Prof. Dr.
İhsan Fazlıoğlu’nun "bilgi kendine kayıtsız kalan kişileri ve
toplumları affetmez" nasihatini
dikkate alarak, bilgiye ve bilginlerimize kayıtsız kalmama adına fazlioglu.blogspot.com adresinde
samimi bir çalışma başlatılmıştır. Bu platform üzerinden Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun
vermiş olduğu konferanslar, seminerler, dersler, katıldığı radyo ve TV
programları, gazete ve dergilerdeki röportajları ve yazıları ile hocamız
hakkında basına yansıyan diğer konular hakkında bilgi paylaşımı ve
değerlendirmelere yer verilmesi amaçlanmaktadır.
Bu kapsamda, Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu
hocamızın Düşünce Dergisi tarafından yöneltilen sorulara vermiş olduğu
yanıtlardan oluşan “Aydın Bizden Değildir” başlığı ile yayımlanan röportajını
istifadenize sunuyorum. Düşünce dergisine bu güzel katkısından dolayı teşekkürü
bir borç bilirim.
Düşünce dergisinin
sorularına yanıt veren Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, “Aydın” kavramına olan bakış açısını “yerlilik”
bağlamını tanımlayarak ortaya koyarken, son olarak şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Bu milletin tarihî tecrübesine ilişkin mensubiyeti ve
aidiyeti olmayan bir kişiyle bu milletin geleceği üzerine konuşmam; benim için
onun bir Çinli ya da bir İngiliz’den farkı yoktur. İbn Haldun’un dediği gibi,
kalplerimiz müteferrik ise akıllarımızı kimse birleştiremez; kalbimiz yani
vicdanımız yani anlam-değer dünyamız, yani tarihî tecrübemiz yani BİZ… BİZ’den
olmayan ile Biz üzerine konuşulmaz zâten... Aydın BİZden değildir...”
Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları tarafımızla
paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet NEGİZ
18.06.2018PROF. DR. İHSAN FAZLIOĞLU RÖPORTAJI-AYDIN BİZDEN DEĞİLDİR!
Düşünce Dergisi olarak ilk sayımızı düşüncenin ayrıcalıklı faili, münevver/aydın/entelektüeli dosya konusu olarak belirledik. Münevver, aydın, entelektüel… Aslında çok da masum olmayan kelime tercihleriyle etiketlenen, bir tefekkür zanaatkârı ve kimi zaman da aktivist bir sözcü aslında kastedilen. Ancak pek de üzerinde mutabakata varılmamış bir kavram, kimlik ve roller söz konusu. Zira bizzat münevver/aydın/entelektüelin de daima kavramlarla bir derdi olduğunu gözlemliyoruz. Siz bu sınıfın bir mensubu olarak bu isimlendirmelerden hangisini veya hangilerini tercih edersiniz? Sizce münevver/aydın/entelektüel kimdir? Bu kimliğin oluşumunu, yeniden üretimini ve pekişmesini sağlayan roller nelerdir?
Soru
hem zor hem de uzun; biraz da karışık... Çünkü bir muhataba soru sorulurken
yönlendirmeye yol açacak ön-önermelerle malûl... Yine de sorunuzu çözümleyerek
sırayla ilerlemeye çalışalım. Her kavram belirli bir düşünce uzayında ve bu
uzaydaki vektörel ilişkiler içinde anlamlıdır. Bu nedenle soru konusu
kıldığınız sözcükleri Türk kültür uzayı içinde ele almak, söyleşinin maksadı
açısından daha doğrudur diye düşünüyorum. Ayrıca bu tür sözcüklerin
mefhumlarını daha iyi idrak etmek için kökenlerini de göz önünde bulundurmak
gerekir. Öncelikle münevver klasik Türkçenin aydın da çağdaş Türkçenin sözcüğü
olarak görülebilir. Bilindiği üzere münevver, nur aydın da ay kökünden gelir.
Ancak hem münevver hem de aydın edilgendir; kısaca nurlu, ışıklı, aydınlanmış
olarak çevrilebilir. Şunu sorabiliriz: Aydınlanma eylemini gerçekleştiren yani
aydınlatan ışığın kaynağı nedir? Bir benzetme ile: Ay ışığını güneşten alır ve
aydınlanır; öyleyse münevver ile aydının güneşi nedir? Bu sorunun yanıtı hem
genel düşünce uzayı hem de yukarıdaki ayrıma sadık kalınarak Türk düşünce uzayı
içinde verilebilir. Bunu şimdilik bir kenarda tutalım…
Öte
yandan, sözcüğün anlama ilişkin kökeni yanında mefhumî/kavramsal kökenine,
dolayısıyla tarihî gelişimine bakılırsa, ayrıntıya boğmadan, aydınlanma
köklerini Yunan ve Helenistik kültürde bulan Hristiyanî bir kavramdır. İlkece
maddenin, dolayısıyla dünyanın karanlık olduğu kabulüne dayanır; karanlık
kabulü hem ortaçağ hem modern çağ hem de içinde yaşadığımız çağdaş durum için
hâlâ geçerlidir; değişen sadece aydınlatan ışık yani kaynaktır. Ayrıca, insan
da hem maddeye bitişik olması hem de ilk günah nedeniyle karanlığa gömülmüştür;
onun da aydınlanmaya ihtiyacı vardır. Kanımca, İslam temeddünü, Tanrı’nın
estetik yaratımı (masnûat) olarak ne maddeyi ne insanı karanlık kabul etmez.
Elbette burada ontolojik anlamda bir karanlıktan bahsediliyor; yoksa mecâzî
anlamda cehalet vb. değil… Bu çıkarımın ayrıntılarına girmiyorum ve bunu da bir
kenarda tutuyorum…
İmdi,
her temeddün hareketinin kendine has ilkeleri ve yöntemleri vardır; bu ilkeler
ve yöntemler çerçevesinde hem geçmiş hem de çağdaş deneyimleri tevarüs, temellük,
temessül ve en nihayet ihtiyaç hâsıl olduğu için tercüme eder ve kendi bilgi
dağarcığının bir ögesi hâline getirir. Bu temelde bilgiyi ve o bilgiyi üreten
kişiyi tanımlar; toplumsal bir yer tayin eder; adlandırır; işlevini ve amacını
belirler. Buna göre yine ayrıntıya girmeden şu söylenebilir: Aydınlar, Batı
Avrupa’da dinî–ilmî-felsefî-siyasî bir dizge olarak Kilise’nin yerini alan
kapitalist-emperyalist–pozitivist yaşam görüşünün rahipleri olarak
yükselmişlerdir. Aydınlanma hareketinin taşıyıcıları olarak, iletişim,
bildirişim ve ulaşım yollarının gelişmesini ve basım tekniklerinin
yaygınlaşmasını değerlendirerek, ayrıca akademik statülerini kullanarak etki
alanlarını genişletmişlerdir. Başka bir deyişle, karşılıklı etkiyi unutmadan,
aydın denilen yeni rahip, yeni dizgenin bir görevlisidir; hem onunla var-olan
hem de onu var-eden olarak…
Yanlış
anlaşılmamak için şu noktayı vurgulamama izin veriniz: Bahsettiğimiz konuların
kendi doğal çevresindeki ve uzayındaki meşruiyeti ayrı bir durumdur; ithal
edilen çevredeki meşruiyeti ise başka bir durum… Her iki halde de durumu önce
tespit ederiz; sonra eleştiririz; elden geçiririz. Bunun için bir ölçüte,
kıstasa ihtiyacımız var; neye göre eleştiri… Benim ölçütüm 1040’dan itibaren
“Bu Millet”in yaşadığı en geniş anlamıyla ve tüm içeriğiyle tarihî tecrübedir.
Bu çerçevede kendimi ne münevver ne de aydın olarak görüyorum. Münevver ve
aydın anlamında kullanıldığında entelektüel olarak da kabul etmiyorum; ama
Intellect’e nispetle entelektüel sözcüğü tercih edilebilir illâ böyle bir
zorunluluğumuz var ise… Kendimi daha çok bilgi ile uğraşan anlamında bilgin
olarak adlandırmayı tercih ederim; buna bağlı tüm diğer adlandırmalar ve
unvanlar ikincildir kanaatimce…
Bazı
yazılarımda vurguladığım gibi bir milletin faslı/ayrımı o milletin tarihî
tecrübesidir; öyleyse Türk kültür uzayındaki diğer her şey Türk milletinin
tarihî tecrübesine nispetle anlam ve değer kazanır. Bu ilkeler çerçevesinde
Türk tarihî tecrübesi açısından bakıldığında münevver ve aydının, büyük oranda
bu toprakların çocuğu olmadığını düşünüyorum. Münevver ve aydının kimliğinin
oluşumunu, yeniden üretimini ve pekişmesini sağlayan roller de ona verilen
vazifelerdir. Bu açıdan, münevver ve aydın, felsefî anlamda, bırakınız
“düşüncenin ayrıcalıklı faili” olmayı, düşünen değil, vazifesini yapan; bir
fikre sahip olan değil, bir fikri savunan kişidir.
Fuzulî’nin
meşhur beyitlerinden “Işk imiş her ne var âlemde/İlim bir kîl ü kâl imiş ancak”
beytine dair kaleme aldığınız kitapta, Fuzulî’nin ilim ile marifet arasında bir
ayrıma gittiğinden bahsediyorsunuz. Benzer şekilde âlim ile
münevver/aydın/entelektüel arasında belirgin bir ayrım söz konusu edilebilir
mi? Şayet belirgin bir ayrımdan söz edeceksek bu tarihin bir anında yaşanan
kırılma ile mi söz konusu olmuştur? Yoksa bu tarz bir ayrım a-historik bir
hüviyete mi sahiptir?
Biraz
önce dediğim gibi her temeddün hareketinin kendine hâs dili, hatta dilleri söz
konusudur; sözcükler hem anlamlarını hem de mefhumlarını bu dilin/dillerin ve
bu dilin/dillerin tarihî gelişimi içinde bulurlar. İlim, âlim, marifet vb.
diğer sözcükler gibi… Fuzulî’nin takip ettiği kendi temedününde zâten varolan
ayrımı nazarî dil açısındandır; marifet tikellerin; ilim ise tümelin
bilgisidir. İrfanî dil açısından ise marifet doğrudan deneyimle tanımak, ilim
ise kognitif tahlil ile bilmektir. Âlim ile münevver, aydın ve entelektüel
arasında farklılıklar olduğu gibi hem birleşim hem kesişim noktaları vardır
elbette…
Ancak
bilindiği üzere iki ne-ise-ne arasındaki fark, en özel niteliklerine
(ehassu’s-sıfat) göre yapılır. Buna göre düşünüldüğünde ilkece birbirinden ayrı
olmakla birlikte şu söylenebilir; âlim, düşünme yanında bir vazife de
üstlenirse aydına evrilebilir; ancak sırf vazife ile malul bir münevver/aydın,
eğitimini almamışsa âlim olmaz, olamaz…
Öte
yandan insanî idrake konu olan hiçbir şey a-historik ya da meta-historik
değildir; çünkü bizatihi insan tarihîdir; dolayısıyla her eylemi de doğal
olarak tarihî olmak zorundadır. Bu nedenle en temel ilke, fasl olarak tarihî
tecrübeyi öne çıkartıyorum…
Yeri
gelmişken, yanlış anlaşılmamak için, kanaatime göre, süreklilik kavramı içinde
tarihî olanın en önemli özelliğini söyleyeyim: Gelecek yorumu…
Modern dönemin belki de en önemli felsefî dehalarından Ludwig
Wittgenstein’ın çokça dillendirilen “dilimin sınırları dünyamın sınırlarını
belirler” tespitini ve dil ile düşünce ve eylem arasındaki dolayımları hatırda
tutarak münevver/aydın/entelektüel olarak isimlendirilen sınıfın tarihsel
süreçte geçirdiği dönüşümleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle
Ludwig Wittgenstein’ı “modern dönemin belki de en önemli felsefî dehalarından”
biri olarak görmediğimi belirteyim; bu cümlede, belki de en doğru sözcük “belki
de”! Elbette yine kendi doğal bağlamı, uzayı içinde, belirli sorunları
çözdüğünden oldukça önemli olabilir. Kanımca, deha vb. sözcükler paradigmatik
niteliğiyle kayıtlanmalı… Kendi paradigmatik bağlamını aşan ve hakikî anlamıyla
deha denebilecek adlar nadirdir ve Wittgenstein bunlardan biri değildir. Kadim
dil bilimleri ve felsefelerine aşina olanlar ne demek istediğimi rahatlıkla
anlayacaklardır. Öte yandan “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını belirler.”
yargısı, dil, lisan anlamında ise –ki genelde böyle anlaşılıyor– oldukça
eksiktir. Daha önce kaleme aldığım bazı yazılarda da ifade etmiştim: Lisan
anlamında dil, yalnızca ifade eder; tek başına ne dünyamı kurar ne de
sınırlandırır, sadece dile getirir; o kadar…
Öte
yandan, daha Antikçağdan bu yana “Bilmek ile eylemek, bilgi ile eylem birbirini
birlikte var kılar.” olarak görülmüş; dil de bu birlikteliğin bir ifadesi
olarak kabul edilmiştir… Son olarak, münevver/aydın sınıfının tarihî mefhumuna
biraz önce işaret etmiştik; ama bu sınıf henüz var-olmaya devam etmektedir.
Türk kültür uzayı açısından henüz bir dönüşüm geçirdikleri söylenemez; verilen
vazifeleri yapmaya devam ediyorlar; bazen de kendi kabilevî mensubiyetleri
etrafında çıkar çatışmasına giriyorlar. Henüz Türk milletinin tarihî
tecrübesine istinaden düşünmeye başlamış değiller; başladıklarında Türk
bilginine evrilecekler zaten…
İlber Ortaylı Türkiye'de Tanzimat tipi aydının kalmadığını ve
böyle bir aydın tipine ihtiyaç olduğunu söyler. Tanzimat tipi aydını şöyle
niteler; “Tanzimat tipi aydın, kültürel mirasını muhafaza eden aynı zamanda
yeni dünyalara yelken açabilen adamdır. Dedesi gibi Arapça ve Farsçayı çok iyi
bilir. Hatta daha iyi bilir. Çünkü yeni tetkik metotları geliştirir. Bir yandan
da Fransızca öğrenir.” Tanzimat aydınının sizin “münevver ve aydının yerini
Türk bilgini almalı” sözünüzdeki ''Türk Bilgini'' ile kesişen ve ayrışan
noktaları nelerdir? Dil konusu açısından baktığımızda ise bugün en iyi
beyinlerinin İngilizce eğitim aldığı ve anadiliyle düşünemediği bir ülkede
yerli ve cins kafalı insanlar yetiştirmek mümkün müdür?
Sanıyorum
münevver, aydın ve bilgin kavramları hakkında şimdiye değin söylediklerimiz
sorunuzun ilk kısmına bir yanıt oluşturur; biraz dağınık olsalar da… Çiviyi
çakmak için çekici tekrar tekrar vurmak gerektiği gibi yine ilkeyi tekrar
edelim: Bir milletin anlam-değer dünyasına, kısaca tarihî tecrübesine
mensubiyet ve aidiyet duymak; düşünmesinde ve eylemesinde o millete ilişkin her
türlü kanonik yapıdan pay almak…
Dil
konusuna gelince, tarihin belirli bir döneminde bir dilin çok değişik
nedenlerle öne çıkıp siyasî ve kültürel öncelik kazanması olağandır. Öncelikle
ana dil ile anne dilini birbirinden ayıralım; her anne dili, çok çeşitli
nedenlerle temeddünün üst üretimini taşımayabilir. Ancak ana dil bir kültürün
bireyleri arasında iletişim ve bildirişim açısından hem yatay hem de dikey
boyutta paylaşılabilirliği en yaygın biçimde mümkün kılan nazarî aklın iş
gördüğü ve nesir ile ifade edilen dildir. Bu dil o kültürün bildirişim ve
iletişim olduğu kadar düşünme dilidir de…
Modern
öncesi dönemde ana dil kürevî katmanlara göre değişiyordu; örnek olarak siyasetin
ve ilmin dili farklı olabiliyordu; Osmanlı döneminde siyasetin ana dili Türkçe
iken nazarî ilimlerin ana dili Arapçaydı. Modern dönem ve sonrasında,
ulus-devletlerin kurulması, ulaşım ve iletişimde hızlılık, mekânın yakınlaşması
sonucu anne dili ana dil haline gelmeye başladı. İçinde yaşadığımız çağda yine
de ana dil ile anne dillerinin farklı olduğu bölgeler çoktur; örnek olarak
ABD’de ana dil İngilizce iken yüzlerce anne dili mevcuttur.
Biz,
âriflerin dediği gibi ibnu’l-vakt olarak çağımızın mukteza-yı ahvaline göre
davranmak zorundayız. Bu nedenle kimliğimizin mukavvim bir unsuru olarak ana
dilimizi korumakla yükümlüyüz. Uzatmadan açıkça söyleyeyim ki, her bir
entelektüel için günümüz koşuları içinde İngilizce öğrenmek farz-ı ayndır; ama
İngilizce eğitim ihanettir; hele de manevî, beşerî, toplumsal bilimlerde… Ana
dil ile düşünmeyen düşünmez, düşünemez; izler, takip eder, taklit eder, o
kadar…
İşte
bu nedenle İngilizce ana dil haline getirilmeye çalışılıyor. Kanımca
halihazırda İngilizce eğitimden daha da tehlikeli bir durum söz konusudur
Türkiye’de; o da Arapça eğitimdir. Hemen söyleyeyim, hem kadim medeniyetimizin
dili olması hem de klasik Türkçe’nin kelime hazinesini belirlemesi açısından
klasik Arapça bir Türk bilgini için yabancı dil olarak kabul edilemez;
özellikle manevî bilimlerle uğraşanlar için büyük oranda olmazsa olmaz bir
ön-koşuldur. Ancak bu durum, Bu Ülke’de çağdaş Arapça eğitimini –öğretimini
değil– vermeyi gerektirmez; bu da bir ihanettir. Tüm İlâhiyat Fakülteleri’nin
eğitim dilini Arapça yapmak Bu Ülke’ye yapılacak en büyük ihanetlerden biridir.
Örnek
olarak İstanbul’da uluslararası bir İlahiyat Fakültesi kurarsınız; Arapça dâhil
birçok dille eğitim verirsiniz; ancak Anadolu’da bir ilahiyat fakültesinde
Arapça eğitimi vermekle ne elde edilecek; Trabzon ilinin, Of ilçesinin, Keler
Köyü’ne atadığınız imam, dini, muhatap olduğu kitleye Arapça mı anlatacak?
Ayrıca dil söz konusu olduğunda Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan biz Türkler
için başka bir durum daha söz konusudur; o da dilimiz dinimiz hâline gelmiştir;
bu nedenle dinimizi korumak için dilimizi de korumak zorundayız. Yine de kabul
etmek gerekir ki, tek başına dil insanı düşünür ya da bilgin kılmaz; gerekli
ama yeterli değildir...
Türkiye’de münevver/aydın/entelektüel denildiğinde ikili ve
birbirini besleyen bir tavır söz konusu. Bir taraftan gayritabiî bir biçimde
idealize edilen münevver/aydın/entelektüel eylem ve söylem ile bu idealin
dışına düşen aktüel münevver/aydın/entelektüelin daimi eleştirisi. Mesela en
çok eleştirilen hususlardan biri Türkiye'de aydınların halktan kopuk ve halkın
değerlerine yabancı olduğu yolundadır. Diğeri ise yine bahsettiğimiz
kitabınızdaki beyite atıf yapacak olursak münevver/aydın/entelektüellerin “kâl
ve hâl”leri arasındaki uyuşmazlık hakkındadır. Sizce Türkiye’de
münevver/aydın/entelektüelin hali nedir? Sizce böyle bir yabancılıktan
bahsetmek mümkün mü? Eğer böyle bir yabancılık hali varsa bu, patolojik bir
durum mudur?
Açıkçası
münevver/aydın arasında böyle bir ayrımın yapay olduğunu düşünüyorum. Aydın,
yukarıda işaret ettiğimiz üzre, vazifesini yapan kişi ise hâli de vazifesine
göre biçim kazanır. İkincisine yani “Türkiye’de aydınların halktan kopuk ve
halkın değerlerine yabancı olduğu” şeklindeki yargınıza gelince, işin doğası
budur zâten... Kavramın tarihî süreçte ortaya çıktığı doğal yerde aydın halkına
bağlı ve yerli kalabilir; ithal edildiği yerlerde ise tercih hakkı yoktur;
adını verenin sınırlarına hapsolmuştur. Başka bir deyişle aydın doğal yerinde,
iktidarın borazanıdır; ithâl edildiği yerde ise, J.P. Sartre’in dediği gibi,
içeriği hangi ülkeye aitse o kültürün borazanıdır; onlar üfler, o da bulunduğu
yerde çalar...
Aydın
hayır diyemeyen adamdır; çünkü varlığını gücü onaylamaktan ve meşrulaştırmaktan
alır. Söyleşi boyunca sık sık dile getirdiğimiz üzere konuya daha çok Türk
kültür uzayı içinden bakıyorum; bu açıdan, kısaca demek gerekirse, tarihî
tecrübemiz açısından Türk aydını karanlıktır; çünkü hiçbir şeyi aydınlatmaz;
karıştırır, dolaştırır; yorar ve milletini götürür temsil ettiği yabancı
kültürün çıkarlarına râm eder... Günlük bir gazetede yayımlanan bir söyleşide,
yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye’deki aydın için, söyleşi yapılan yazar şu
cümleleri kurmuştu: “Bunlar ölülerini nasıl gömeceğini bilmeyen tek insan türü.
Türk aydını ölüsünü nasıl gömeceğine dair bilgiye sahip değil. Dünyanın hangi
kabilesine gidersen git, kendi kültürel ritüelleri içinde bir ölünün mezara
nasıl gömüleceğini, tabutun nasıl taşınacağını ya da nasıl yakılacağını bilir.
Bunlar bilmez. Bunlarla birlikte cenazeye gittiğinizde eğer sıradan halk,
cemaat, orada olmasa o ölü orada kalır usta! Bunlar tabutu omuzdan omuza
geçirmeyi de bilmez, toprak atmayı da... Kenarda aval aval dururlar. Ölüsünü
gömmeyi bilmeyen insanın ben entelektüelliğini değil, varoluşunu tartışırım...”Doğru
söze ne denir?
Yakın
tarihimize bakıldığında denilenlerin onlarca örneğini görmek mümkündür...
Tarihe bakmaya da gerek yok aslında! Bunu görev yaptığım çeşitli kurumlarda
akademik ünvanlı aydınların davranışlarında da müşahede ediyorum; güce ilişkin
o kadar çok hesapları var ki, bir türlü özgür kılamıyorlar kendilerini; onun
için de bırakın itirazı soru dahi soramıyorlar; soru soramayan kişi âkil-bâliğ
değildir. Başka bir deyişle, herhangi bir ortamda fikrini, gerekçesi ne olursa
olsun, usulü dairesinde ifade etmekten korkan kişinin âkil-bâliğ olduğu
söylenemez. Kanımca, hür olmanın asgarî şartı razı olmadığı bir davranışla ya
da bir fikirle muhatap olduğunda kişinin rahatsızlığını dile getirmesidir...
İşte bu nedenle Türkiye’de mensubiyetleri ve aidiyetleri sorunlu olduğundan
özgüveni bulunmayan aydınlar vazifelerini aldıkları güçlüye öykünür, pay alarak
rahatlarlar; kendi insanlarına ise tahakküm ederek ezikliklerini gidermeye
çalışırlar.
Meselelerimizin hallinde "yerlileşmeye" işaret
ediyorsunuz. Yerlileşme nasıl bir seyir izlemeli sizce? Aydınlardan başlayıp
halka mı yayılmalı, yoksa küresel dünyada hızla dünya insanı olan bireylerden
müteşekkil halktan başlayıp aydına mı sirayet etmeli?
Önce
yerlileşmenin üzerinde yaşadığımız yer ile, toprak ile halleşmek olduğunu
belirtelim. Mistik ve aşkın bir şeyden bahsetmiyorum; gelecek ön-görümüze uygun
olarak tarihî tecrübemizle yüzleşmektir yerlileşmek... Bu bir süreçtir; yola
çıkmadır; niyet ve ilkeler ışığında yol almadır... Yerlileşme, bir daire çizmek
için kendine bir merkez tespit etme işidir. Ancak bir yerden bir yere
bakılabilir; bakmak için durulacak yer-dir yer-lilik; bir ait olmak, bir
mensubiyet duymaktır kısaca... Kendinden vazgeçmeden başkasına, bizi terk
etmeden size uzanma işidir... Kısaca dışa uzanmak için içte derinleşmektir...
Aslında
sorunuz şimdiye değin dediklerimi o kadar doğruluyor ki, “aydın ve halk” diye
bir ayrım hakikî midir mecazî mi? Halk yerli değilse o halkın çıkaracağı aydın
yerli olabilir mi? Aydın halkın çocuğu değilse yerli bir duruş takınabilir mi?
Biz de olan budur işte, kendi içinden çıktığı halka önderlik edeceğine, onu
tahkir etmek, dilini, dinini, değerlerini, zevklerini, alışkanlıklarını kısaca
varlığını aşağılamak... Karadeniz’de sıkça denildiği üzere “Kestane kabuğundan
çıkmış da kabuğunu beğenmemiş...” Soruyorum, “Aydın bu halkın çoğu değilse
kimin çocuğudur?”
Türkiye'de münevver/aydın/entelektüellerin kendi medeniyetimizin
ilim ve tefekkür birikimiyle irtibatı (bu irtibatın varlığı/yokluğu, niteliği
vs.) hakkında ne düşünüyorsunuz? Bugün bir Türk münevver/aydın/entelektüelinin
bu irtibatı kurmasına engel olan şeyler nelerdir ve böyle bir irtibatın
kurulabilmesini mümkün kılacak donanım ve koşullar nelerdir? Bu birikim ile
kurulacak bir irtibatın bugün için bize önemli imkânlar açacağı fikrine katılır
mısınız?
Kısmen
buna işaret ettim... Yine de bazı vurgularda bulunabilirim: Daha dökümü,
envanteri bile çıkartılmamış bir ilmî ve fikrî gelenekle nasıl irtibat
kurulabilir ki? Bizim medeniyetimizin bir dökümü, envanteri bile yok! Hala
keşfediyoruz; tespit ediyoruz. Bu bir; ikincisi, en önemli engel psikolojiktir;
daha önce de pek çok kez işaret ettiğim gibi, biz ayarı kaymış bir milletiz;
ayarımızı kaydırdılar. Biz kendi tarihimiz önünde küçük düşürüldük. Denildiği
üzere, bir milleti, bir kere yenmek istiyorsanız onunla savaşın; sürekli yenme
zevkini tatmak istiyorsanız, kendi tarihi önünde küçük düşürün. İkinci engel,
geleceğe ilişkin bir niyetimiz yok; varsa da hissî nazarî değil...
Geleceğe
ilişkin nazarî yani hesabı verilmiş niyeti olmayan bir milletin kendi tarihiyle
ilgilenmesinin bir anlamı yoktur; çünkü geleceği olmayan bir geçmiş konuşmaz;
konuşmayan bir geçmiş ölüdür, tarih olmaz; tarih geçmişin geleceğe katılan
tarafıdır hâlbuki bu nedenle de diridir... Tarih ile gelecekte karşılaşma
becerisini gösterebilirsek ancak o zaman geçmiş, tarihe dönüşür; tersi durumda
geçmiş zâten geçmiştir; öyle de kalır... Diğer engeller tekniktir; yola
çıkılınca her ihtiyaç hâsıl olduğunda kolayca giderilir...
Tarihî
tecrübe ile her irtibat, bize öz-güven kazandırır; kendimize olan saygımızı
artırır; ama en önemlisi düşüncemize bir derinlik katar; çünkü, tarih
düşüncenin derinliğidir; düşüncemizi iki boyutluluktan kurtarır; üç boyutlu
kılar... Kısaca tarih insana süreklilik duygusu kazandırır; bu da kişiye, ait
olduğu ve mensubiyet duyduğu kültürün sürekliliği içinde bir tür ölümsüzlük
hissi verir.
Türkiye'de sonucu fikrin ve emeğin değil de ilişkilerin
belirlediğini söylüyorsunuz. Böyle bir ortamda iyimser olmak adına hiç mi bir
şeyimiz yok?
Elbette
var! Yok ise niye konuşuyoruz ki! Yarını olmayanın konuşacak bir şeyi bulunmaz.
Konuştuğumuza göre, bu söyleşiyi yaptığımıza göre demek ki, ümit ettiğimiz bir
yarın var... Ancak 1960 ve sonrasında bir millet olma vasfını kaybettik;
holistik, bütüncül yapımız bozuldu; her alana ait kanonik yapılarımız
darmadağan; ortak-akıl, ortak-dil, ortak-vicdan paramparça... Bakınız hala bir
milletin yaşadığı bir coğrafyada bir düşünür bir yazı kaleme aldığında diğer
düşünürler tarafından hemen ciddiye alınır, okunur, değerlendirilir,
eleştirilir; kısaca o kişi çoğaltılır. Bizde ise, öncelikle bir yabancı bu
konuda ne demiş ona bakılır…
Öyle
bir noktaya gelmiş ki durum şuna benziyor: Yıllarca annesine kötü kadın denmiş
adama, “Yok öyle bir şey; araştırdık; senin annen iyi bir kadındı.” diyorsunuz.
İlk tepkisi şu: “Batılı/Avrupalı (ya da İranlı, Mısırlı, Pakistanlı) uzmanlar
bu işe ne diyor?” Yenilgi kafada; bu nedenle işimiz zor. Dedik ya tarihimiz
önünde küçük düşürüldük diye... Bütüncül yapı bozulduğu, kanonik yapılar hâk
ile yeksân olduğu için kişiler, şahsî, en fazla kabilevî mensubiyetler ile iş
görüyorlar... Milletimizin herkesin kendine göre konuştuğu müteal/aşkın bir
grameri kalmamış; bu nedenle her kafadan bir ses çıkıyor...
İyimseriz
yine de; çünkü hala soru sorabiliyor ve sorunlarımız üzerine konuşabiliyoruz;
bu iyi... Her şeye rağmen ümit verici... Âmiyâne deyişle, bu topraklarda “Ne
olacak bu memleketin hâli?” sorusunu soran ve –pejoratif(küçümseyici) anlamıyla
bile olsa– geyiğini yapan insanlar var-olduğu sürece ümit var demektir...
Münevver/aydın/entelektüellerin siyasal angajman içinde olması
ve bazılarının medyatik simalar haline gelmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Türkiye gibi modernite ile problem yaşayan ülkeleri dikkate aldığımızda aydının
siyasal alanda kanaat bildirmesini bir gereklilik olarak mı yoksa Julian
Benda'nın ifadesiyle ahlaken bir bozulma olarak mı görmeliyiz?
Doğal
bir gelişme... Daha da önemlisi, münevver/aydın tavsiye ya da fikir beyan etmek
için ve yol gösterici olarak siyasî kanaat bildirmiyor; iktidar çatışmasında
taraf olup, kendi kabilevî diliyle güç adına konuşuyor; temsîl ettiği güç
merkezi adına; vazifesini kendi için yerine getirdiği pratik adına...
Denilenleri illâ siyasî anlamda düşünmeyiniz; kültürel, manevî, anlam ve değer
dünyası açısını da göz önünde bulundurunuz... Şöyle bir bakın; bu milletin
tarihini, dilini, ahlakını, değerlerini, zekasını, kültürünü, bu millete ait
her ne var ise onu tahkir eden, tezyîf eden; milletin olması için değil,
solması için gayret gösteren; milleti kendi kabilevî diline mahkum eden kişidir
aydın...
O
zaman ben de derim ki, Türkiye'de halkının sorunlarını çözene değil, halkını
tahkîr eden, tarihine ve değerlerine küfredene aydın derler; yani içi karanlık
olan... Elbette bilgin kendi toplumunu her açıdan eleştirebilir; ama bu daha
iyi, daha doğru ve daha güzel olma adınadır; zaten bu tür bir eleştirinin dili
tahkir ve tezyif içermez. Öyle bir eleştiri yapılıyor ki, işgal komiseri
gibi... Boşuna demiyorum, “Bir milletin askerî-siyasî örgütünü düşmanları;
tarihini, o milletin aydınları yener.” diye... Toplumunu beğenmiyorsan, daha
iyiyi, doğruyu ve güzeli biliyorsan, geç öne, anlat, öğret; asla halkından ümit
kesme... Ama Osmanlı münevveri ile Cumhuriyet aydını nazarında halk hiçbir
zaman önemli ve güvenilir bir güç değildir... Aslında bu tür eleştiriler,
yalnızca kendilerinin bildiği muhtelif küresel odaklara mensubiyet ve aidiyet
duymanın bir sonucudur.
Bilgin
gerektiğinde, toplumu ihtiyaç duyduğunda siyasî
bir rol alabilir; zaten bir toplumda yalnızca bilgin insanların üstlenebileceği
görevler vardır. Osmanlı döneminde bu tür bilginler âlim-bürokrat olarak
görülmüşlerdir (kalemiyye); ve bunlar her kültürde bulunabilirler. Ancak hakikî
anlamıyla bilgin, küllî bir nazarî bakış-açısının temsilcisi olmalı; toplumuna
içinden değil, önünden yol göstermelidir.
Açıktır
ki mevcut içinde yani şimdide hesabı olan bir bilgin, ne geçmişi sağlıklı
değerlendirebilir ne de geleceği hakkıyla ön-görebilir; çünkü hesabı hem aklını
hem hadsini mahsup eder... Şunu tekrar vurgulayalım; yer, kişiyi tek başına
tayin etmez; kişi, sahih bir kişioğlu ise yerini de anlamlandırır. Bu nedenle
bilgin, bilgin ise, hangi yerde olursa olsun bilgindir; bu bir kişilik
tarzıdır; aydın ise nerede olursa olsun yine aydındır; siyasette ya da
üniversitede...
İyi bir bağlantı oldu bir sonraki sorumuza; günümüzde
münevver/aydın/entelektüelin özellikle de bir üniversite ve enstitü gibi
kurumlar haricinde var olamayacağı yahut varlığının etkili olamayacağı öne
sürülüyor. Yani bu önermeye göre münevver/aydın/entelektüel, biraz da Pierre
Bourdieu'nün deyişiyle aynı zamanda bir "homo academicus"... Siz bu
iddiaya katılıyor musunuz?
Aydınlar
tek bir millettir. Dediğim gibi nerede oldukları ve hangi ünvanları taşıdıkları
mahiyeti değil dereceyi değiştirir... Sorun bir kendilik bilinci sorunudur; siz
kimliğinizi, kişiliğinizi hangi bağlamda kazandıysanız o bağlamı tezahür
ettirirsiniz. Bir örnek verelim: Kendilik bilincini siyasî bir hareketin içinde
elde eden, onu aşan bir tutum ve davranışı çok zor takınabilir. Dışında elde
edip daha sonra dahil olan bir kişi ise çok daha farklı bir tavrın ve tarzın
sahibi olabilir. Bilgin olma ile aydın olma da buna benzer; ister akademide
ister siyasette aydın kimliğine sahip kişi aydındır; akademide diye farklı
davranabileceği beklenmemelidir... Nice akademisyenler aydın duruşu
göstermişlerdir; nice akademi dışı insanlar ise bilgin duruşu...
Aslında
ilginç bir biçimde aydın derken okuyup-yazabilen, âmiyane bir tabirle mürekkep
yalamış kişiyi anlıyor insanlar; tahsilli kişi yani... Çok ilginçtir sanayi
devrimi etkilerini gösterinceye değin İngilizler herkesin okumasının gerekli
olup olmadığını; kadınların öğretim görüp görmesinin toplum için bir anlam
ifade etmeyeceğini tartışıyorlardı. Sorun, sanayî âletlerinin kullanımının
öğretilmesi ve üretim mekanizmalarının dönmesi için ürünlerin etiketlerinin
okunması ihtiyacına dayanınca kendiliğinden çözüldü.
Bu
örneği şunu vurgulamak için verdim: Akademi’deki aydınlar emin olun çoğun
tahsilli insan seviyesinde; varlıklarını bilgilerinden değil ünvanlarından
devşiriyorlar. Zekîler ama akıllı değiller; çünkü insan için akıl ile ahlâk
arasında lâzım-melzûm ilişkisi vardır... Bilgisi ile eylemini hakikat, adalet
ve muhabbet için değil de güç için, iktidar için, tahakküm için, hatta çıkarı
için istihdam eden bir kişiye academicus sıfatı verilebilir ama homo sıfatı
konusunda o kadar emin değilim...
Bir yandan kurumsallaşma/bürokratikleşmenin ve liberalist/pazar
eksenli bir dünyada yaşamanın getirdiği baskı, diğer yanda uzmanlaşma kaygısı
arasında bir münevver/aydın/entelektüel portresi çiziliyor. Bu çıkmazların
dışında bir "epistemolojik evren" yaratmak münevver/aydın/entelektüel
için mümkün müdür?
Bu
sorunun içerdiği yargının/yargıların mutabık olduğu gerçeklik alanını zihnimde
canlandıramadım. Bu durum yorulduğumun da işaretidir. Türkiye’de
münevver/aydının bu kadar ciddiye alınmaya değer olduğunu düşünmüyorum; bu
kadar soruyla ve dahi yanıtla da biraz israfa girdik. Düşünmek, manayı yani
denmek isteneni, kasdı dile getirme işidir ki bunu da söyleşi süresince elden
geldiğince yerine getirdik sanıyorum. Epistemolojik evren terimine gelince,
kısaca, ontololojik evreni farklı olanın elbette epistemolojik evreni de farklı
olacaktır; ayrıca yaratılmasına gerek yok...
Son
olarak, tekrar etmeme izin veriniz: Aydın, bir türdür; diğer türlerle, bilgin,
akademisyen, uzman, tahsilli insan vb. çakıştığı, kesiştiği nitelikler
olabilir; ancak mısdakı kendine hâs bir var-olandır. Kadim deyişle kavramları
çözümlerken mâ-bihi’l-iştirâk ile mâ-bihi’l-iftirâkı birbirine karıştırmamalıyız...;
başka bir deyişle vucûh-i iştirâk ve iftirâk iyi belirlenmediği sürece
kavramlar arasındaki fark iyi tespit edilemeyeceği gibi bahse konu olan tek bir
kavramın mâ-bihi’l-ihtisâs’ı bile doğru bir biçimde tayin edilemez. Görüldüğü
üzere, sorunu klasik Türkçe’nin ıstılahları ile kolayca vuzuha kavuşturduk...
Nihayetinde
lafızlara değil mefhumlara dikkat kesilelim; söyleşi boyunca sık sık
vurguladığımız gibi sözcük ne olursa olsun, bilgin, münevver, aydın,
entelektüel, tüm farklı ünvanlarıyla akademisyenler, tüm değişik alanlarıyla
uzmanlar, her dereceden muhtelif alanlarda tahsilli insanlar, Bu Ülke’de her
şeyin ölçütü, mâ-bihi’l-ihtisâsı, ehassu’s-sıfatı, en temel niteliği, faslı,
ayrımı, mefhumu Türk milletinin dinî, siyasî, iktisadî, fikrî, ilmî, edebî, vb.
alanlardaki bilgi ve eyleminin tecessüm ettiği, cisimleştiği tarihî tecrübedir.
Bu
ilkeler ışığında kendi konumum şudur: Bu milletin tarihî tecrübesine ilişkin
mensubiyeti ve aidiyeti olmayan bir kişiyle bu milletin geleceği üzerine konuşmam;
benim için onun bir Çinli ya da bir İngiliz’den farkı yoktur. İbn Haldun’un
dediği gibi, kalplerimiz müteferrik ise akıllarımızı kimse birleştiremez;
kalbimiz yani vicdanımız yani anlam-değer dünyamız, yani tarihî tecrübemiz yani
BİZ… BİZ’den olmayan ile Biz üzerine konuşulmaz zâten... Aydın BİZden
değildir...
KAYNAK:
Prof.
Dr. İhsan Fazlıoğlu İle Röportaj: Aydın, BİZ’den Değildir!, Düşünce Dergisi, http://www.dusuncedergisi.com.tr/sayi-1-entelektuel/4/prof-dr-ihsan-fazlioglu-ile-roportaj-aydin-bizden-degildir
Sayın Hocam, münevver/aydın/entelektüel kavramlarını felsefeye göre izah etmişsiniz...Bu üç kavramı da aynı kefeye koyarak, aydınlanmanın başka bir kaynaktan geldiği, kendi içinden olmadığını savunuyorsunuz...Ve dil bilimine göre açıklamalarda bulunuyorsunuz... Dil biliminde kelimeler ve ya terimler dediğiniz şekilde yorumlanamaz... Bir kelime zaman içinde de değişikliklere uğrayabilir ya da yabancı kökenli bir kelime başka anlam da verebilir... Peygamber ve namaz kavramlarında olduğu gibi...
YanıtlaSilAslında Farsçadan alınan peygamber kelimesi, günümüzde resul karşılığı olarak kullanılmaktadır... Peygam: Haber... Bar: “Getiren” olarak Türkçeye girmiş olsaydı “haber getiren” veya “haberci” diye acayip bir karşılığı olacaktı... Oysa şu anda Türkçede sözlük anlamı olarak "elçi" demekteyiz... “Namaz” terimi de "salat" anlamında değildir... Ama biz “namaz” dediğimizde içinde dua, zikir, ibadet ve şekiller olan bir karşılığı olduğunu bilerek kullanmaktayız... Yani, kelimenin etimolojisi, kelimeyi yaygın olarak kullandığımız anlamı değiştirmez... Çünkü kelimeler kavramların bizzat kendisi değil, hayallerimizdeki simgeleridir... O halde dil biliminde bir milletin yaygın olarak anlam değişikliğine uğramış kelime ve terimlerin gerçek kökeniyle bağ kurmak milletin işi değil, dil uzmanlarının işidir...
Ayrıca dil değişikliği için yapılan "tasfiyecilik" hareketini yaygınlaştırma gayretinizi doğrusu anlamış değilim... Kullandığınız "yanıt" kelimesi "cevap" kelimesini kaldırmak için TDK tarafından üretilmiş bir kelimedir... Kullandığınız “Koşul” kelimesi de aynı amaçla üretilmiştir... Şimdiye kadar konuşma dilinden yaklaşık üç bine yakın kelime böylece çöpe atılmıştır... Yazı dilinde ise yaklaşık elli bin kelime... 40-50 sene önceki kitaplarımızı okuyamaz hale geldik... Safahat kitabı dahi yeniden tercüme edilmek zorunda kalındı... Zaten sürekli değiştirilen bir dile büyük eserler emanet de edilemez... Japonya binlerce sene önceki kitabını okurken bizler 50 sene önceki kitaplarımızı okuyamaz hale geldik.
İngilizce eğitim konusunu da yanlış değerlendirmektesiniz... Ana diline hâkim bir çocuk İngilizce aldığı dersle, İngilizce düşündüğünü söylemek ne derece doğru... O düşünce, İngilizce lisan eğitimi için geçerli olabilir... Bir fizik ve matematik konusunda ise düşünce konusu tartışılabilir... Çünkü iletişimin ve ilişiklerin artığı günümüz dünyasında entegrasyon da önem taşımaktadır. Ben diğer iddialarınızın bir kısmına katılmıyorum... Ancak onlara cevap vermek bir hayli zamanımı alacaktır... Bu yüzden vazgeçtim... Ancak lisan konusu beni çok yakından ilgilendiriyor... Lisan konusunda cevap vermek zorunda kaldım, hakkınızı helal ediniz...
http://www.guncelanaliz.com/yazi/rasit-anaral/1093-suni-dile-karsi-gercek-turkcemizi-yayginlastiralim-tarihimizi-ve-kulturumuzu-kurtaralim)