en önemli ürünlerin, yukarıda verilen isimler tarafından bu dönemde İstanbul’da verildiğini vurguladı. Yine bu dönemde makale/risâle formatında kaleme alınmış metinlerin üretildiğine, başka bir deyişle ortaya konulan problematiğe cevap arayan metinlerin kaleme alındığına dikkat çekti.
İstanbul’un ikinci olarak, 1600-1800 yılları arasını kapsayan "muhasebe dönemi"nin merkez şehri olma özelliğiyle öne çıktığını aktaran Fazlıoğlu, 1600-1700 arası dönemin "bunalım, toparlanma ve tespit" dönemi olduğunu, bu dönem sonunda ise arayışların başladığını belirtti. Bu durumu temsil eden en iyi örneğin Kâtip Çelebî'nin İslâm medeniyetindeki eserlerin dökümünü vermeye çalışan Keşf el-zunûn ile müellif dökümünü vermeyi hedefleyen Sullem el-vusûl olduğuna işaret etti. Bu yüzyılda birtakım nedenlerle simya/kimyanın geliştiğini; Kadızâdeliler Sufî çevrelerin değerler üzerinden tartışmaların yanında Aziz Mahmûd Hüdâî, İsmail Rusûhî Ankaravî, Abdullah Bosnevî ve Sarı Abdullah gibi isimlerle Fusûs ile Mesnevî arasında terkiplerin denendiğini; özellikle yüzyılın sonunda İbrahim Gürânî ile irfânî-tahkîkî yöntemin yükseldiğini; Akhisârî, Koçi Bey ve Kâtip Çelebî gibi isimlerle Islâhat-nâme literatürünün ortaya çıktığını; yine Kâtip Çelebî başta olmak üzere devletin de ihtiyaçları doğrultusunda haritacılık, coğrafya ve tarih gibi tasvirî ilimlerin önem kazandığını vurguladı. Felsefî ve riyâzî ilimlerde de eser üretiminin devam ettiğini; özellikle Mehmed Emin Şirvânî, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Abdulvehhâb Halebî ve Alâaddin Niksârî gibi pek çok ismin yetiştiğini kaydetti. Muhasebe döneminin ikinci yarısı olan 1700-1800 dönemini II. İstanbul Felsefe-Bilim Çevresi olarak adlandıran Fazlıoğlu, bu yüzyılda İstanbul'un çok önemli ilmî ve fikrî etkinliklere sahne olduğunu belirtti ve bunu üç kavram ile özetledi: "Tahkîk, tenkîd ve teklîf..." Birinci teklifin "geçmişten hareketle geleceği kurmak" fikrinden hareket ettiğini; ikinci teklif sahiplerinin ise "geleceği kurmak" fikrine odaklandığını söyledi. Özellikle 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan sonra yaşanılan kayıpların yarattığı ortamda "bekâ-i devlet" ve "mukabele-i bi'l-misl" ilkeleri etrafında kadimin kıdeminin artık dikkate alınmadığını, geleceği kurabilecek cedidin vaadinin öncelendiğini; bilgide nazarî olanın değil, daha çok tasvirî ve tatbikî olanın öne çıktığını belirtti. Yine de bu yüzyılda hayata geçirilen tahkîk yöntemini takip eden önemli isimlerin değerli eserler kaleme aldığını aktardı: Muhammed Âmidî, Mehmed Darendevî, Saçaklı-zâde, Kara Halîl, Veliyüddin Carullah, Esad Yanyevî, Mehmed Emin Üsküdârî, Mahmud Kürdî, Muhammed Kefevî, Muhammed Hâdimî, Dergüzinî, İsmail Gelenbevî, Mehmed İstanbulî, İbrahim Halebî, Pehlivânî, Tavuskârî, Osman Alaşehrî, Abdurrahman İzmirî, Davud Karsî, Mehmed Zeynî, Yusuf Bozkirî, Halik Konevî, Akifzâde Âmâsî, Abbas Vesîm Efendi, Câbî-zâde Halil Fâiz Efendi, Mustafa Sıdkî, Şekerzâde Feyzullah Sermed, Hüseyin Rıfkı Tâmânî gibi hem kelâmî-felsefî hem de riyâzî ilimlerde pek çok ismin yetiştiğini, bu isimlerin son derece önemli eseler kaleme aldıklarını, bu eserlerin ele aldığı sorunların, daha sonra başta Hindistan olmak üzere Osmanlı dışındaki İslâm coğrafyasına da tesir ettiğini belirtti. Ayrıca bu dönemde İstanbul'da Batı Avrupa'dan yeni bilime ilişkin çevrilen eserlerle Türkçenin medeniyetin dili haline gelmeye başladığına dikkat çekti.
İstanbul’un üçüncü döneminin ise hâla devam eden "arayışlar dönemi" olarak adlandırılabileceğini belirten Fazlıoğlu, sözü edilen dönemde üç ayrı arayış tavrının ortaya çıktığını belirtti. Bu üç tavrı kısaca şöyle özetledi: Birinci tavır, "tebdil ve tağyir"i esas alır; tahkîr ve tezyîf etmeden, ancak artık işlevsiz bulduklarından fazla da ilgilenmeden, eskiyi bir bütün olarak kenara koyup yeniyle devam eder. Özellikle İshak Hoca'nın temsil ettiği bu yaklaşım, esas itibariyle ilmî değil daha çok askerî ve teknik önceliklere sahiptir. Bu tavır içinde yetişenler bir süre sonra kendi anlam-değer dünyalarından uzaklaşacaklar; askerî-teknolojik bilgiden ilgilendikleri alanların teknik içeriklerine yöneleceklerdir. İkinci tavır ise "tadil"den yanadır. Bu anlayış, dönüşümü kadim ile süreklilik içinde ele alır; bilginin nazarî yanını daha çok önemser ve yeniye belirli açılardan eleştirel bakar. Abdullah Konevî, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Sedat gibi isimler üzerinden devam eden bu tavır ilim ve teknolojideki hızlı gelişmelere ayak uyduramaz; daha çok tarihî kalır. Üçüncü tavır ise, az olmakla birlikte, herhangi bir menfî iddiada bulunmaksızın olan bitenle ilgilenmeyip klâsik paradigmada yaşamaya devam edenlerce takip edilir.
Medeniyet Okumaları’nın 23 Mart 2017 tarihinde gerçekleştirilecek on birinci seminerinde "İsfehân Kültür Havzası: Kişiler ve Eserler" ele alınacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder