Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi-XII:
“Geçmişte Dökülen Sütün Hesâbı Olmaz; Ama Tarihte Olur...”
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın Genç Dergisi’nde (gencdergisi.com) yayımlanan “Geçmişte Dökülen
Sütün Hesâbı Olmaz; Ama Tarihte Olur...” başlıklı röportajını
istifadenize sunuyorum. Bu sayede Genç Dergisi’ne katkılarından dolayı teşekkürü bir
borç bilirim.
Mehmet Emin Gül tarafından yöneltilen soruları
yanıtlayan İhsan Fazlıoğlu, verdiği bir yanıtında şu ifadelere yer vermiştir: “Bir milletin vicdanı tarihi olduğuna
göre sorumuz şu: Vicdanımızın, aklımızı kullanarak, gelecek için sürekli
yenilenmesini ne kadar becerebiliyoruz? Unutmayalım ki, geçmişte dökülen sütün
hesâbı olmaz; ama tarihte olur. Yalnızca hesâbı olan milletlerin tarihi vardır;
diğerleri sadece bir geçmişe sahiptir... Öyleyse sorunuzun yanıtı olarak şöyle
diyebiliriz: Geleceğe ilişkin bir hesabımız varsa geçmiş bizim için bir anlam
ifade eder; Lisân-i Türkî bile...”
Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları
tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet
NEGİZ
12.07.2018
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi-XII:
“Geçmişte Dökülen Sütün Hesâbı Olmaz; Ama Tarihte Olur...”
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu… Esasen, onu çok tanıtmaya gerek
yok. Bilen bilir, bilmeyen de röportajı okuduktan sonra bilmek isteyecektir.
Öyleyse buyurun[1]:
"... ölüm, hayatın değil, yaşamın
zıddıdır; çünkü yaşam ve ölüm, hayatın iki farklı yüzüdür. (İtibar, Mayıs
2013)” Alıntıladığımız bu cümleniz minvalinde hayat, yaşam ve ölüm kavramlarını
izah edebilir misiniz?
Derin bir giriş oldu... Yaşam ve ölüm kavramının izahı,
baktığınız haysiyet ve ele aldığınız cihete göre değişir; bu nedenle çetrefilli
ve uzun bir konu. Dediğim âyet-i kerîmenin bir tür yorumu: el-hayat
el-dunya ile el-hayat el-âhire birer sıfat tamlamasıdır;
mevsûf, her iki tamlamada ortak olan el-hayat yani hayattır; el-dunya ve
el-âhire ise birer sıfattır ve sırasıyla yakın ve uzak
olarak çevrilebilirler.
Neticede yakın hayat, yaşam; uzak hayat ise, ölüm olarak
adlandırılabilir. Ancak hayat, sıfatları değişmekle birlikte tek bir entitedir;
tek bir bütündür; süreklidir; yalnızca sıfat düzeyinde değişim gösterir. Bu
nedenle, yaşam ve ölüm hayatın farklı iki tecellisi olduğundan, kişi yaşamını
kaybedebilir ama hayatını kaybetmez; yalnızca var-olmanın uzayını değiştirir...
Şöyle özetleyeyim; var-oluruz ve var-ölürüz; ama hiçbir şekilde yok-olmayız...
Buna “varlığın korunum yasası” diyorum...
Yine bir cümlenizde “Evren’de sorunlu ve
sorumlu tek var-olan insandır. (Âfâk, sayı:7)” diyorsunuz. İnsanın
sorunluluğunu fark etmesi ile sorumluluğunu idrak etmesi arasında bir rabıta
mevcut mudur? İzah edebilir misiniz?
Öncelikle izahı açıklığa kavuşturmak olarak düşünelim ve
sorunun maksadının da ne demek istediğimi ayrıntılandırmak olarak anlayalım;
yoksa bu konuları tek başına izah etme cüreti, en hafif deyişle, edeb
sınırlarını zorlamak olur.
İnsanın sorunu anlamlandırma sorunudur; bu sorunu fark etme,
ferdiyetini inşa etme, kişi olma, kısaca kendilik bilincine erme ile başlar. Âmen-tu
diyemeyecek bir kendilik bilincine ermemiş kişinin “bi-”den sonra
sıralayacağı kavramları tahkik düzeyinde fark etmesi beklenemez elbette... Bu
nedenle sorunuz yerindedir; insanın sorunluluğunu fark etmesi ile sorumluluğunu
idrak etmesi arasında olmaz-ise-olmaz bir bağ vardır. Sorumluluk bizâtihi
insanın kendi ise, kişinin kendini yüklenmesi ancak ve ancak kendini fark
etmesi ile mümkündür. Kısaca denirse, fark, idrakin asgari şartıdır; çünkü
temyiz edemeyenin nazar etmesi beklenemez.
Bir yazınızda mevcut emperyalist/sömürgeci Batı
düzeninin insanı öngörmediğinden, insanı öngörmeyen bir siyasetin ne ilahî ne
de beşerî bir ümidi olamayacağından bahsediyorsunuz. Hâlbuki çoğu zaman,
Batı’nın emperyalistleşmesinde, insanı merkeze alan hümanistik düşüncenin
ortaya çıkışı birincil etken olarak sunulur. İnsanı öngörmeyen bir siyasetin
insanı merkeze alması mümkün müdür?
Öncelikle bu tür soruları yanıtlamak için bir ölçüt
gereklidir; çünkü tanım yapmak için bir yerden hareket edilmesi zorunludur. Bu
soru, genel anlamda insanın özel anlamda hayatın her iki taraftaki anlamı
tespit edildikten sonra hakkıyla yanıtlanabilir. Öncelikle ön-görmek
kapitalist-sömürgeci güç için yalnızca yaşamla sınırlıdır.
Biz ise yaşamı değil hayatı yani insanı ön-görmekten
bahsediyoruz. Ölümün dikkate alınmadığı bir yaşam amaçsızdır ya da daha hafif
bir deyişle dünyevî amaçlarla sınırlıdır.
Bu nedenle, sık sık şu noktayı vurguluyorum: Modern/çağdaş
zihniyet insanı anlamdan arındırmak için ölümü itibarsızlaştırmıştır. Bu çerçevede
bakıldığında kapitalist-sömürgeci gücün insanı merkeze alan hümanistik
düşüncesi bir kandırmacadır; bu istidlalin delili, söz konusu düşüncenin
yükselmesinden bu yana tarihte yapılan kıyımlardır...
Aliya’nın deyişini hatırlayalım: “Tek tek insanları
sevemeyenler, hümanizm/insanlık kavramını uydurmuşlardır.” Kısaca şöyle
diyelim; insan ölümlü bir varlıktır; yani ölür; ölümü dikkate alınmayan bir
insan ön-görülemez... Ön-görmek önünü, dolayısıyla yönünü görmektir. İnsanın
önü, ölüme yönlüdür. Şuna inanıyorum: Hayatı anlamlı kılmanın tek yolu, yaşamı,
ölüm ile ilişkilendirmektir; çünkü sahîh bir hayat görüşü ancak bu ilişki
üzerinde kurulabilir.
Kavramlara verdiğiniz önemi biliyoruz. Bir
kavram olarak “akıl” ve “akl-etmek” arasındaki farkları izah edebilir
misiniz?
Çok zor sorular! Bu iki kavram ve altında yatan hayat
düşüncesi için iki sunum yaptım; umarım bu sunumları bir yazı haline
dönüştürünce ne demek istediğimi daha iyi ifade etmiş olacağım... Şimdilik
sorunuz çerçevesinde şöyle demekle yetinelim: Akıl bir öz değil bir
etkinliktir. Bilgi-ce akıl üzerinde konuşabiliriz; çünkü olgu ve olayları
idrakimiz en nihayetinde onlara koyduğumuz adlarla yani sınırlarla mümkündür.
Ancak adı donmuş sabit bir öz olarak düşünmemeli; varlık-ça olgu ve olayların bir
süreç, bir örüntü olduğunu dikkatlerden kaçırmamalıyız. Bu nedenle akıl
üzerinde konuşmalı ama akl etmeliyiz.
Birçok yerde ve birçok yazınızda kültürel
devamlılığı, sürekliliği kaybettiğimizden ve tekrar yakalamak için “yola
çıkmamız” gerektiğinden bahsediyorsunuz. Nazariyât: İslam felsefe ve
bilim tarihi araştırmaları dergisi çıkılmış bir yol mudur sizin için?
Güzel bir soru! Evet düşünmek yola çıkmaktır ve Nazariyât da
çıkılmış bir yol değil bir yola çıkma; sürekliliği hem geçmişe hem de geleceğe
taşıma teşebbüsüdür. Zaten yolda olduğumuzun bilincine erebilirsek, yolun bir
yerden geldiğini ve bir yere gittiğini idrak edebiliriz. Kanımca önümüzde
çıkılabilir bir yol yok; yani biz yola çıkmaya başlamadan önce bizim için
verili, orada duran, yürümek için hazır bir yol yoktur. Biz yola çıktığımızda
yürüyüşümüz ile yol birlikte birbirlerini var-ederler. Yürümek, yolun varlık
koşuludur; yürümeyenin yolu yoktur; çünkü adım atabileceği bir önü yoktur;
dolayısıyla niyetleneceği bir yönü yoktur.
Bunlar tek bir eylemin, yola çıkmanın, yürümenin var-kıldığı,
zat bakımından aynı, itibar bakımından farklı etkinliklerdir. Nitekim, mekânı
yola dönüştüren niyet sahibi bir kişinin adım atmasıdır. Bir niyet ile adım
atmak da kişiyi basit bir yürüyenden, yolcuya dönüştürür. Ancak Nazariyât yolda
bir şey bulmak değil, aramaktır. Çünkü ehl-i irfanın dediği gibi: İnsan
için bulmak değil, aramak esâstır; bulmak için yola çıkan kaybolur; aramak için
yola çıkan bulmaz; bulunur.
Dostluk bile böyledir; çünkü denir ki, yürürken yolun sonuna
odaklananla dostluk etme; çünkü kestirmeyi bulduğunda seni yüzüstü bırakır;
zîrâ dostluk sona değil, yola nisbetledir. İşte bu nedenlerle
Nazariyat, hem yola çıkmak, hem de bu yürüyüşün inşa ettiği yolun kendidir. Son
söz: Yolunu bitiren, biter...
Bilginlerin nasıl olması gerektiği konusunda
kullandığınız bir metafor var; karınca, örümcek ve arı bilgin... Bu
metafor bağlamında Nazariyâtı bir arı kovanı olarak niteleyebilir miyiz?
Güzel bir benzetme! Bu metafor aslında Francis Bacon’a
aittir[2];
bana değil. Kimi bilginler karınca gibi sadece toplar, ama işlemez; kimi
yalnızca örümcek gibi teorik ağ örer ama içi boştur; kimi de çiçeklerin özünü
toplar; içinde yoğurur, bal eder... Medeniyetimizin tarihî tecrübesini çiçekler
olarak görürsek, yazarlarımızı, o çiçeklerin özünü toplayıp yoğuran, işleyen ve
bal haline getirip bal-mumundaki gözeneklere yerleştiren arılar gibi
değerlendirebiliriz.
Nazariyât da bu balın depolandığı ve sunulduğu arı kovanı
olarak görülebilir. Tarihî tecrübe bu yolculuğun anahtar terimlerinden
biridir. Belki yine Bacon’a atıf yapabiliriz: “Tarih, nehir gibidir;
hafif olanları sürükler; ağır olanları dibine çeker. Tarihin ağırlıkları ancak
dibe dalarak çıkartılabilir.” İşte Nazariyât, bu ağırlıkları çıkartmak
için dibe dalma etkinliğinin dostlarla birlikte yapıldığı bir vasatın adıdır.
Güncel siyasî konularda konuşmadığınızı
biliyoruz ama önemli gördüğümüz için sormak istiyoruz: Son dönemde çok konuşulan
Osmanlıcanın mecburi ders olması, kültürel devamlılığımızı sağlamak noktasında
önemli bir adım mıdır? Daha genel bir ifadeyle, kültürel devamlılığın
sağlanması mevcut lise müfredatları vasıtasıyla sağlanabilecek bir olgu mudur?
Siyaset ile ilgilenmemek ile siyaseti önemsememek iki ayrı
olgudur. Güncel siyaset ile ilginlenmiyorum çünkü bu siyaseti yürütenlerin
çoğunun amacı, dile vurdukları değil sakladıklarıdır. Bu noktada İmam Gazalî’ye
atıf yapabiliriz: “Günlük siyâseti ayrıntılarıyla takip et, izle; ancak
kararlarını küllî siyâsete göre ver”. Her zaman söylediğim gibi bir
milletin hakikati ile siyaseti arasında bir nisbet olmalıdır...
Sorunuza gelince “Osmanlıca” diye bir dil
bilmiyorum; böyle bir dil yok. Arap harfleriyle yazılan Türkçe kastediliyorsa
onun adı benim için Klasik Türkçe’dir. Nitekim, Osmanlılar kendi
dillerine Lisân-i Türkî ya da Zebân-i Türkî adını
vermişlerdir.
Dil yalnızca bir kâl değildir; aynı zamanda bir hâldir; bir
bütünün parçası olarak düşünüldüğünde anlamlıdır. Yine de bir ölçü koyabiliriz:
Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasî kurucu metni olan Nutuk’u aslından okuyamayan
hiçbir tahsilli insan ile Türkiye’nin hiçbir meselesini konuşmaya tenezzül
etmemek. Gerisi hikâyedir...
Sorunuzun son kısmı için kısaca şöyle diyebilirim: Bir
kültürün her bir unsuru bütüne nispetle anlamlıdır. Fraktal geometri
çalışmaları göstermiştir ki, bir ormanda mevcut bir ağacın tüm özellikleri ile
o ormanın genel özellikleri arasında bir oran, ilişki, bağ vardır. Başka bir
deyişle aklımız ile vicdanımız arasındaki nisbet...
Bir milletin vicdanı tarihi olduğuna göre sorumuz şu: Vicdanımızın,
aklımızı kullanarak, gelecek için sürekli yenilenmesini ne kadar
becerebiliyoruz? Unutmayalım ki, geçmişte dökülen sütün hesâbı olmaz;
ama tarihte olur. Yalnızca hesâbı olan milletlerin tarihi vardır; diğerleri
sadece bir geçmişe sahiptir... Öyleyse sorunuzun yanıtı olarak şöyle
diyebiliriz: Geleceğe ilişkin bir hesabımız varsa geçmiş bizim için bir anlam
ifade eder; Lisân-i Türkî bile...
KAYNAK:
Gül, M. E. (2015), Geçmişte
Dökülen Sütün Hesâbı Olmaz; Ama Tarihte Olur..., Genç Dergisi, Sayı 100, http://gencdergisi.com/8125-gecmiste-dokulen-sutun-hesabi-olmaz-ama-tarihte-olur.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder