Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi-XI: “Geleceğin Tarihi İstanbul’suz Yazılamayacaktır”
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın Mostar Dergisi’nde (https://twitter.com/mostardergisi) yayımlanan “Geleceğin tarihi
İstanbul’suz yazılamayacaktır” başlıklı röportajını istifadenize
sunuyorum. Bu sayede Mostar Dergisi’ne katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
Ali Ayçil tarafından yöneltilen, İstanbul hakkındaki
sorulara, çarpıcı yanıtlar veren İhsan Fazlıoğlu, röportaj esnasında sorulan
bir soruya, şu şekilde yanıt vermektedir: “Her şeyden önce İstanbul
dikkate alınmadan, Dünya tarihi, bırakınız bilimsel olarak yazılsın hikâye dahi
edilemez. İstanbul’un geçmişin tarihindeki yeri budur. Mâzî’de olan âtide de
olur. Öyleyse geleceğin tarihi de İstanbul’suz yazılamayacaktır. Ancak
gelecek’in İstanbul’unun muhtevası, gelecekteki Türk’ün muhtevasına bağlıdır.
Gelecekte ne kadar Türk olmayı becerebilirsek, İstanbul da o kadar şehir
kalacaktır.”
Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları
tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet
NEGİZ
12.07.2018
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi-XI: “Geleceğin Tarihi İstanbul’suz Yazılamayacaktır”
İstanbul üzerine konuşacağız. İsterseniz şöyle
başlayalım. Bir şehir üzerine konuşmak ne demektir?
Güzel
bir başlangıç… İsterseniz “bir şey üzerine konuşmak ne demektir?”
sorusuyla başlayalım önce.
Peki öyleyse! Bir şey
üzerine konuşmak ne demektir?
Ne
üzerine konuşursak konuşalım, her “ne”,
üç şeyden mürekkeptir: “Şey durumu”, “suret”
ve “mana.” Şey-durumu, insan iradesinin var etmediği fizikî bir
şey olabilir; insanın var kıldığı kültürel bir şey olabilir. Ancak, ister
fizikî, ister kültürel olsun, her ‘şey-durumu’na suret ve mana,
insan tarafından yüklenir.
Bir
örnekle, dış-dünya’yı biz var etmeyiz; ancak “sureti/biçimi”nin,
bu şekilde olması, bizim böyle olmamızla alâkalıdır. Âlet gibi yine bizim var
kıldığımız araçları kullandığımızda, ‘dış-dünya’nın sureti değişecektir.
Mana’ya gelince, mana yalnızca insana mahsustur. İnsan, Kâinat’a mana
yükleyerek, onu Âlem’e dönüştürür. Bu ‘mana’ya kısaca ilim/bilgi, diyoruz. İstanbul
örneğinde, maddî bir var-olan olarak bizden bağımsızdır. Ancak suretini biz
verir, anlamını biz yükleriz. Öyleyse, şehir üzerinde konuşmak, İstanbul
üzerinde konuşmak, bu konuşmanın şey-durumu, sureti ve anlamı dikkate alınarak
yapılmalıdır.
Örnek
olarak, heykel yapmak isteyen bir kişi, bunu su ile yapmaz, uygun bir
şey-durumu bulmak zorundadır; öte yandan verilecek ‘biçim’e
kullanılan şey-durumu sınır çizecektir. Anlama gelince, şey-durumunun seçimi
ile verilecek biçimi birleştiren, bütünleyen amacı doğurur. Doğal olarak tüm ayırımlar itibarîdir ve
talimî maksatla yapılırlar. Bu nedenle bu üçlü hiçbir zaman kesin çizgilerle
birbirlerinden ayrılmazlar. Karmaşık bir yumak oluştururlar. Ancak, müphemiyet
arz etse de tembih cihetinden ayırımlar, mutlaklaştırmamak kaydıyla, anlamak
için vazgeçilmezdirler.
Buradan şehre gelirsek...
Bir
şehir üzerinde konuşmak da benzer bir süreci talep eder: Şehrin şey-durumu,
insan tarafından kendisine verilen suret ve yüklenilen anlam. Şehir, her şeyden
önce devletleşmiş bir kültürün temerküz ettiği ‘yer’dir, ‘başkent’tir.
Bu nedenle şehir, bir kültürün ürettiği iktisadî artı-değer’in siyasî
artı-değer’e dönüştüğü mekândır. Zaten siyaset, ilkece bir kültürün ürettiği
artı-değerlerin derlenip düzenlenmesi ve o kültürün yararına yönlendirilmesi
işidir.
Şehir,
bir toplumun ürettiği iktisadî artı-değeri çeker; ancak öte yandan kendisi de
hem zanaat, sanayi gibi yeni iktisadî artı-değerler, hem dinî, ahlakî, estetik
gibi manevî, hem de ilim gibi fikrî artı-değerler üretir. Bu nedenle şehir bir
toplumun, kültürün ürettiği maddî, manevî ve fikrî artı-değerlerin temerküz
ettiği mekândır. İlk devletlerin şehir devletleri olması bu yüzdendir.
Artı-değer üretimi ne gibi sonuçlara neden olur?
Artı-değer
üretimi, şehirde insanın aslî ihtiyaçlarını karşılamasını, dolayısıyla maddî
güvenliği sağlar. Şehir artık kandaş insanların bir arada olduğu yer değildir.
Şehirde ülkü birliği oluşur. Denebilir ki, bir şehirde ülkü birliği ne kadar
incelirse o yerin şehirleşme oranı da o kadar yüksek olur. Öte yandan maddî
artı değerler boş-vakit yaratır. Aslî ihtiyaçlarını karşılayan bazı insanlar
boş-vakit elde ederler; çünkü toplumun ürettiği maddî artı-değerden pay
alırlar. Bu insanlardan kimisi siyasete, kimisi diyanete, kimisi ise ilme
yönelir. Böylece nazarî tecessüs ve bununla uğraşan insanlar ortaya çıkar.
Denebilir ki, ilmin merkezi şehirdir; çünkü ilim ancak toplumun ürettiği maddî
artı-değerden pay alan, bu nedenle soru sormak için vakti bulunan insanın
yapabileceği bir şeydir.
Maddi artı-değer’in
verdiği bu imkân yeterli midir?
Elbette
değil, şehirde bir de manevî artı-değer üretilir. Her şeyden önce, manevî
emniyet sağlanır. Bu da ortak bir dilin inşası ile oluşur. Oluşan bu ortak dil,
terbiye/eğitim ile yatay; talim/öğretim ile dikey boyutta nesiller arası
aktarıma sokulur. Bilindiği üzere, eskiden köylerde (bugün de böyledir ya) bir
âlimin yetenekli bulduğu çocuk, şehre tahsile gönderilirdi. Bunun nedeni, ilim
için gerekli olan maddî ve manevî ortamın şehirde bulunmasıyla alâkalıdır.
Denebilir ki, maddî ve manevî emniyetin olmadığı şehir, bir ülkü birliğinden,
bu birliğin verdiği terbiye ve talim’den; dolayısıyla ortak-dil’den yoksun bir
yığındır, bir gürültüdür. Böyle bir yerde ahenk değil, kavga vardır.
Unutulmamalıdır ki, şehirde öncelikle siyaset, diyanet, ticaret ve nazariyat
bir ve bütün olmalı, bir yumak oluşturmalıdır. Bunlardan herhangi biri başını
alıp giderse, diğerleri de dağılır. Tarih, buna şahittir.
Efendim! Çizdiğiniz bu genel nazarî alt yapıyı dikkate alarak, daha
tarihî bir alana geçersek; Müslüman Araplar, daha Emevîler zamanında, uzak bir
şehri, İstanbul’u denizden fethe yelteniyorlar. Bu seferlerin Hz. Muhammed’in
(s.a.v) bir hadisine dayanılarak yapıldığını biliyoruz. İstanbul’un, bir
hadisle özellikle işaret edilmesinin o günkü dinî-siyasî-coğrafî koşullarda ne
tür anlamları olabilir?
Her
şeyden önce, sorunun şey-durumunu inceleyelim: İstanbul, yukarıda işaret edilen
çerçevede devletleşmiş ve medeniyetleşmiş kültürlerin bulunduğu bir coğrafî
havzadadır. Kendisi de bir devlet ve medeniyettir; dolayısıyla bir artı-değer
merkezidir. Kadim dönemde fetihler, artı-değerlerin temerküz ettiği merkezlere
yöneliktir. Örnek olarak, Osmanlılar Kuzey Afrika’yı fethettikten sonra,
sistemli olarak Afrika’nın içlerine inmiyorlar. Çünkü maddî, manevî ve fikrî
artı-değerler bakımından bir karşılığı yok Afrika’yı ele geçirmenin. Öte
yandan, her ‘hakikat’ yayılmak ister. Bu yayılmanın temel amacı
kadim felsefe-bilim mirası içerisinde insanın bu-ara-da-ki saadeti
içindir. Çünkü kadim felsefe-bilim geleneği içerisindeki Tanrı, Evren ve İnsan
anlayışları açısından, her cedid/yeni, varlığını kadime ekleyerek takaddüm
eder. Bu nedenle cedid olan İslâm, kadim’e eklenmeye çalışmış; sonra da onu
dönüştürmüştür. Suriye’nin, Mısır’ın, İran’ın akabinde Bizans’a ve onun kalbi
İstanbul’a yönelmek; cedid’in kadim’le, yalnızca hesaplaşması değil, aynı
zamanda ona sahiplenme isteğiyle de ilgilidir. İstanbul’dan sonra da kızıl
elma, bilindiği üzere Roma’dır. Bu durum bugün için de böyledir. ABD’nin ele
geçirmeye çalıştığı Pax Ottomanica coğrafyasıdır. Osmanlılar da Pax
Romanica’yı ele geçirmeye çalışmışlardı. Sonuçta, kendini yaymak, insanlara
sunmak isteyen cedid hakikatin ‘kadim’in yerleştiği yerlere yönelmesi, kadimi
temsil eden siyasî/askerî güçlerle hesaplaşması son derece ‘tarihî’dir.
Şunu
vurgulamakta yarar var: Fetih, ele geçirilen kültür ve medeniyet havzalarının
sürekliliğini yeni-idare çerçevesinde sağlamak işidir. Çünkü kadim hâkimiyet
anlayışında ele geçirilen eski bir medeniyet havzası yok edilmez; tersine
devamlılığı, belirli dönüşümler içerisinde, sağlama alınır. İşte “cedid’in
kadime eklemlenerek takaddüm etmesi” bu anlama gelir. Daha Emevîler
döneminde İstanbul’a yönelinmesinin anlamı min-vech budur. Hadis-i şerif ise bu
yönelmenin manevî-dinî içeriğini gösterir.
Anadolu Selçukluları’nda da, İstanbul’a yönelmiş
ısrarcı bir harekete rastlamıyoruz. Bu, konjonktürle ilgili bir durum mudur;
yoksa Anadolu Selçukluları, mevcut sınırlarla yetinmeyi mi tercih etmişlerdir?
Oğuzlar,
1075’de Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın etrafında birleşerek, İznik’te Anadolu
Selçuklu Devleti’ni kurdular. “Seyyar millet ve seyyar devlet” olmaktan
kurtulup, Anadolu’da sükûnete ermeye, yerleşmeye başladılar. Öyle ki, Sultan
Mesud zamanında (1116–1155) Anadolu, Batı Avrupa kaynaklarında “Turkia” adını aldı. Ancak Anadolu
Selçukluları, her daim Bizans’la uğraştılar, Haçlı seferlerinin bütün yükünü
sırtladılar (1097–1176), kendi aralarında savaştılar, tam rahata erdik derken
Moğollarla karşılaştılar (1243); 1308’de de yerlerini Beyliklere bıraktılar. “Var-olma mücadelesi ve yurt tutma endişesi”yle geçen bu
uzun dönem, Oğuzların Anadolu topraklarını maddî vatan yanında manevî vatan
kılmalarına fırsat verdi. Unutmayalım ki mana, zihn-i haricî’de maddeyle
kayıtlıdır; bu nedenle sınırlanır. Şey-durumu sizin suret vermenizi ve mana
yüklemenizi engeller, sınırlandırır. İdeal daire zihinde mevcuttur; hariçte
ister kâğıt üzerine çizin, ister tahtadan yapın, ister pergel ister başka bir
âlet kullanın ideale yakın düşersiniz, o kadar. Niyetler de böyledir; dış
dünya’da hep kayıtlanırlar. Önemli olan niyeti bozmamaktır.
Belki de aynı yanıta muhatap olacak başka bir soru
sormama izin veriniz: Osmanlı Beyliği’nin hayatiyet kazanması –ki Anadolu
Selçuklu Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle aynı döneme rast geliyor-
ile İstanbul’un fethi arasında yaklaşık 150 yıllık bir zaman dilimi var.
Osmanlı Beyliği, hangi kavrayış üzerinden hareket eden bir beylikti ve
İstanbul’u fetihleri öncesindeki maddî, manevî ve fikrî donanımları ne
durumdaydı?
Dediğiniz
gibi bu sorunun yanıtı bir önceki gibidir: Tarihî bağlam. Yine de İstanbul’un
fethi için 1391, 1395, 1397, 1411 ve 1422 tarihlerinde Osmanlı Ordusu
teşebbüslerde bulunmuştur. Kaynaklar, Osman Gazi’nin ölüm döşeğinde, oğlu Orhan
Gazi’ye; “İstanbul’u al gülzâr et” dediğini rivayet ederler. Bu, salt
bir rivayet olsa da insanların gönlünün nereye mail olduğunu gösterir.
Fetih
öncesinde Osmanlının maddî, manevî ve fikrî donanımının tespiti ise zor bir
soru. Çünkü Osmanlı tarihi araştırmaları henüz işin mukaddimesindedir. Yaklaşık
cevaplar her zaman mümkündür. Ancak ne denirse densin, Osmanlı geriye doğru
Anadolu Selçuklu, Büyük Selçuklu ve Klâsik İslâm dünyasının doğal bir
devamıdır. Bu devamlılığın içeriğinin seviyesi değişik olabilir. Önemli olan
mahiyettir. Burada kısaca şu söylenebilir: Osmanlılar, yalnızca maddî değil,
manevî ve fikrî donanıma da sahip olmaya çalıştılar. Âlimler olmasaydı,
dolayısıyla vicdan ve akıl olmasaydı Osmanlı olmazdı. Kanımca Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda, pek çok teorik araştırma yapılmasına karşın ulemanın
yeri, tam anlamıyla ortaya konmamıştır. Ahmedî’nin “Âlem ilm [akıl] ü amel
[adalet]dir” deyişi baştan itibaren geçerlidir. Ulema, İslâm
medeniyeti’ndeki siyasî teşekküllerin tüm farklılığına karşın vicdanî ile aklî
birlik ve sürekliliği sağlamış; en nihayet bunu Osmanlı coğrafyasına taşımışlardır.
İlk Osmanlı medresesinin başmüderrisi Davud Kayserî’nin terbiye ve talim
gördüğü topraklar bunun en güzel kanıtıdır.
Fetihten hemen sonra Ayasofya’nın camiye çevrilmesi
ve şehrin yedi tepesine birden camii inşaatına başlanması; dahası yıllardır iç
iktidar çatışmalarıyla harap olmuş şehrin tamiratına girişilmesi, şehrin imar
üzerinden bir İslâm şehrine dönüştürülme çabalarının derhal başlatılması... Ne
dersiniz? Osmanlılar yeni bir şehir mi kurdular, yoksa bu çabalardan sentez bir
şehir mi ortaya çıktı?
Daha
önce de bir yazımda ifade ettiğim gibi, 1453’te İstanbul’un fethi ve başkent
kılınması, Türklerin milletleşmesi ve devletleşmesinde en mühim tarihî aşamayı
temsil eder. Siyasî iradenin temerküzü, iktisadî gelişme, hukukun tecessümü,
ilim ve sanatın inkişafı, dilin inşası ve edebî bir yapı kazanması, ortak bir
vicdanın teşekkülü, kısaca millet ve devletin var olması için gerekli ve
yeterli tüm niteliklerin bir araya gelmesi, Türklerin İstanbul’da sükûnet
kazanmasıyla mümkün olmuştur. Şehir, içerisine sinen tarihî mirasıyla ruhunu
yeni sakinlerine aktarmış; kıvama uygun bir vasatta buluşan madde ile mana,
Oğuzlara/Türkmenlere yeni bir suret kazandırmıştır.
Bu
süreç de yukarıda işaret ettiğim cedid’in kadim’e eklenerek takaddüm etmesiyle
ortaya çıkmıştır. Onun için Osmanlılar ne yeni bir şehir kurdu ne de sentez bir
şehir... Kadim’e eklemlenen cedid bir şehir inşa ettiler. Bunun en güzel
örneği, İstanbul’un kuruluşunu Hz. Süleyman’a bağlamalarıdır. Bu efsaneyle hem
kadim’i gösterdiler, hem de şehri kendi anlam-değer dünyalarında cedid bir yere
oturttular.
Osmanlıların, başta mimarî olmak üzere, en
önemli ilkelerinden birisi “süreklilik
duyuşu”dur. Nitekim Yavuz Sultan Selim, Kahire’ye girdiğinde “Dedem
Hz. Yusuf’un ülkesini yönetmeye geldim” demiştir. Süreklilik: Geriye doğru;
çünkü ancak kadim olan takaddüm eder; ona da cedid denir. Böylece İstanbul bir
İslâm-Türk şehri oldu; hâlâ da öyledir.
Yalnızca insanlar değil, şehirler
de bir şekilde tarihî bir işlev icra ederler. Çevre şehirler vardır, merkez
şehirler vardır. Bir merkez şehir olarak, Osmanlı İstanbul’unun XV. y.y.’dan XX.
y.y.’a kadarki süreçte tarihî rolü nedir? Bütün bu zaman boyunca İstanbul
neyi/neleri temsil eder?
Bu
soruya öncelikle, bir Osmanlı bürokratı yanıt versin: “Şehname-i Hümayun
ve Şemail-name” adlı eserinde
Osmanlı’nın yirmi hasletini sıralayan Mehmed Talīkî-zāde (ö. 1599 civ.) şöyle
der: “Altıncı hassa-i kerimeleri İstanbul gibi
darü’s-saltani’s-seniyye’ye malik olmışlardur. Cihan-ı harabda böyle bir şehr-i
namyabdan bir cihan-dide ve bir alem-gerdide haber virmiş degüldür. Ve dide
temaşa-yı garaib ve guş isticlabı-ı acaible aşina olalı, böyle bir şehr-i
azamet-behr işitmiş ve görmiş degüldür. Hususa mecmau’l-bahreyn olub Halic-i
siyahdan riyah-i Şark ile zahire memlü gemiler geldükde yügin boşaldub Halic-i
sepide giderler. Ve bi’l-aks yani bir neden tolu gelen boşaldub bir neden boş
giden tolu gelmekden hali degüldür”.
İstanbul,
büyük muvakkıt ve Kanunî Sultan Süleyman’ın baş-astronomu Mustafa Muvakkıt’ın “İlâm
el-ibâd fî a'lâm el-bilâd” adlı Türkçe coğrafya eserinde dediği gibi “İstanbul
ki merkez-i büldân tutulmuştur…” dünyanın merkezi’dir.
Çeşitli açılardan bunun böyle olmadığı
gösterilmeye çalışabilir. Ama bu tavır doğru değil. Siz kendinizi nasıl görmek
istiyorsanız, öylesinizdir. İstanbul 1740’a kadar nüfus açısından bile
Avrupa’nın en büyük şehri. Bu şehirde temerküz eden manevî ve fikrî büyüklük,
mensuplarının gözünde tartışılmaz.
Unutulmamalıdır
ki, her eylem, her eser, kişinin sahip olduğu duygunun, düşüncenin tecessüm
etmesidir. İstanbul, İslâm-Türk manevî ve fikrî dünyalarının tecessüm etmiş
halidir. Türklerin milletleşmesi ve devletleşmesinde en mühim tarihî aşamayı
temsil eden İstanbul, hem manadır hem de fikir. Türk vicdanının ve aklının
birliği ile sürekliliğinin korunması İstanbul’un korunmasına bağlıdır. İstanbul
korundukça korur. Nitekim Tanzimat paşaları şöyle derlerdi: “Dünyada
milletler başkentlerini korurlar; İstanbul ise bizi koruyor”.
İstanbul,
kısaca, içerisinde temerküz etmiş bir hakikati ve bu hakikate dayanan bir dünya
siyasetini temsil eder: İnsanî, anti-kapitalist, sorun-merkezli düşünen,
vicdansız fikre karşı, bizleştirici... İnsanı, hakikatü’l-hakaik kabul eden bir
hakikat ve bu hakikate dayanan bir siyaset.
“Eğer bugün İstanbul elimizden çıksa, pek çok insanın Müslümanlıktan
çıkması kolaylaşır” deniliyor.
Buradan, İstanbul’un hâlâ daha bir duruşunun, İslâm dünyasının geleceğine dair
önemli bir rolünün olduğunu söyleyebilir miyiz?
Elbette
öyledir. Abdurrahman Bistamî’nin deyişiyle, “Güneşin delile ihtiyacı
yoktur”. Bunu en iyi karşı-hakikat’in mensupları biliyor: Öyle
olmasaydı İstanbul’un Fethinin 550. yıldönümünde ABD’nin Ohio eyaletindeki
Grove City kentinde toplanan 43 bin Evangelistin ana konusu Fatih Sultan Mehmed
ve İstanbul’un fethi, olur muydu?
İstanbul,
yalnızca yeni bir hakikat ve bu hakikate dayanan yeni bir siyasetin imkânlarını
taşımıyor; aynı zamanda kapitalist sömürgeci dünya düzenine karşı, insanca
yaşayabilmenin ümidini de taşıyor. Kahire ve Tahran ya da başka bir şehir,
vicdanî bir çığlık olabilir; ama İstanbul aynı zamanda bir idraktir.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından hemen sonra Yahya Kemal’in “Türk İstanbul” vurgusunu öne çıkardığını
görürüz. Öyle ki, bir yanıyla bu şehrin şiirini yazmıştır. Şairin bu vurgusu,
bir korkunun, bir kaygının ürünü olarak görülebilir mi?
Evet
görülebilir. Türklerin korkusu Balkan savaşlarıyla başladı. Balkan savaşlarının
yarattığı şokun hâlâ etkisindeyiz. Onun için Çanakkale, İstanbul için yapılmış
bir savaştı. Pek çok düşünür, şair, mimar ve sanatçımız –isimlerini burada tek
tek saymak yer alır- bu konuda hem korkularını hem de ümitlerini dile
getiriyorlar.
Bilge-mimar
Turgut Cansever’den birkaç kez duydum. İstanbul’da vuku bulacak büyük bir
depremden sonra, yardım kuruluşları eliyle Avrupalıların İstanbul’a el
koymasından bahsediyordu. Her şey olabilir. Çünkü her şey bize bağlı...
Örnek
olarak; UNESCO, Dünya Başkenti İstanbul başlığı altında, İstanbul’da koruma
altında aldığı eserlere çivi bile çaktırmıyor. İlginç değil mi? UNESCO’nun bu
topraklarda korumaya değer bulduğu hiçbir İslâm eseri yok. Küçük Ayasofya
Cami’si bile Kilise geçmişinden dolayı korunmaya değer bulunuyor. Şehirler
böyle askersiz de ele geçirilebilir.
Bugün, sıklıkla “İstanbul bir dünya
şehridir” cümlesini duyuyoruz. Bazen çok iyi
niyetli olanlar bile bu parlak söze ram oluyorlar. “İstanbul bir dünya şehridir” sözünden maksat, şehrin
dünya ölçeğinde bir şehir olduğu mudur? Yoksa bu slogan bizim gururumuzun bir
ürünü müdür? Kısaca, İstanbul hangi dünyanın şehridir?
Bu
sorunuza kısa yanıt vermeye çalışacağım. Çünkü başkalarının yanlışları üzerinde
konuşmayı değil, kendi doğrularımı ortaya koymayı tercih ederim. Bir cümlenin
kastı, söyleyenin kastına bağlıdır. Kasd-i mütekellim, cümlenin anlamını tayin
için elzemdir. Cümleyi söyleyen hangi dünyaya ait ise, cümlenin anlamı da,
referansı da o dünyaya aittir. Peki! Kıstas ne olmalıdır?
Anadolu
ile Balkan coğrafyasında kıstas, “Türk olmak veya olmamaktır”.
Gâvur olanlarla uğraşmaya değmez. Çünkü gemi batarken bacanın rengi ile
uğraşılmaz. İstanbul, 1040’dan bu yana tarihte oluşan vicdanın ve idrakin
şehridir. Bu vicdan ve idraki taşıyan herkesin şehridir İstanbul. İstanbul
bizim dünyamızın şehridir; bizim dünyamız ise İstanbul’dur. Gerisi siyasettir.
Ancak,
kabul etmemiz gerekir ki, günümüzde tüm değişik renkleriyle siyaset yapan
öbekler arasındaki ayırımı, vicdan ve fikir farkı değil, çıkar farkı yaratıyor.
Bu durumu en güzel İstanbul’un kadim ve yeni silueti arasındaki farkta
görebilirsiniz. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, her toplum tecdid talep eder;
bu çok doğaldır. Ancak denildiği üzere, bu tecdid kadime eklemlenmeli; tarihî
sürekliliği sağlamalıdır. Büyük Çamlıca’dan İstanbul’a şöyle bir bakınız.
Şehir’de Tanzimat’tan bu yanda yaşadığımız şizofreniyi görebilirsiniz.
Süleymaniye’nin
merkezinde bulunduğu Türk İstanbul ile Gökdelenlerin merkezinde bulunduğu ABD
vahşî küreselleşmesinin İstanbul’u… İstanbul’da gökdelen, kaybettiğimiz
büyüklüğün yerine ikâme edilmeye çalışılan küçüklüktür. Dikkat edilsin,
kişilerin vicdanlarındaki ve idraklerindeki kayıp ne kadar artıyorsa
gökdelenlerin boyu o kadar uzuyor. Çözüm, bilgi’nin siyaseti kuşatmasıdır.
Başka bir deyişle siyasetin beka-i devlet’i sağlayabileceği, beka-i milletin
ise ancak bilgiyle mümkün olduğunun görülmesidir. Belki de en büyük siyasetin
bilgi olduğunun anlaşılmasıdır.
Geleceğin tarihinde İstanbul’un hem yeri, hem de rolü üzerine neler
söylemek istersiniz?
Her
şeyden önce İstanbul dikkate alınmadan, Dünya tarihi, bırakınız bilimsel olarak
yazılsın hikâye dahi edilemez. İstanbul’un geçmişin tarihindeki yeri budur. Mâzî’de
olan âtide de olur. Öyleyse geleceğin tarihi de İstanbul’suz yazılamayacaktır.
Ancak gelecek’in İstanbul’unun muhtevası, gelecekteki Türk’ün muhtevasına
bağlıdır. Gelecekte ne kadar Türk olmayı becerebilirsek, İstanbul da o kadar
şehir kalacaktır.
Her
zaman dediğim gibi: “Tarih, geleceğe ilişkin projesi olan insanlar için
anlamlıdır”. Tarihi yalnızca ibret olarak görenler, tarihten kuvvet
alamazlar. Halbuki tarih hem ibrettir, hem kuvvet. Süleymaniye bu şehirde
oldukça, bu şehir İstanbul’dur. Kısaca bu tarih bu şehirde oldukça bu şehir
İstanbul’dur. İstanbul’un gelecekteki rolü tarihimizin gelecekteki rolüne
bağlıdır.
Röportajımız için güzel
bir son oldu, ne dersiniz?
Bir
teşbihle bitirelim. Ünlü seyyah Marco Polo, Kubilay Han’a bir köprüyü
taşlarıyla birlikte tarif edince; Han, bu kadar taş arasında hangi taşın
köprüyü ayakta tuttuğunu sorar? Polo, tek tek taşların değil, onların
oluşturduğu birliğin, bütünlüğün yani kemerin köprüyü ayakta tuttuğunu
söyleyince, Han “Öyleyse niye sabahtan beri taşlardan bahsediyorsun!
Önemli olan kemerse onu anlat!” diye çıkışır. Polo’nun yanıtı ise açıktır:
“Ama taşlar olmadan kemer de olmaz”.
İşte
bu teşbihte, taşlar şey-durumu’na, kemer ise taşların suretine
karşılık gelir. Dikkat edilirse ne tek başına taşlar, ne de tek başına kemer
izah edilemez. İkisini bir araya getiren mana, yani vicdandır. Bir milletin
vicdanı tarihidir. Tarihimiz varsa İstanbul’umuz vardır, var-olmaya devam
edecektir. Yoksa…
KAYNAK:
Mostar Dergisi (Mayıs 2006), “Ali
Ayçil: İhsan Fazlıoğlu'yla Röportaj", Sayı: 15, https://www.kitapyurdu.com/kitap/mostarsayi-15mayis-2006/81624.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder