Prof. Dr. İhsan
Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi VII-Kitaplarda Bulabildiklerimiz Ancak
Bildiklerimizdir
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın Sayın Rüştü
Atmaca tarafından yöneltilen sorulara vermiş olduğu yanıtlardan
oluşan ve Genç Kalem dergisinde
yayımlanan “Şehir ve Kitap Üzerine” başlıklı röportajını
istifadenize sunuyorum. Genç Kalem dergisi ve Sayın Rüştü Atmaca’ya katkılarından dolayı
teşekkürü bir borç bilirim.
Kendisine yöneltilen sorulara yanıt veren Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, gelenek ve gelenekçilik hakkında
aşağıdaki gibi çarpıcı ifadelere yer vermiştir: Pek
çok yazımda eski ile yeni, kadîm ile cedîd çatalının usûleynin süreklilik
kavramı ile aşılabileceğini dile getirdim. Bir süreç içindeyiz ve bu süreç bir
örüntüdür; kendini daim örmektedir. Bu nedenle geleneği, “gelene-ek”
olarak görüyorum; “Kadîm, takaddüm edendir yani öne adım atandır”
diyorum. Bu bakış açısını yakalarsak, eskinin ancak yeni yapılanlarla muhafaza
edile bileceğini görebiliriz. Tam da burada yakın zamanda duyduğum Abdulvâhid
el-Vekîl’e ait bir cümleyi tekrar edeyim: “Gelenek, ölmüşlerin yaşayan
ruhudur; gelenekçilik ise yaşayanların ölmüş ruhu…”
Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları
tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet NEGİZ
28.06.2018
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi VII-Kitaplarda Bulabildiklerimiz Ancak Bildiklerimizdir
Günümüzde hemen herkesin gelişigüzel kullanarak
birbirine entelektüel şiddet uyguladığı, dolayısıyla taliblilerinin bile
zihinlerinin iğdiş edildiğini gördüğümüz hikmet kavramı ile başlamak istiyorum?
Hikmet nedir?
Derin ve zor bir başlangıç yaptık… Çünkü “-nedir?”li sorular
sabit bir içerik talep ederler ki o içeriğe işaret ederek ‘ne-lik’i
belirleyebilelim. Ayrıca sözcükler hem tarihsel süreçte dikey hem de farklı
alanlarda yatay kullanımları nedeniyle çok değişik anlamlara sahip olabilirler.
Bu nedenle sözcüklerin, özellikle terim anlamı kazanmışlarının neş’et, tekvîn,
tahdîd, intişâr ve istikrâr süreçlerini iyice belirlemeden anlamlarını yani
içerdikleri kasıtları, denmek istenilenleri tayin etmek oldukça zordur.
Daha önce yayımladığım “Batı’nın Hikmeti Doğu’nun
Rasyonalitesi” adlı yazımda klasik kaynaklarda “hikmet” sözcüğüne
ilişkin zikredilen onu aşkın anlam öbeğini tespit etmiştim. Bu tespitler
ışığında Seyyid Şerîf’in ifadesiyle hikmeti şöyle çerçevelemiştim: İlâhî
düzlemde mutlak, beşerî düzlemde mukayyet olmak şartıyla, îcâd, ilim ve amel
kavramlarına ve aralarındaki ilişkilere nispetle tanımlanan bir kavram…
Kısaca, bir işâret olarak hikmet sözcüğünün mefhumunu delâlet
ettiği muşârun ileyhe göre belirlemek gerekir. Şöyle diyebiliriz: Mefhum ile
düşünülmeyen yerde gürültü vardır çünkü lafzî düşünme muhatapları arasında
yalnızca şiddet üretir.
Yazı, kitap ve hikmet sözcükleri arasında nasıl
bir ilişki ve etkileşim vardır?
Elbette karşılıklı… Belki bazen olumsuz. En azından tarihî
süreçte bu üç sözcük hakkında çok farklı şeyler söylenmiştir. Platon’un
anlatımıyla Firavun, yazıyı icat ettiği düşünülen Tanrı Thoth’a
bu icadın, hikmeti ehil olmayan ellere düşürebileceği ikazında bulunmuş ve bu
ikaz hem Yunan hem de İslâm kültüründe yankı bulmuştur.
Kanaatimce bu ikaz değerini kitabı icat eden İslâm
medeniyetinde kaybetmiştir. İslâm medeniyeti yalnızca kitabı icat etmekle
kalmamış kendi kültürü yanında tüm antik kültürü de kitaplaştırmıştır. Yazı,
sözü hem yatay hem de dikey gaibe aktarmanın yoludur; kitap, bir araya
toplamanın ve kalıcı kılmanın…
İnsanlığın dış-hâfızasının inşâsında yazı ve kitabın önemi
büyüktür; bu hâlihazırda da devam etmektedir; edecektir de… Anlamın yazı ile
zapt, kayıt ve temsil edilmesi ve aktarımı tarihi başlatan bir hâdisedir. Yani
maddenin oluşturduğu tabiat ile büyük oranda yazının oluşturduğu hayat… İlk bakışta
yazılı metin iki boyutludur; çünkü anlam orada erimiştir; hapsolmuştur. İşte
yazılı metin ile ilişkiye giren müdrik varlık yani insan, yorum ile yazılı
metni üç-boyutlu bir hâle dönüştürür. Denilebilir ki hikmeti yazı ile yazılı
hikmete dönüştürmek insanlığın tarihî tecrübesini etkin bir güç kılmıştır ki,
bu da İbn Haldûn’un isabetle işâret ettiği gibi, ilimler ve sanatlarla
insanın manevî (anlam ve değere ilişkin) tekâmülünü mümkün ve sürekli hâle
getirmiştir.
Tarihî tecrübe çerçevesinde İslâm medeniyetinde
hikmet (felsefe) ile eğitim ilişkisi nasıl oluşmuştur ve bu ilişkinin
insanlığın genel tecrübesine etkisi ve bu tecrübedeki önemi nedir?
Bu uzun ve ayrıntılı cevap isteyen bir soru… Elbette bu
söyleşi çerçevesinde bu konuyu ele alamayız. Öncelikle şu denebilir: Söz konusu
ilişki büyük oranda hikmet sözcüğünün mefhumundan anlaşılana bağlı olarak
gelişmiş ve değişmiştir. Bu şu demektir; tek-anlamlı bir ilişki yoktur. İslâm
medeniyetinin hem değişik coğrafyalarında hem de tarihî süreçte farklı ilişkiler
olmuştur. Bu tür konularda tek bir formül işlemez… Siyasî, iktisadî, ictimâî,
dinî, vb. pek çok değişken söz konusudur bu tür ilişkilerde. Ancak medeniyet
tarihi yazıcılığı çerçevesinde bakıldığında insanî bilgi birikiminin tüm
alanlarında bu ilişkinin sonuçlarını görebiliriz. Ancak şunu vurgulamama izin
veriniz: Hem kitap hem de kurulan okullarla hikmeti yalnızca filozoflar ve
âlimler gibi büyük oranda dinî ya da siyasî gücün etrafında temerküz eden
belirli bir kesimin olmaktan çıkartıp tahsilli yani okumuş-yazmış insanların da
malı haline getiren, dolayısıyla hikmeti toplumsallaştıran İslâm medeniyetidir.
Taşköprülü-zâde, Miftâh el-saâde ve misbâh el-siyâde’sinde
“İnsana dair ne varsa, ancak ve ancak bilgiyi kendine hâssa kılmasından
kaynaklanır.” der. Buradan hareketle modern-çağdaş dönemde üretilen ve
empirik-mekanik-matematik temelli olan bilginin maneviyât (anlam-değer)
dünyamızın inşâsındaki yerine ilişkin görüşleriniz nedir?
Bilgi hakkında İslâm medeniyeti çerçevesinde söylenecek o
kadar çok şey var ki… Hz. Ali’nin “insan eşittir bilgi”
demesinden tutunuz da Fuzûlî’nin “İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı
bilgidir.” sözüne kadar… Yine Taşköprülü-zâde şöyle der: “Eğer ruh,
bedene canlılık veren şey demekse; aklın ruhu, bilgidir; çünkü bilgisiz akıl,
ölü gibidir; onu dirilten bilgidir.”
Kısaca, Rosenthal’in ifadesiyle “İslam eşittir
bilgidir.” Ancak her zaman dediğim gibi, çoğulu olmayan bilgi (ilm) ile
disiplin, alan, dal anlamına gelen ilm (ulûm) sözcüklerini birbirine
karıştırıyoruz.
Modern-çağdaş dönemde üretilen empirik-mekanik-matematik
temelli olan bilgi doğaya ilişkin bir bilgidir. Modern-çağdaş dönemde aynı
zamanda manevî bilimler (geistik bilimler, insan-toplum bilimleri, sosyal
bilimler, vb.) de mevcuttur. Burada dikkat çekilen her şeyin niceliğe
indirgenmesine gelince, bu da kadîm bir sorundur; hem Yunan hem de İslâm’da tüm
bilginin mantıksal bir biçime indirgenmesi gibi…
Öte yandan unutmayalım ki bilimler dünya hakkında resimler,
açıklamalar, tasvirler verirler; anlam-değer üretmezler. Elbette bilim
insanları hem kendileri için hem de manevî bilimleri etkileyen anlam-değer
üretiminde bulunurlar; ancak bu üretim de en nihayetinde bir yorumdur.
Kısaca sorun doğanın empirik-mekanik-matematik idrâki
değildir; sorun bu yöntemin alt ve üst sınırını iyi tayin etmektir. Başka bir
deyişle, anlam mesela empirik-mekanik-matematik tasvire konu mudur? Yine
belirtmekte yarar var, bilim ve bilimsel bilgi aşkın değildir; tarihîdir; bu
nedenle anlam-değer dünyamızın da bir parçasıdırlar, hem kökenleri hem de
etkileri bakımından…
Geleneğimizdeki tartışmalardan biri de İbn
Tufeyl’in kaleme aldığı Hayy bin Yakzan ile İbn Nefis’in telif ettiği
el-Risâlet el-kâmiliyye fî el-sîret el-nebeviyye adlı eserlerindeki birbirinden
farklı insan görüşleridir. Bu görüşlerden hareketle insan nasıl tanımlanmıştır?
Bu tanımlardan günümüze bir aktarım yapmamız mümkün müdür?
Tartışmanın çok derin nedenleri var ki bir çok yazımda bu
konuyu fırça darbeleriyle de olsa ele almıştım. Bu romanlarda öne çıkanlar,
peygamberlik, birden fazla peygamber oluşu, vahiy, kişinin tek başına,
yapayalnız tümel, özsel, kesin bilgiye ulaşıp ulaşamayacağı gibi sorunlardır…
Yanıtlamak için de teolojiden, kozmolojiden, psikolojiden, vb. birçok alana
girip çıkmak gerekiyor.
Örnek olarak, Hayy b. Yakzan’ın faal akıl (active intellect)
olduğunu dikkate almadan ve dizgenin o dönemdeki kozmolojik tasvirini göz önünde bulundurmadan yapılacak tüm yorumlar boştur. Daha da
önemlisi, İbn Tufeyl’in dizgesi kapalı bir dizgedir ve zaten faal akılda mevcut
ve beşerî alanda daha önceki eserlerde dile getirilmiş verili, yazılı ve
tevârüs edilmiş bir hakîkatin, başka bir deyişle
Aristotelesçi–Batlamyuscu–Galenci–Yeni-Eflâtuncu felsefelerde ifade edilmiş kitâbî
hakîkatin filozof tarafından yeniden elde edilmesidir.
İlginçtir ki Hayy’ın araştırma serüveni, adada yazılı kitap
olmadığındandır ve ayrıca, bir insanın vahyî bilgiye gereksinim duymaksızın
yukarıdaki sıfatları taşıyan hakîkatin bilgisi yanında dinî bilgiyi de
auto-didact (yani yazı, kitap, öğretmen, kısaca hayat olmadan) olarak elde
edebileceğini iddia eder. Bir tabib olarak İbn Nefis’in yanıtları çok açık ve
seçiktir: İnsan adasal yaşamda, dolayısıyla münzevî olarak, tek başına kemâle
varamaz; çünkü ahlâk ve hukûka gereksinim duymaz.
Öyleyse insan hem maddî hem de manevî yaşamın kemâline ancak
toplumda ulaşabilir. Toplum düzeni ise kanuna bağlıdır; âdil kanun için de
vahiy zorunludur; vahiy de toplumun tarihsel gelişimine bağlı olarak yenilenir;
insanlık Hz. Peygamber zamanında belirli bir aşamaya ulaştığı için Hz.
Peygamber, son peygamberdir; vahiy de tamamlanmıştır; bundan sonra Peygamberin
vârisleri olan âlimler usûle/ilkelere bağlı kalarak bu vahyi yorumlamaya devam
ederler. Ayrıca hakîkat, tek başına kitâbî değildir aynı zamanda tekvînîdir de…
Fazla söze ne hacet!
İbn Nefis’in yaşadığı XIII. yüzyıldan itibaren Doğu İslâm
dünyasındaki tüm ilmî ve fikrî gelişmeler ile İbn Tufeyl sonrası Batı İslâm
dünyasındaki tüm ilmî ve fikrî gelişmeleri karşılaştırmak, farkı görmek için
yeterlidir. O kadar ki XIII. yüzyıl ve sonrası dönemde Batı İslâm dünyası bile,
özellikle Tebriz üzerinden Doğu İslâm dünyasına katılmıştır. Bu durum hem İbn
el-Bennâ ve okulunun matematik-astronomi eserlerinde hem de İbn Haldûn’un
çalışmalarında müşahede edilebilir.
Celaleddin Rûmî’nin “şimdi yeni şeyler söylemek
lâzım” ile Baban-zâde’nin “vaz-i cedîd değil keşf-i kadîm…” deyişleri ışığında
gelenek ile bugün arasında nasıl bir ilişki kurabiliriz?
Öncelikle her iki deyiş de doğrudur mefhumlarını hakkıyla
gözetirsek eğer… Pek çok yazımda eski ile yeni, kadîm ile cedîd çatalının
usûleynin süreklilik kavramı ile aşılabileceğini dile getirdim. Bir süreç
içindeyiz ve bu süreç bir örüntüdür; kendini daim örmektedir. Bu nedenle geleneği,
“gelene-ek” olarak görüyorum; “Kadîm, takaddüm edendir yani
öne adım atandır” diyorum. Bu bakış açısını yakalarsak, eskinin ancak
yeni yapılanlarla muhafaza edile bileceğini görebiliriz.
Tam da burada yakın zamanda duyduğum Abdulvâhid el-Vekîl’e
ait bir cümleyi tekrar edeyim: “Gelenek, ölmüşlerin yaşayan ruhudur;
gelenekçilik ise yaşayanların ölmüş ruhu…” Uçlar arasına giderek
düşünenler, bir fikri savunanlardır, bir fikre sahib olanlar değil ya da onlar
düşünenler değil belirli mahfiller adına vazifesini yapanlardır. Aşırı övenler
ile aşırı sövenlerin ortak noktası, hep saklayacak bir şeyleri olmalarıdır;
saklayan, korumak için dikkati uçlara çeker çünkü… Söylenmiş eski şeyler yok
ise yeni bir şey söylemek mümkün değildir; ancak bugün söylediğiniz yeni şeyler
de yok ise söylenmiş olanları idrâk edemezsiniz. Ya da keşf-i kadîm ancak vaz-ı
cedîd yapabilenin işidir; ancak her vaz-ı cedîd de bir keşf-i kadîme
müstenittir… Hafıza yok ise muhafaza edilecek ve dahi hatırlanacak, dolayısıyla
düşünülecek bir şeyiniz de yok demektir. Sonuç şudur: Ne eskiye ne de yeniye;
ne kadîme ne de cedîde ne düne ne de bugüne; bizatihi ilişki kavramına
yoğunlaşılmalıdır…
Gençler günümüzde ne tür tuzaklara muhataptır
ve bu tuzakları aşacak ne tür imkânlara sahiptirler?
Belki psikologların ve sosyologların daha doğru yanıt verebilecekleri bir
soru… Gençler, toplumun bütününden ayrı bir uzayda yaşamıyorlar; toplumun
muhatap oldukları tüm tuzaklara muhataplar; belki yaşadıklarını duygu düzeyinde
daha şiddetli hissediyorlardır. Ama her gencin tuzağı kendine göredir;
mizacına, tabiatına, aile ve çevre şartlarına bağlıdır. İmkânlar da tuzaklara
nispetledir; zira her şey imkân ile mümkündür. İyi bir terbiye, talim, edeb ve
uygun temsillerle gençler makul bir biçimde yetiştirilebilir; kendilik
bilincine ve tarih şuuruna sahip kılınabilir. Maddî ve manevî donanımı yeterli
bir gencin tuzak denilen aykırılıkları ayıklama gücüne güvenebiliriz.
Kitaba rahatça ulaşılabiliyor; seçenekler
artmış vaziyette; kitaplar her türlü ortamda derya gibi… Boğulmadan yol
alabilmek için hangi kitabı nasıl okumak gerekir; ayrıca bu okumalarda dikkat
edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Evet! Doğru! Kitap ve dahi sanal dünyadaki tüm yazılı materyal kapitalist üretim-tüketim sürecinin bir parçası… İbn Haldûn, Mukaddime’sinde kendi yaşadığı dönemde bile bir konuda fazla kitap bulunmasının zararlarından bahsetmiştir. Günümüzde bu büyük bir sektör. Merakı iyi yönlendirmek, kitap okumak için kitap okumak değil, belirli bir amaca matuf olarak kitap okumak gerekir.
Evet! Doğru! Kitap ve dahi sanal dünyadaki tüm yazılı materyal kapitalist üretim-tüketim sürecinin bir parçası… İbn Haldûn, Mukaddime’sinde kendi yaşadığı dönemde bile bir konuda fazla kitap bulunmasının zararlarından bahsetmiştir. Günümüzde bu büyük bir sektör. Merakı iyi yönlendirmek, kitap okumak için kitap okumak değil, belirli bir amaca matuf olarak kitap okumak gerekir.
Kadîm geleneğimizde bir ilmi tahsil etmeye başlamadan önce o
ilmin tanımını, konusunu, sorun alanlarını, gayesini ve faydasını icmalen
bilmek talep edilirdi ki abesle iştigal edilmesin. Amaç insanın eylemine hem
anlamını verir hem de o eylemi belirli bir yol-yordam üzre tutar.
Şahsî kanaatim, neyi, nasıl ve niçin yaptığımızı bilmeliyiz
ki ona göre başta kitap olmak üzere diğer âlet-edevâtı istihdam edebilelim;
yoksa onlar bizi kullanır; biz kitabı okumayız, kitap bizi okur. Kısaca şöyle
diyebilirim: Bilincin eşlik etmediği hiçbir eylem tercih edilmeyi hak
etmez.
Tecrübelerime dayanarak daha işe yarar önerilerde de bulunmak
isterim: Neyi, nasıl ve niçin yaptığımızı belirledikten sonra bir konuda on
kitabı değil, o konudaki en iyi kitabı belki on kez okumalıyız. Okuduğumuz
kitaba ilişkin temel kavramları ve yargıları iyi tespit etmeliyiz. Belirli bir
aşamaya geldikten sonra sadece konunun ustalarını dikkatle okumalı ancak
ikincil literatürü de yakînen izlemeliyiz. Özellikle çağımızda ilmî alanlarda,
o alana ilişkin dergileri takip etme alışkanlığı edinmeli ve makale okuma
alışkanlığı kazanmalıyız. Okumalarımızın ilk aşamalarında genelden özele giden,
büyük daireden küçük daireye evrilen iç-içe sarmal bir okuma daha verimlidir;
iç-içe geçen küreler misali… Uzmanca okumalarımızda ise sorundan hareketle dışa
doğru açılan sarmal bir hareket daha verimli olur diye düşünüyorum. Şöyle
toparlayabiliriz: Önce bilmeliyiz sonra okumalıyız; çünkü ancak bildiklerimizi
kitaplarda bulabiliriz.
Kaynak:
Atmaca, R. (2015). Kitaplarda
bulabildiklerimiz, ancak bildiklerimizdir! Genç Kalem Dergisi, 16-21.
Teşekkür:
Genç Kalem dergisine ve Sayın
Rüştü Atmaca’ya katkılarından dolayı teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder