PROF. DR. İHSAN FAZLIOĞLU İLE RÖPORTAJLAR SERİSİ-X: “DERDİMİZ YOLDA OLMAKTIR, ÇADIR KURMAK DEĞİL”
|
İhsan Fazlıoğlu hocamızın İtibar Dergisi’nde (https://twitter.com/itibardergi) yayımlanan “Derdimiz Yolda Olmaktır, Çadır Kurmak Değil” başlıklı röportajı istifadenize sunuyorum. Bu sayede İtibar Dergisi’ne katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
İhsan Fazlıoğlu, röportaj esnasında sorulan
bir soruya, şu yanıtı vermektedir: Tek
bir devâ var: Geleceğe ilişkin bir projemizin olması... Ne yapacağımıza karar
vermeden, elimizdekini nasıl istihdam edeceğimizi belirleyemeyiz. Çıkış, varış
hakkında bir kanaati olan insan için kolaydır. Nitekim ilim sözcüğü, çöldeki
alâmetleri birleştirerek(akl), bir yerden bir yere (istikâmet) varmaktır
(hedef); cehalet ise çölde amaçsız dönüp durmaktır. Bizim sorunumuz,
geçmişimizle değil geleceğimizle ilgilidir. Gelecek sorunumuzu çözmeden, geçmiş
bize sağırdır; geleceğe ilişkin bir derdi olmayanın, geçmişle uğraşması, boşa
vakit harcamaktır.
Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları
tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet
NEGİZ
11.07.2018
PROF. DR. İHSAN FAZLIOĞLU İLE RÖPORTAJLAR SERİSİ-X: “DERDİMİZ YOLDA OLMAKTIR, ÇADIR KURMAK DEĞİL[1]”
Yazmalar üzerine çalışmayı önemsiyorsunuz. Özellikle felsefe,
bilim ve matematik tarihini, yazma kaynaklara dayanarak inceliyorsunuz. Bir
kaynak türü olarak, yazma eserlerin, ne tür karakteristik artılarından söz
edilebilir?
Bilgi’ye
ilişkin bir araştırmada, en önemli ilkelerden biri, araştırma konusunun olgu ve
olaylarına doğrudan yönelmektir. İslâm-Osmanlı-Türk felsefe-bilim tarihinin,
nesneleri olmaları bakımından yazma eserler, araştırılan konu hakkında sahih ve
sadık bir bilgi elde etmek için vazgeçilmezdirler. Bu, konunun fikriyat
tarafına ilişkindir; konunun, bir de hissiyat tarafı vardır.
Örnek olarak, Ali Kuşçu’nun[2]
basılı bir eserini incelemek ile bizzat kendi tarafından istinsah edilmiş[3] yazma
bir nüshayı incelemek, hem onu, hem yaşadığı dönemi hissetmek bakımından önem
arz eder. Son olarak, dönemin âlet ve edevâtıyla bizzat muhatap olmak, dönemi
‘anlamak’ için size bir temas kapısı açar. Yine de, bunlar açıklanılarak değil
yaşanılarak dokunulacak durumlardır.
Kadîmi yeni bir nokta-i nazardan yorumlamaya kalkışmak, pek
rastlanılan bir yaklaşım değil. Sizi bu tercihe yönelten saikler nelerdir?
İçinde
soluklandığımız düşünceyi dönüştürmek ve ileriye taşımak istiyorsak, o
düşüncenin köklerine geri gitmek zorundayız. Bu nedenle, “kadîm, takaddüm
edendir” diyorum. Yani “kadîm, öne adım atandır”. Çıkış
noktam, kelâmcılarımızın ilkesine dayanır: Süreklilik... Hayat görüşümüzün
tarihî deneyimi, istikbalimizde yapacaklarımızın ham madddesidir; çünkü mevcud
olmadan icad olmaz.
Kendi medeniyetimizin tarihî deneyimine yabancılaşmamız en
yaygın derdimiz. Bu derdin devâsı nerede sizce?
Tek
bir devâ var: Geleceğe ilişkin bir projemizin olması... Ne yapacağımıza karar
vermeden, elimizdekini nasıl istihdam edeceğimizi belirleyemeyiz. Çıkış, varış
hakkında bir kanaati olan insan için kolaydır. Nitekim ilim sözcüğü, çöldeki
alâmetleri birleştirerek(akl), bir yerden bir yere (istikâmet) varmaktır
(hedef); cehalet ise çölde amaçsız dönüp durmaktır. Bizim sorunumuz,
geçmişimizle değil geleceğimizle ilgilidir. Gelecek sorunumuzu çözmeden, geçmiş
bize sağırdır; geleceğe ilişkin bir derdi olmayanın, geçmişle uğraşması, boşa
vakit harcamaktır.
Kadîm nazarın, dilin çektiği varlık fotoğrafının bir tahlili
olduğunu tespit ediyorsunuz. Bu nazar, o fotoğrafta neleri görmüştü?
Kadîmde
tek bir nazar yoktu; çünkü farklı nokta-i nazarlar vardı; bu nedenle de, her
bir nazar, farklı manzaralar üretti. Ancak, benim mensubiyet duyduğum
usûlî-kelâmî-irfanî nazar, –ki, Anadolu’da, Konya’da terkib edilmiştir- İslâm’ı
bir Hayat Görüşü olarak ikrar eder ve üç temel ilkeye oturtur: Tevhid, adâlet
ve mehabbet... Gerisi ayrıntıdır.
Varlığın, âlim ve ârif tarafından, “ibâre” ile dillendirilirken,
sûfîler tarafından “işâret” ile ihsâs ettirildiğini söylüyorsunuz. İbâre ve
işâret arasında varlığın ortak bir ifade aracı/dili yok mu?
Var.
İlim ile amel. Mensubiyet duyduğum nazarî yaklaşım için, bilgi ile eylem,
birbirini var-eden, ören, eş-zamanlı tek bir sürecin iki farklı yüzüdür. Hemen
söyleyeyim, ilim, Yunanî logos değildir; amel de Yunanî praksis... Bu nedenle,
geleneğimizde bilgi, belirli bir amaç için kalkışılan bir eylem tarzıdır. Daha
ne desinler: “Bilgi ile eylem, ikiz kardeştir”... Dolayısıyla,
İbn Kuteybe’nin dediği gibi, “eylem olmadan bilgi ve dahi bilgi olmadan
eylem talep edilemez”. Ya da, Ahmedî gibi mi desek: “Âlem ilm
[akıl] ü amel [adâlet]dir”.
Türk milletinin, Osmanlı döneminde ortaya koyduğu felsefe-bilim
ürünlerinin, karakteristik yanları itibariyle, diğer Müslüman toplumlarınkinden
ayrıldığı noktalar mevcut mudur?
İslâm
temeddününü siyasî teşekküller açısından okumak büyük bir hatadır. Ulema için
Daru’l-İslâm, tek bir maddî ve manevî coğrafyadır. Osmanlı, siyasî bir
teşekküldür ve İslâm temeddününün üyesi, ama çok önemli bir üyesidir. Bu
çerçevede, Osmanlı siyasî teşekkülüne mensup âlimler, Osmanlı yüzyıllarının yer
aldığı dönemde, İslâm temeddününün ürettiği felsefe-bilim hareketi içinde,
etkin birer katılımcıdır. Bu hareket içinde, hemen hemen her sahada,
kendilerine has katkılarını ortaya koymuşlardır. Elbette, bu katkıları
değerlendirmek, bu söyleşinin sınırlarını çok aşar. Burada şu ilkeyi koyarak
sonlandıralım: Osmanlı’ya ilişkin, iyisiyle kötüsüyle herşey, İslâm
temeddününün tarihî deneyimine aittir.
Felsefe-bilim tarihinin, bu topraklardaki seyri ile Batı’daki
seyri arasındaki temel ayrımlar hangi konularda vukû bulmuştur?
Her
seyir, maksad ile imkânların terkibine yaslanır. Maksad, metafizik ilkelere;
imkân ise maddî şartlara bağlıdır. İkisinin yer aldığı sürecin adı ise
tarihtir. Bu nedenle, ayrımlar, hem maksad/metafizik yönünden, hem de
imkânlar/maddî şartlar yönünden, kısaca, tarihî bağlamdan hareketle
belirlenebilir. Ancak, şu nokta unutulmamalıdır: Felsefe-bilim, sonuç olarak,
beşerî bir faaliyettir ve mukayyettir. Dikkat edilmesi gereken ikinci nokta:
Felsefe-bilim’in, insanın, biliş’inden kaynaklanan ortak yanları yanısıra,
maksad ve imkânlar açısından neşet eden farklılıklarının mevcut olmasıdır. Bu
nedenle, bilişsel yönünden, tek-anlamlı bir felsefe-bilim kavramı yanısıra,
maksad ve imkânlar yönünden, çok-anlamlı felsefe-bilim(ler) kavramı söz
konusudur. Bu çokluk, yalnızca bu topraklar ile Batı (ki, tek bir Batı da
yoktur) arasında değil; İslâm temeddünü içinde üretilen, farklı nazarî
faaliyetler için de geçerlidir. Örnek olarak, meşşâî ile kelâmî nazarın seyri
de maksad ve imkânlar açısından farklılıklar gösterir. Bu farklılıklar, aynı
nazarın, tarihî gelişim sürecinde de ortaya çıkabilir. Örnek olarak,
Eşarîlik’in insan anlayışı, Fahreddin Râzî’nin öncesi ile sonrası için oldukça
değişiklik gösterir.
Çalışkan ve velûd bir araştırmacı olmanıza karşın, ilk telif
eserinizi 2011’de yayımladınız. Kitap neşri konusundaki bu tercihinizi ve
nedenlerini biraz açabilir misiniz?
Cemil
Meriç, yanlış anımsamıyorsam, “Kitap tamamlanmış; Dergi ise yürümekte
olan bir fikrin aracıdır” der. Hiçbir fikrimde kemal görmüyorum.
Talebeyim; öğrenmeye devam ediyorum... Bahsettiğiniz “telif eser” de,
bir konuşma metnine ilişkin bir yazıdır; eser sayılmaz... Öteki yazılarım ise yolda
iken yaptığım karalamalardır. “Düşünmek, yola çıkmaktır” der,
Üstadım Taşköprülü-zâde... Yolda olduğumu ümid ediyorum... Kısacası, kitap
ciddi bir iştir; kendimi, henüz, o ciddiyetin altına girecek yetkinlikte
görmüyorum...
Günümüzde, bilimlerle ilgili temel sıkıntının, sayısal
bilimlerle kavramsal bilimlerin arasının açılması olduğunu ifade ediyorsunuz.
Bu ikisinin unutulan ortak paydasından söz eder misiniz biraz da.
Kadîm
geleneğimizde, “ilm” sözcüğü, tekil anlamında kullanıldığında “bilgi”,
çoğul anlamında (ilm/ulûm) kullanıldığında, bilim dalı anlamına gelir.
Kanaatimce, sorun, tek başına, bilim dallarında değil bilgi’nin
varlık-bilgi-değer üçlemesindeki yerinden edilmesindedir. Bu, yerinden
edilmenin uzun bir tarihi var şüphesiz. Çünkü sorun, daha da temelde, anlamın,
Tabiat, Hayat ve İnsan’dan ayıklanmasında yatıyor. Ölçülebilir ile
sayılabilirlik, Sümerler’den beri mevcut; kavramsal olan da... Sorun, bu kavram
çiftlerinde değil; yerlerinden edilmelerinde ya da sınırlarını tecavüz
etmelerinde. Bu nedenle, günümüzdeki bilgi anlayışını, yanlış değil eksik
buluyorum. Eğer sayanın/ölçenin da/de, kavrayanın da insan olduğunu dikkate
alırsak, açıklama ile anlamanın birlikte var-olan iki insanî etkinlik olduğunu
kavrarız.
Modern bilimin, nasıl’ı açıklama derdinde, kadîm bilim
geleneğinin ise nasıl’ın ötesine geçip niçin’i anlamaya çalıştığının altını
çiziyorsunuz. Niçin’i bırakıp nasıl’a geçerken neleri ıskalıyoruz?
Burada
söylenilenler bir tespittir, şikâyet değil... Çünkü bahse konu olan
Aristoteles-İbn Sînâ çizgisidir... Bu çizgide, olgu-olay(fact-event), ancak ve
ancak, nedenlendiğinde (reasoned fact) bilinebilir. Bunun için de,
illeti(cause) tespit, doğaya ilişkin bilginin özüdür. Elbette, bu anlayışın,
içinde nefes aldığı bir teoloji-kozmogoni-kozmoloji ve psikoloji anlayışı söz
konusudur. Kelâmcılar için durum farklıdır: Çünkü onlar, fail illetleri, âmil
sebeplere dönüştürmüşler; nedeni de tabiata değil akla hasr etmişlerdir. Bu
nedenle, ilginç bir şekilde, kelâmcıların Evren’i, daha maddî ve mekanik bir
Evren’dir. Konu uzundur, ancak tekrar etmekte yarar var: Günümüzde, İslâm
temeddüdünün ürettiği ilim/bilgi ile ilimler/bilim dalları, üretildikleri küre
içinde değil, ya Yunan’a indirgenerek, ya Batı’ya aracı olarak ya da Bilim
Devrimi’ne nispetle değerlendirilmektedir.
Biz
hâlâ kendimizde değiliz; kendimize gelemedik; İslâm temeddününün ürettiği
felesefe-bilimin tarihi hakkında yapılıp edilenler, yazılanlar, söylenilenler,
baygın bir kişinin sayıklamalarıdır; fazlası değil... Herşeyden önce, ilm kavramını
iyi anlamalıyız; ilm ne logostur, ne de science... Dikkat ederseniz, burada bir
tercihten değil; doğru öğrenmek için bir tespitten bahsediyorum... Önce bir
tespit edelim, sonra bir tercihte bulunuruz.
Yaygın bir kanaat olarak, ilim ve kültür alanında, kadîm olana
ulaşmak için modern olanı reddetmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Oysa siz, fizik
olmadan metafizik, modern bilim olmadan da ilm-i kelâm yapılamayacağını
söylüyorsunuz. Kadîm-modern çatışması nasıl aşılabilir?
Bunu
ben söylemiyorum. Bu, tarihî deneyimin gösterdiği bir vakıa... “Gelecekte,
nasıl bir ilm-i kelâm yaparız?” Bu soruya, farklı bir yanıt verebiliriz. Ancak,
geçmişte, nedenleri, şartları ne olursa olsun, bu böyle vukû bulmuş... Gerekçe
açık, mahsus olmadan makul olmaz; dolayısıyla, fizik olmadan da metafizik...
Bilinen bir husustur ki, kübralar yani küllî/tümel terimler, çok çeşitli
araçlarla, suğralardan yani tekil/tikel terimlerden elde edilir. İmdi, tikel
terimler değişmiş; ancak onlar üzerinde kurulan tümel terimler devam ediyor...
Alt katları olmayan bir çatı gibi... Örnek olarak, biz bugün Harizmi cebri, İbn
Heysem optiği, İbn Sînâ tıbbı, Tûsî astronomisi vb... kullanmıyoruz; çünkü
hepsi değiştiler, başkalaştılar... Ama onlardan hareketle, üretilen tümel
terimler ve önermeleri kullanmaya devam ediyoruz. Mesela, İbn Sînâ’nın
İlahiyyat’ı, Mantıkiyyat, Tabiiyyat ve Riyaziyyat’tan sonra gelir... Bugün,
Tabiiyyat ve Riyaziyyat’ın değiştiğini herkes kabul eder de onlara yaslanan
İlahiyyat’a dokundurtmazlar... Şunu vurgulamalıyım: Hakikat’e ilişkin olgu ve
olaylara ait halis sorular ile bu sorulara yanıt için üretilmiş teorik dillerin
yarattığı ikincil sorunları birbirinden ayırmak gerekir. Örnek olarak, “Tanrı,
tikelleri bilebilir mi, bilemez mi?” sorusu, İbn Sînâ’cı tanım teorisinin yarattığı
bir sorundur; ama hâlâ hakikî bir sorun gibi tartışılmaktadır. Ya da Gazâlî’nin
eleştirdiği nedensellik, İbn Sînâ’nın nedensellik anlayışıdır. Bunu atlayıp
yani İbn Sînâ’nın nedensellik anlayışını göz önünde bulundurmayıp Gazâlî’nin
mutlak anlamda (ki, bu, zaten olanaklı değildir) nedenselliği eleştirdiğini
varsaymak, safdillik olur. Açıkça söyleyeyim, İbn Sînâ sisteminde, ateşin
pamuğu yakması, Gazâlî’nin sistemindekinden daha zordur. Peki! Kadîm-modern
çatışması nasıl aşılabilir? sorusunun yanıtına gelince: İki şekilde: 1.
Sürekliliği esas alarak... Böylece, iki uclu düşünmekten kurtulursunuz. 2.
Yanıtlara değil sorulara odaklanarak... Buna bağlı olarak, halis sorular ile
teorik dillerin yarattığı sorunları birbirinden ayırarak...
Özellikle Anlayış dergisindeki yazılarınızda, sözcükler, ekleri
ve köklerinden hareketle çarpıcı tespitlere ve derin düşüncelere ulaşıyordunuz.
Dilin işleyişi ve birimlerinin, düşüncenin kadîm konularını kavramada sunduğu
olanakları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şunu
hemen söylemeliyim: Mensubiyet duyduğum gelenekte dil, Varlık’ın
tecellîlerinden biridir ama hakikî değil gölge-değerdedir. Bu noktada, “Dil,
Varlık’ın evidir” diyen Heidegger’e ya da “Dil, Dünya’yı kurar” diyen
Wittgenstein’a katılmıyorum. Dil, dünyayı kurmaz. Dil, dünyayı yalnızca ifade
eder ve dile getirir. Düşünce, yalnızca verili bir dilin, dizilimine(sentaks)
ve anlamsallığına(semantik) indirgenemez. Bu nedenle, düşünce, sözcüklere
indirgenemez. Sözcükler çerçevesinde yapılan tahliller, soruyu ve sorunu gözden
kaçırmamıza neden olmamalıdır. Ancak, dilin ifade ediliş ve dile getiriliş
tarzlarını tespit etmek, anlamın içeriğine nüfûz etmemizi kolaylaştırabilir. Bu
yazılarda da yapmaya çalıştığım budur; fazlası değil... Nitekim, Üstadım Seyyid
Şerif, dil ile düşünce arasındaki ayniyet kabulünün, alışkanlıktan
kaynaklandığını; halbuki düşüncenin, her zaman, dilden daha geniş bir uzayı
kapladığını söyler...
Felsefede, bilimde ya da edebiyatta olsun, ortaya konulan bir
eserin, düşüncenin değeri, biraz da mensup olduğu geleneğe göre tespit edilir.
Günümüzdeyse bir geleneğe mensup olmadan üretmek, marifetmiş gibi görülüyor.
Bu, mensubiyet meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Günümüzde,
çoğun insanlar, kıymetli/değerli olmaya çalışmıyor; “‘büyük adam’ olmak” yeterli.
Dikkat edilirse anlamın çekildiği yeri, sayılabilir ve ölçülebilir içeriği olan
sözcükler dolduruyor. Hem, değerli olmanın bir getirisi yok ki; ne kadar
kazandığına bakmalı... Açıkçası, dürüst olmak gerekir: Mevzûsu olanın,
mevzîsi olur. Yok ise ötede beride dolaşmak daha yararlıdır, daha çok
kazandırır. Hâlâ 1996’da, Dergâh Dergisi’ndeki söyleşide, benzer bir soruya
verdiğim yanıtın işaret ettiği yerdeyim: “Öncelikle, kendi tarihimizi
sahiplenmeliyiz. Bu da, yerlileşmekle olanaklı kılınabilir. İlgilendiğimiz
şeyin, kendi tarihimiz olduğunu unutmamalıyız. Yerlileşme, yerli bir mevkif
yani duruşa sahip olmakla gerçekleşir. Mevkif sahibi olmak, psikolojik ve
ahlâkî bir durumdur. Dolayısıyla da, şahsiyeti şart koşar. İkincisi, maksadımız
olmalı; bu da, siyasî bir tavırdır ve mensubiyeti şart koşar. Son olarak, bir
manzumemiz olmalı; bu da, nazarî bir çabayı gerektirir ve dolayısıyla, ehliyeti
şart koşar. Yani mevkif, maksad ve manzume ile bunların şart koştuğu şahsiyet,
mensubiyet ve ehliyet... Bunlar, birbirini zorunlu kılar. Gerisi de
kendiliğinden gelir.”
Gazâlî’yi, İslâm dünyasının felsefe-bilim macerasının sonu
olarak gören kanaati nasıl yorumluyorsunuz? Sizce, Gazâlî ile son bulan ve
ondan sonra devam eden neydi?
Öncelikle,
bu, felsefî-ilmî bir soru ve yargı değildir; siyasî bir soru ve yargıdır.
İkincisi, bu bir sözde-sorundur ve XIX. yüzyılın oryantalist tarih anlayışının
teorik dilinin ürettiği bir yargıdır. Siyasî nedeni, İslâm temeddünündeki Türk hâkimiyetini,
kültürel açıdan olumsuzlamadır. Entelektüel nedeni, Goethe’nin, “Türkleri
yenmek için onları İslâmsızlaştırmak (de-Islamization) gerekir”
ilkesidir. Üçüncüsü, yine dürüst olmak gerekirse, Batı akademik camiasında, bu
sözde-sorun, 1960’lardan bu yana aşılmıştır. Ancak, zihinleri hâlâ XIX.
yüzyılın oryantalist uzayında nefes alıp veren ve kendi ben-idrakinin tarihi
deneyimi hakkında araştırma yapmak ve düşünmekten aciz insanların, temcid
pilavı gibi tartıştıkları bir konudur.
Gazâlî’nin
yerine gelince... Her şeyden önce, Gazâlî, bir çığlıktır. Bu nedenle, naif
tarafları vardır. Ancak bu çığlık, İslâm temeddününde, güçlü bir makes
bulmuştur. Bu nedenle de, İslâm temeddünü, hem Yunanî’leşmekten, hem
Farisî’leşmekten, hem de Hindû’laşmaktan korunmuştur. Gazâlî, İslâm
nazariyatının metafizik ilkelerine işaret ederek, farklı bir düşünme biçiminin
kapılarını aralamıştır. Bu nedenle, Gazâlî ile biten bir şey var iken çok şey
de başlamıştır. Yürüttüğüm çalışmalarda, son günlerde ulaştığım bir sonucu
paylaşayım: Medreselerde “felsefe-bilim” eğitimi, hemen Gazâlî’den
sonra, onun takipçileri tarafından, Maveraünnehir coğrafyasında başlatılmıştır.
Ancak yine de, Gazalî’nin yanıtları ile değil tavrı ile, tarzı ile, yöntemi ile,
soruları ile muhatap olmak gerekir... Düşünürlerimizi anlamak, eleştirmek ve
fikirlerini çoğaltmak için onları mürşide dönüştürmemeliyiz.
“Şiir, Türkleri
Kurtarabilir mi?” başlıklı yazınızda, şiirin Osmanlı-Türk medeniyetinin kurucu
unsuru olduğunu ifade etmenin, kendi hakkında bir üst-bilincin tezâhürü
olduğunu söylüyorsunuz. Şiirin ve mevzubahis bilincin, günümüzdeki halini nasıl
buluyorsunuz?
Kişisel
kanaatim, şiirin -müzikle birlikte-, insan olma bilincinin en üst seviyesi
olduğudur. Başka bir deyişle, insanî ayıklığın zirvesi... Şiir yazmayı sürdüren
bir zihni, bir kültürü yenemezsiniz... Tefekkür açısından bazı ciddi zaafları
taşısa da, son bir yüzyıldır, Türk direnişinin, şairler eliyle yürüdüğünü
görürsünüz. Bu, Türkiye’deki tüm çevreler için geçerlidir. Bir fikrî hareket,
şiir yazma seviyesine eriştiğinde, kalıcılığı artar. Anadolu’yu, Yurt tutan
Türkler’in başarısı da bunda gizlidir... Toprağa, emeğe anlam katan Yunus Emre,
Âşık Paşa gibi adlar olmasaydı halimiz niceydi. Daha da ilginci, Osmanlı
Devleti’ni yeniden örgütlerken, Fatih Sultan Mehmed’in yaptığı en önemli
işlerden biri, kendi, vezirleri ve oğullarıyla birlikte Türkçe’nin şiir
üzerinden kuruluşunu gerçekleştirmekti...
Şiir,
bir kültürün taşınabilir manevî vatanıdır. Şair de, idareye gelmeyen, idare
edilemeyen bir adamdır... Günümüzde de, bu durumun, idrak seviyesi zayıf da
olsa, devam ettiğini düşünüyorum. Şairlerimiz hâlâ direniyor çünkü... Ümidvâr
olmak için bu yeterli bir nedendir.
Felsefe ve düşüncenin hayatî vasıflarından biri olarak sık sık
sürekliliğe işaret ediyorsunuz. 2000 sonrasında, Türkiye’deki felsefe/düşünce
çalışmalarının, geçmişi yeterince dikkate aldığını düşünüyor musunuz?
Tekrar
etmekte yarar var; geçmiş sahibi olmakla tarih sahibi olmak ayrı ayrı
durumlardır. Maddenin de, herhangi bir hayvan türünün de bir geçmişi vardır ama
tarihleri yoktur. Bir geçmiş, ne zaman tarih haline gelir?: İdrak seviyesine
taşındığında, yani idrak edildiğinde... Bu da, daha önce işaret ettiğim gibi,
geleceğe ilişkin projesi olan milletler için olanaklıdır. Türkler’in, muazzam
bir geçmişi vardır ama tarihleri zayıftır. Bu durum, felsefe-bilim tarihi
çalışmaları için de geçerlidir. Bizim durumumuz, hastanede, başka bir hastanın
dosyasındaki verilere göre sağlığını kazanmaya çalışan kişinin durumuna
benziyor... Kendi kan, idrar gibi tahlillerini yapmamış, kendi MR’sini
çekmemiş, bu nedenle de, başka kültürlerin uzayında nefes alıp vermeye çalışan
insanlarız. Bu konuda, Türkiye’deki hiçbir öbek arasında, bilinç seviyesinde,
ciddi bir fark yok maalesef... Çok mu kötümserim? Sanmıyorum... Tespit, çözüm
içindir; kötümser bir hava yaratmak için değil... 2013’te, böyle bir söyleşide,
bunları söylemek bile iyimser olmak için yeterli bir işaret olarak görülebilir.
Seferle mükellefiz, zaferle değil... Biz, işimize bakalım, işimizi yapalım!
Takdir, O’nundur!... Tedbir de, takdirin bir cüz’üdür zaten...
KAYNAK:
İhsan
Fazlıoğlu ile Röportaj (Mart 2013), "Derdimiz Yolda Olmaktır, Çadır
Kurmak Değil", İtibar, s.
42-45.
[1] İhsan
Fazlıoğlu (Mart 2013), "Derdimiz Yolda Olmaktır, Çadır Kurmak
Değil", İtibar, s. 42-45.
[2] ALİ
KUŞÇU (ö. 879/1474): Timurlular devrinde Semerkant’ta yetişmiş, daha sonra
Osmanlı ülkesinde büyük bir şöhret kazanmış olan Türk astronom ve
matematikçisi. Asıl adı Alâeddin Ali, babasının adı Muhammed’dir. Doğum yeri ve
tarihi tam olarak bilinmemekle beraber XV. yüzyıl başlarında Semerkant’ta
dünyaya geldiği tahmin edilmektedir. Babası, Uluğ Bey’in doğancıbaşısı olduğu
için “kuşçu” lakabıyla anılmıştır. Ayrıntılar için Bkz: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c02/c020402.pdf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder