Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi-IV: “Teklifiniz ve Temsiliniz Yok ise Siz de Yoksunuz!”
Prof. Dr.
İhsan Fazlıoğlu hocamızın Sayın Ahmet Faruk Çağlar tarafından yöneltilen
sorulara vermiş olduğu yanıtlardan oluşan ve Perspektif dergisinde
yayımlanan “Teklifiniz ve Temsiliniz Yok ise Siz de Yoksunuz!” başlıklı
röportajını istifadenize sunuyorum. Perspektif dergisi ve Sayın Ahmet Faruk
Çağlar’a katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
Kendisine yöneltilen sorulara yanıt veren Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, "Teklifiniz
ve temsiliniz yok ise, siz de yoksunuz." şeklindeki ifadesine "Bir
yere gitmek bir ‘teklifiniz’ var ise anlamlıdır; her teklif bir ‘iddiayı’
içerir yani iyiye, doğruya ve güzele bir daveti, çağrıyı yani... İddia da ancak
teklif eden insanların onu ‘temsil’ etmeleriyle tecessüm eder." diyerek
açıklık getirmiştir. Prof. Fazlıoğlu, “teklifi olma” konusunda
tarihten örnek sunmayı da ihmal etmemiştir: “İlk Müslümanlar, İran’a,
Mısır’a ya da Bizans’a gittiklerinde bir teklif sundular... Bu teklifin içeriği
‘daha insanca yaşamak’ olarak özetlenebilir; yani tekliflerinin o insanların
insanlıklarını daha iyi yaşamalarına neden olacağını ileri sürdüler.”
Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları
tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet NEGİZ
25.06.2018
PROF. DR. İHSAN
FAZLIOĞLU:
“TEKLİFİNİZ VE
TEMSİLİNİZ YOK İSE SİZ DE YOKSUNUZ!”[1]
Anlayış Dergisindeki yazılarınızda genel bir biz-onlar vurgusu hissediliyor. Biz olmadan onların (Batılıların) olamayacağını, kimliklerini, tarihlerini vs. hep bize karşı inşa ettiklerini vurguluyorsunuz. Örnek olarak, bir başka söyleşinizde, Batı Avrupalı mahiyetini, kendini Türk’e göre konumlandırmış, ona göre tanımlamıştır diyorsunuz. Bu zaten kaçınılmaz değil mi? Aynı şeyi biz de yapmadık mı ve hali hazırda yapmıyor muyuz? Ve Peygamber Efendimiz de yaşadığı devirde gayrimüslimlere muhalefet ederek, Müslümanların bizini (ve onlarını) inşa etmeye çalışmadı mı?
Her şeyden
önce bu yazılarda yapılan ‘biz ile onlar’, ‘ben ile o’
ayırımı, felsefiden çok tarihsel bir tahlildir. Başka bir deyişle, felsefi
olarak ‘biz kimdir?’, ‘onlar kimdir?’, ‘ben kimim?’ ve ‘o
kimdir?’ incelemesi bir tahlili gerektirir ya da geçmişte, tarihte olup
bitmiş bir olayı tahlil ederken bu kategorileri kullanmak başka bir tahlili
gerektirir. Öyle ki, şöyle de denebilir: Gelecekte nasıl bir ‘biz ile
onlar’ ya da ‘ben ile o’ ayırımı yapabiliriz, o da diğer
bir tahlili zorunlu kılar.
Dolayısıyla, Anlayış’taki
yazılarda, tarihteki olmuş bitmiş bir bütünü analiz ederken, oradaki karşılıklı
etkileşimi, birbirini karşılıklı var etmeyi vurgulamak için bu tür bir
kategorik ayrımı kullandım. Elbette bu sadece, dediğiniz gibi, bize ya da
onlara has bir durum değildir. Örnek olarak, Çinlilerin kendilerine Han
ötekilerine Hun, veya Arapların, diğerlerine Acem ya da Yunanlıların,
başkalarına Barbar demesi gibi. Her millet kendisini başkasına göre
konumlandırıyor ve kimliğini biraz da ötekiyle girdiği ilişkiye göre inşa
ediyor.
Ancak bu
tarihsel bir olgu; olaya felsefi açıdan baktığımızda şöyle demek daha doğru:
Mâhiyet[2]
düzeyinde insan tek bir hakikate işaret eder; ancak bu mahiyet dış-dünyada
tahakkuk ettiğinde, gerçekleştiğinde, ortaya çıkan bireylerin birbirleriyle
ilişkileri, o kişilerin var-olma tarzlarından biri halini alır. Şunu demek
istiyorum: Hiçbir insan dış-dünyada tek başına var değildir; ister kendi
cinsleri ister maddî dünya olsun, benliğini biraz da başkalarıyla olan
ilişkilerine göre kurar.
Yani
varlık, o varlığı idrak eden bir ötekine ihtiyaç duyuyor?
Elbette...
Ancak bu ihtiyaç tek bir öteki ile de sınırlı değildir aslında. İdrak eden ile
idrak edilen arasındaki belirlenme karşılıklıdır. Örnek olarak, bir insanın
kedisiyle ilişkisi o insanın kendini idrak etme tarzına bir etkide bulunur;
benzer yargıyı evi için de verebiliriz. Felsefi terimlerle şöyle denebilir:
Şey, konumu ve etkinliği, üçü de ‘min-vech’[3]
aynı anlama gelir; etkinlik başkalarıyla girilen ilişkiden hâsıl olur.
Beni var kılan,
kendime ait, işaret ettiğim o sert öz kadar, işgal ettiğim yer ve
ben-olmayanlarla girdiğim ilişkilerdir; dolayısıyla bunların üçü de ‘min-vech’
aynı şey demektir. Ne taraftan baktığınıza bağlı kısaca; bir taraftan bakıp
orada sert bir yoğunlaşmaya işaret edebilirsiniz, ‘ben’ diye. Diğer bir
taraftan bakıp, aslında bu ‘ben’ dediğim şeyin, başkalarıyla girdiğim
ilişkilerin bir hâsılası olduğu söylenebilir.
Yine başka
bir açıdan bakıp, aslında ‘ben’, kapladığım yerle, konumumla
ilgilidir de diyebilirsiniz. Ve fakat bu üçü tek bir gerçekliğe işaret eder.
Kısaca şunu diyebiliriz: Ben, biz, siz, onlar, aslında aynı hakikatin farklı
tecellileridir.
Avrupa’da
ortaya çıkan bilimin hep bu ‘Türk’ korkusunu yenmek, üzerini örtmek için
geliştiğini söylüyorsunuz. Bilimin kümülatif[4]
yönüne ve tanımına hiç mi olumlu katkıları olmadı? Olduysa sizce bunlar neler?
Oldu tabii
ki... Yine de şu vurguyu yapmama izin verin: Birinci sorunuzun yanıtında
söylediğim gibi, vurgum, amacıma göredir; malumdur ki amaç ilgiyi belirler...
Tarihteki karşılıklı inşayı ve dahi vazgeçilmezliği öne çıkartmaya çalışıyorum.
Öte yandan bilim için yaptığım söz konusu vurgu, bilimin başlangıcı için
tetikleyici bir unsura işarettir; yoksa tek neden olarak göstermek ya da tüm
süreci açıklamak için tek bir değişkene indirgemek değildir.
Elbette Batı
dünyasında yeni bilimin ortaya çıkmasında, Türklerin yanında, pek çok neden ve
değişken var; her şeyden önce tarihsel süreklilik söz konusu...
Dolayısıyla Anlayış’taki yazılarda vurgulananlar, vurgulanmayanları
ihmal etmek ya da yok saymak anlamına gelmez. Bunu, daha çok, özel bir noktayı
vurgulamak için bir öne çıkartma olarak görebiliriz. Şöyle diyelim, bir örnek
ile, manavdan elma alacağım; elma almam manavdaki diğer meyveleri
önemsemediğim, ya da yok saydığım anlamına gelmiyor; şu anda benim elmaya
ihtiyacım var ve onu alıyorum; dolayısıyla Anlayış’taki
yazılarımdaki vurgu, öne çıkartmak istediğim konuyla alakalı, yoksa ihmal
ettiğim, yok saydığım bir alanla alakalı değil.
Bahsettiğiniz,
Batılıların bilinçaltına yerleşmiş Müslüman/Türk korkusu bugün ne ölçüde
etkili? Söz gelimi, 1980’lerde doğmuş bir akademisyenin araştırma konularını ne
ölçüde bu Müslüman/Türklere karşı konum alış belirleyebilir? Ki düşüncenin
üretildiği, en önemli merkez konumundaki Amerika’nın ve kültürünün kendinden
emin, kendi dışındaki dünyaya karşı kayıtsız tavrı bu denli meşhurken...
Yurtdışı
seyahatlerimde, özellikle ABD’de ve Kuzey Amerika’da bulunduğum süre zarfında
yaptığım gözlemlerim doğruysa, -çok somut olarak müşahede edilebilecek bir
durum değilse de-, kültürde kodlanmış bazı reflekslerden bahsedilebilir. Örnek
olarak, İstanbul’un fethinin 550. yıl dönümünde, ABD’nin Ohio Eyaletindeki
Grove City kentinde toplanan 43 bin Evangelistin İstanbul’u geri alma
(reconquista) gibi bir konuyu konuşmaları başka nasıl izah edilebilir?
O
zaman sadece bilinçaltında değil bilinçte de böyle bir arzu ve bunun etkileri
var?
Kesinlikle...
Ancak müsaadenizle şunu baştan belirleyelim: Birinci Dünya Savaşı
sonuçlandıktan sonra kadim anlaşmazlık noktalarının birçoğu tasfiye edildi.
Ayrıca 1916’da Osmanlı ateşli bir güç olarak ortadan kalktı. Ancak kadim
çatışma alanlarının psikolojideki tezahürleri, çok somut olmasa da, tarihin o
uzun sürecinde oluşmuş ve kimliklere yerleşmiş refleksler olarak kaldı. Belki
bu durum Avrupa’da daha açık gözükebilir; ama ABD’de, Kanada’da bulunduğum
dönemlerde, -özellikle somut olarak işaret edilemese bile-, insanların
reflekslerinde, alışkanlıklarında, kültürel kodlarında bu tür bir yapıyı
gördüğümü söyleyebilirim.
Bahusus[5]
11 Eylül olaylarından sonra bunun tekrar inşa edildiğini görüyoruz; böyle bir
zemin olmasaydı, 11 Eylülden sonraki uygulamalar bu kadar kolay yürüyemezdi.
Müslümanlara ve Türklere karşı geliştirilen ve hala süren psikolojik saldırılar
bu kadar kolay vuku ve revaç bulamazdı. Demek ki bunun tarihi bir zemini var.
Bu zemini bugünkü olaylarla mukayese ederek de anlayabilirsiniz: Diyelim ki,
bugün Arap dünyasında herhangi bir insanın reflekslerini siz, İsrail’den,
Amerika’dan, hatta sömürgecilik dönemi etkilerinden bağımsız ele alabilir
misiniz? Elbette alamazsınız.
Özellikle
Amerika’nın bugün Orta-Doğu’da yürüttüğü operasyonlar, oradaki insanların
psikolojilerine ve bilinçaltlarına, dünyaya bakışlarına, ümitsiz ya da ümitvar
olmalarına, hatta geleceğe ilişkin planlarına tesir edip, onları doğrudan
yönlendiriyor.
Bu, elbette,
sorunlar çözüldükçe azalacak bir durumdur; ancak tarihi reflekslerin ya da
psikolojilerin o insanların kültürel kodlarına sindiğini de göz önünde
bulundurmamız lazım. Örnek olarak, Amerika’dayken tanıştığım bir tarihçinin
işaret ettiği bir noktayı burada vurgulamak istiyorum; dedi ki: Batı Hıristiyan
dünyası ile İslam dünyası yani Türkler arasındaki ilişkinin aslında en somut
kırılma noktası İstanbul’un Türkler tarafından alınmasıdır; eğer İstanbul
alınmasaydı ve İstanbul, Bizans kalsaydı mesela, hâlihazırdaki psikolojik kırılma
bu kadar yoğun olmayabilirdi.
Dolayısıyla
bugünkü sonuçları doğurmaya bilirdi.
Evet... Başka
bir deyişle, simgeler çok önemli. Netice itibariyle, biz hayatı anlamlı ve
yaşanabilir kılabilmek için onu simgeleştiriyoruz. Dolayısıyla, hayat bir
simgeler yığını haline geliyor, ilişkilerimiz de bu simgeler üzerinden yürüyor.
Örnek olarak, şu anda Avrupa’da ya da Avrupa’nın ateşli gücünü temsil eden
Amerika’da, bana göre, tavırlar alınırken, konumlar belirlenirken, ve dahi
psikolojiler geliştirilirken, bu tarihsel arka plan dikkate alınmadan nasıl
eyleme geçildiği anlaşılamaz.
Bir örnekle
bitirelim isterseniz: 11 Eylül saldırılarının ardından, Amerika’da birçok
yazar, bunun, Türklerin II. Viyana bozgununa bir misilleme olduğunu yazdı. Yine
bir ABD’li Osmanlı tarihçisi çıkıp, II. Viyana bozgununun 11 Eylül’de
değil, 13 Eylül’de olduğunu; ayrıca bu saldırıyı yapanların zaten tarih
bilmediğini; dolayısıyla, özellikle bu eylemi bu iş için yapmış olamazlar demek
zorunda kalmıştı.
Bakınız, çok
basit bir şekilde, 300 yıl önce olmuş tarihi bir olaya atıf yapılıyor ve
bugündeki bir eylemin bir tür rövanş almak için yapıldığına dair bir
temellendirmede bulunuluyor. İslam dünyasında bunu düşünen, yazan kimse
–bildiğim kadarıyla- olmadı, bu olay ile II. Viyana bozgunu arasında bir
bağlantıyı bizler kurmadık/kuramadık, kuramazdık da...
Amerikalılar
ise, Avrupalı köklerinde bulunan tarihi bir olaya atıf yaparak mevcut olayı
anlamlandırmak, hatta anlamak istediler... Tüm örnekler, sanıyorum yukarıda
söylemek istediklerimi temellendiriyor. Özetle, yurtdışındaki tecrübelerim bana
gösteriyor ki, ‘her şey aynı ile vaki’...
Yani,
içeride bir problem olduğunda, bu problemini üstünü örtmek için dışarıdan bir
düşman ihtiyacı beliriyor ve bu düşman ihtiyacını gidermek için ilk akla gelen
medeniyet, öğe, nesne yine Müslümanlar ve Türkler oluyor.
Doğru... Ya
Müslümanlar ya da daha özel anlamda Türkler. Elbette şunu da eklemek lazım:
Batı ile Doğu ayrımı esasen politik, dolayısıyla yapay bir ayrımdır. Ben, örnek
olarak, entelektüel tarih çalışmalarımda bu ayrımı kullanmayı sevmiyorum. Daha
çok, ‘kültür havzası’, daha doğru bir deyişle, ‘ortak
kültür havzası’ terimini tercih ediyorum. Yani entelektüel/nazarî
üretim tarihte büyük oranda tek bir havuzdur ve değişiklikler ve dönüşümler bu
havuzun çeşitli yerlerindeki seyrelmeler ve yoğunlaşmalar biçiminde tezahür
ediyor.
Entelektüel
tarihin sınırsızlığı devletlerin politik sınırlarıyla her zaman
örtüşmeyebiliyor. Yani bilgi herhangi siyasal bir kimliğe mensup olmayabilir;
ama politik yapılar, belirli coğrafi sınırlar oluşturuyor; bu sınırlar nazarî[6]
açıdan aslında yapay; ancak insanlar referanslarını bu kategorilere göre
kurabiliyorlar. Bizler de hakikat olmasalar da, dolayısıyla mecaz olsalar da bu
kategoriler ile düşünüyoruz.
Mecaz
da olsa, İblis ile özdeşleştirdiğiniz Batıyı (Anlayış Dergisi, Sayı 2,
Temmuz 2003) bu denli yazılarınızın/hareket noktanızın merkezine koymanız
Batının kendisini aslında Türklere/İslam medeniyetine karşı konumlandırarak
inşa ettiği görüşünüz ile çelişmiyor mu? Ya da aynı şeyi tersten siz de yapmış
olmuyor musunuz? Ve en nihayetinde bu refleksif bir şey değil mi? Yani onların
bizi ötekileştirmesi kadar bizim de onları ötekileştirmeye ihtiyacımız yok mu?
Zira psikolojik olarak, varlığımızı bize hissettirecek ve kanıtlayacak
ötekilere ihtiyaç duyarız, bu ihtiyaç medeniyetler için de geçerli değil mi?
Sorularınız, Anlayış’taki
yazılarımın eleştirisine dönüşmeye başladı sanırım (gülüyor). Birkaç noktaya
tekrar dikkat çekmem gerekiyor: Birincisi yukarıda işaret ettiğim amaç;
ikincisi yazıların yazıldığı tarihi bağlam; üçüncüsü yazılarda kullanılan
dilin, bir şeyin ispat edilmesi için değil, bir eylemin ya da
eylemlerin eleştirisi için kaleme alındığı; dolayısıyla yazılar sabit bir
mahiyete değil, eylemlerden hâsıl olan sonuçlara işaret ederler. Kısaca
iblislik öze değil eyleme, hatta eylemin sonucuna ilişkin bir nitelemedir.
Özellikle yıkıcı güce dönüşen, herhangi bir adalet duygusu taşımayan, Cengizvârî,
amaçsız yıkım...
Şöyle
düşünüyorum: Eğer politik bir güçte moral değerler yoksa ya da bir adalet
duyuşu mevcut değilse bir yıkıcılığa dönüşür.
Dolayısıyla
Batı medeniyetinin bütünü için böyle değil?
Tabii
ki değil... Yazılarda söz konusu olan politik bir organizasyon, bunun komuta
ettiği askeri bir savaş makinesi ve ötede beride yaptığı insanlık dışı
uygulamalar; kısaca kapitalizm ve emperyalizmin şeytani zihniyeti...
Meseleyi
etrafından kuşatarak ele alalım isterseniz: XVI. yüzyılın ilk yarısında
İstanbul’u ziyaret eden Postel’in bir sözü var[7];
diyor ki: “Türkleri önce ‘ikna’ etmek zorundayız; bunu denemeliyiz;
onlara anlatmalıyız; bakın siz şu şu sebeplerden dolayı yanlış yoldasınız ve
kendinizi tashih etmelisiniz... İkna olmazlarsa onları ‘icbar’ edelim[8],
zorlayalım; icbar da sonuç vermez ise ‘ifna’ edelim[9],
ortadan kaldıralım.” Şimdi bu Postel’in 1500’lerin başında söylediği
bir cümle; soralım o zaman, bu nasıl bir zihniyettir? Bu şu demektir: Ben
hakikati temsil ediyorum; ve bu hakikate seni davet ediyorum; ikna yoluyla;
ikna yoluyla beceremezsem seni buna icbar ediyorum; bak bu hakikate girmek
zorundasın, çeşitli zorlamalar da kullanıyorum ve bununla da beceremezsem seni
ifna ediyorum. Bu 1500’lerin başında konulmuş bir ilke.
Şimdi, bu
ilkeyi ileri doğru takip ettiğimizde, örnek olarak, Leibniz[10]’in
Türkleri, Avrupa ordusu cepheden, Çin ordusu da arkadan kuşatıp ‘sandviç’
etmesiyle ilgili planlarını incelersek; ya da Goethe’nin Türkleri
İslamsızlaştırma (de-İslamizasyon) teklifini dikkate alırsak[11];
veya diğer Batılı düşünürlerin, özellikle Osmanlı üzerindeki kanaatlerini göz
önünde bulundurursak, düşündükleri şeylerin, aslında, kısmen İblisvâri bir
zihniyeti temsil ettiği konusunda bir kanaate varabiliriz.
Yani bu
zihniyet, insanların tümüyle ya da kültürün bütünüyle ilgili bir durum değil;
daha çok siyasî örgütlerin, devletlerin Türkler ile ilgili kanaatleri ve
hedefleri.... Ben şuna tüm samimiyetimle inanıyorum: Bir politik güç, bir
silahlı güç, eğer o silahları, o gücü belirli ahlakî/hukukî ilkeler çerçevesinde
kullanmazsa Cengizvârî bir yıkıcılığa uğramaktan kaçınamaz. Ve bugün, örnek
olarak, Amerika’nın Irak’ta, -ki Iraklı entelektüellerle karşılaştığım
ortamlarda bizzat onlardan duydum-, Amerikan askerlerinin sırf zevk için, nişan
alıp insan öldürdüklerini, bir tür avlama yaptıklarını; oradaki kütüphaneleri
eğlenmek(!) için mahvettiklerini biliyoruz. Soruyorum bunu Cengizvârî ya
da Moğolvârî bir istiladan farklı kılan ne? Hiçbir şey değil. Tüm bunları, olup
bitenleri, bu şekilde okuyabiliriz.
Batının insanlığın saadetini değil, kendi refahını düşündüğünü,
bu yüzden insanlığa verecek bir şeylerinin olmadığını söylüyorsunuz. Bizim ise
verecek bir şeylerimiz vardı insanlığa, onlara saadete giden yolu
gösterebilirdik. Öyle ise neden asırlarca kaldığımız topraklarda bu denli az
etkili olduk? Asırlarca birlikte yaşadığımız, vatanımızın parçası kıldığımız
Bulgarlar, Yunanlar, Hırvatlar, Sırplar vs. neden bu medeniyetten bu denli az
şey öğrendi ve bu denli düşman belleyip uzak durdular?
Öncelikle
düşüncemin dayandığı ilkeyi belirleyerek başlayayım: Bir yere gitmek bir ‘teklifiniz’
var ise anlamlıdır; her teklif bir ‘iddiayı’ içerir yani iyiye,
doğruya ve güzele bir daveti, çağrıyı yani... İddia da ancak teklif eden
insanların onu ‘temsil’ etmeleriyle tecessüm eder[12].
Bu ilkeyi tarihî bağlama uygularsak, bir medeniyetin ya da bir kültürün başka
bir yere gitmesi bir teklif ile ilgilidir; yani sizin bir teklifiniz varsa
başka bir yerde bulunmanızın da bir meşruiyeti vardır. Akabinde bu teklifin
içeriğine bakılır; yani bu teklif insanlara ne tür bir ‘istikamet’
veriyor.
İlk
Müslümanlar İran’a, Mısır’a ya da Bizans’a gittiklerinde bir teklif sundular...
Bu teklifin içeriği ‘daha insanca yaşamak’ olarak özetlenebilir;
yani tekliflerinin o insanların insanlıklarını daha iyi yaşamalarına neden
olacağını ileri sürdüler. Tarihî kaynaklar bunu bize bildiriyor; nitekim teklif
sahibi olduklarından geniş bir coğrafyada etkili oldular. Türkler de aynı şeyi
yaptı ve bir teklif sundular.
Tekrar
etmekte fayda var: Söz konusu teklif, yalnızca daha çok bilme, daha çok alet ve
edevat üretme ya da daha çok tüketme hakkında değildir; tersine daha insanca
yaşama, kendisiyle ve çevresiyle barışık olma üzerinedir. Bu teklife insanları
icbar etmediler; ifna da etmediler insanları; ama bu teklifin içeriğine göre
yönettiler ve fethettikleri coğrafyalarda yaşayan insanlara
ön-görülebilir bir hayat sundular.
Örnek
olarak, Osmanlılar, Balkanlarda insanların dinlerine karışmadılarsa, onları bir
şeye inanmaya icbar etmedilerse ve bu nedenle de onları ifna etmedilerse, bu şu
anlama gelir: Kurdukları kamu düzeni içerisinde insanların adaletten pay
almalarını sağladılar; elbette bu adalet teklifleri ilkelerine göre
biçimlenmişti. Yazılarda kast edilen budur...
Şimdi,
sömürgecilere bakalım; geliyor ve bir şeyler öğretiyorlar; ancak bu öğretimin
bedeli çok ağır... Başka bir deyişle, sömürgeciler sahip oldukları teklifi
benimle adil bir biçimde paylaşmaya yanaşmıyorlar... Örnek olarak, II. Dünya
savaşından sonra ABD’de geliştirilen pek çok adalet teorisine bakıldığında, tüm
insanlık için değil ABD toplumu için adalet istendiği görülüyor.
Türkler ise
Balkanlara gittiğinde, Osmanlıların ya da Müslümanların yaşadığı bölgeyi merkez
kabul edip diğer bölgeleri kendine hizmet eden ve ürettiklerini tüketen bir ‘çevre’
olarak görmediler. Tersine, o bölgelerde bir Müslüman nüfus oluştuysa da Hıristiyanlarla
iç içeydi; yalnızca yerli ahali değil Türkler de Balkanları kendi vatanı
sayıyordu.
Başka bir
deyişle, İstanbul’u ve çevresini merkez kabul edip, diğer yerlerin hammaddesini
alıp, onu işleyip tekrar oradaki insanlara satmıyorlardı; yani bir tür
sömüren-sömürülen ilişkisi yoktu. Balkanlar da, Mısır da, Kuzey Afrika da
vatanlarıydı... Kısaca, Türkler, İstanbul’da ne kadar âdil idilerse -ki bu tartışılabilir
ve eleştirilebilir- Balkanlarda da o şekilde âdildiler.
Tekrar, anlamak için soruyorum. Bir teklif vardı
Osmanlıların elinde, bu tekliften neden bu kadar uzak duruldu?
Her şeyden
önce şunu belirleyelim: Biz bugün sanayi devriminin ürettiği ve
psikolojik ihtiyaçların belirlediği üretim-tüketim denkleminde yaşayan
insanlarız. Sanayi öncesi toplumlar, psikolojik değil doğal/fizik
ihtiyaçlarını karşılayacak kıt imkânlara sahiptiler. Örnek olarak, insanlar
sabunla yıkanıp temizleniyorlardı; bugün ise falanca şampuanla, temizlenmek
için değil, mesela, daha güzel olmak için yıkanıyoruz.
Doğal
ihtiyaçlar sınırlıdır ve tatmin edilirler; psikolojik ihtiyaçlar sınırsızdır ve
doyurulamazlar. Bu çerçevede teklif deyince maddî ve teknik bir içerik
canlanıyor zihnimizde...
Yazılardaki
söz konusu teklif, o tarihî bağlamda “daha insanca yaşama” üzerineydi
ve bu teklif kanımca karşılık da buldu. Başka bir deyişle, daha somut olarak, Osmanlılar,
o dönemin şartlarında icat edilen en âdil ekonomik sistemi, ayrıca en dengeli
siyasî düzeni teklif ettiler; bu kabul de gördü zaten.
Bunun en
güzel örneği, Ankara Savaşı’ndan sonra Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyetinin,
askerî kontrol kaybolsa bile, sistem olarak kendini sürdürmesidir. O topraklar
başkaları tarafından ele geçirilmesine rağmen, Osmanlıların inşa ettiği sistem
aynen devam ettirildi. Dolayısıyla o dönemin şartlarında Osmanlıların kurduğu
sistem “en iyi” sistemdi.
Bu konuda Busbecq’in[13]
İstanbul’u ziyaretinden sonra[14]
Fransız meclisinde yaptığı konuşmaya ya da Locke’un[15]
siyasî metinlerine bakılabilir. Sonuçta, o tarihî bağlamda yapılan teklif en
insanî teklifti. Bu teklif bir bütün olarak bugün anlamlı olmayabilir, tadil
edilmesi gerekebilir. Burada önemli olan sistemin pratik karakteri değil,
sistemin zeminindeki teorik iddiadır; o da, adalete dayalı, insanların belirli
bir hukuka göre hayatlarını ön-görebilecekleri bir sistem; kısaca daha insanca
yaşama...
Yani
insanların dinlerini ya da dillerini değiştirmemiş olması, o insanların sunulan
teklifi kabul etmedikleri anlamına gelmiyor.
Hayır!
Gelmiyor. Tam tersine, böyle bir zorlamada bulunmadı Osmanlılar. Yine de teklif’ten
din ve dil odaklı bir dönüşmeyi anlıyorsanız, Bosna’da, Arnavutluk’ta ve diğer
Balkan şehirlerinde doğal bir dönüşüm yaşandı zaten. Bakınız Birinci Balkan
Harbi’ne kadar Balkanlar’daki nüfusun %61’i Müslüman’dı... Temizlendiler... Öte
yandan yeri gelmişken, adalet kamu alanına aittir öncelikle... Osmanlılar
kamuya âdil bir düzen getirdiler; insanların niyetlerine değil...
Ancak,
Efendimiz’den sonra İslam’ın ne kadar hızlı yayıldığı çok sık verilen bir
örnektir ve bu örnekte, İslam’ın nüzulünden hemen sonra İslam’ın çok hızlı bir
şekilde yayıldığı ve insanların hayat tarzını, dinlerini de içerecek şekilde,
değiştiği vurgulanıyor.
Şimdi,
başlangıçta şu ilkeyi hemen koyalım: Büyük kültürlerde, dinî, iktisâdî ve
siyâsî değerler kaynaşmış, iç içe girmiş haldedirler. Nerede başladıkları,
nerede bittikleri; nerede birleştikleri, nerede ayrıldıkları kolay kolay tespit
edilemez. Başka bir deyişle söz konusu yayılmanın ne kadarı dinî
değerlerle, ne kadarı iktisadî gerekçelerle ve ne kadarı siyasî çıkarlarla
gerçekleşmiştir; kesin bir biçimde belirlenemez.
Ayrıca
klasik geleneklerde savaş, iktisâdî ve siyâsî bir araçtır. Dolayısıyla naif bir
tavırla tarihte her şeyin dinî değerlerle yürüdüğünü söyleyemeyiz. Söylersek
eğer, Müslüman devletlerin birbirleriyle savaşlarını açıklayamayız. Öyleyse
düşünürken çok soğukkanlı davranmamız gerekiyor. Bu açıdan ilk dönem Müslüman
ve Arap yayılmasını dikkate alsak bile, bütün olumsuz şartlara rağmen, mesela
bugün hala Arapların yüzde 30’u Hıristiyan ise eğer, bunun bize bir şeyler
söylemesi lazım.
Öte yandan
Batı Avrupa’da Hıristiyan kültürden başka bir şey var mı? Hayır! Yok. İşgal
ettikleri bölgeleri, diyelim ki İspanyolların işgal ettikleri bölgeleri, Latin Amerika’yı
düşünün, kimseyi bıraktılar mı? Bırakmadılar. Ama Arap coğrafyasında, İslam’ın
ilk dönemlerinden beri, çok ciddi bir Hıristiyan nüfus var; Ürdün’de, Mısır’da,
Suriye’de, Irak’ta ve hatta İran’da. Bakınız! İran çok katı dinî ve Şiî bir
rejim olmasına rağmen orada hala ciddi oranda Yahudi ve Hıristiyanlar mevcut.
Osmanlı coğrafyasında da bunun böyle olduğunu biliyoruz. Bu biraz da
imparatorluk psikolojisi ile alakalıdır. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bugün
Avrupalıların bizde eleştirdikleri, naif buldukları, geri buldukları
değerler, hâlbuki 19. yüz yılın başında, bize ‘erdem’ diye sundukları değerlerdir.
Örnek
olarak, ‘ulusalcılık’ kötü diyorlar; hâlbuki dün bunu bize
‘erdem’ diye dayatmışlardı. Açıkça dile getireyim, bugün Batılı
ülkelerin bizde eleştirdikleri unsurların birçoğu bizden kaynaklanan değerler
değildir; tersine bir yüzyıl önce bize erdem diye öğrettikleri ya da bize zorla
dayattıkları değerlerdir. Metinleri tek biçimli okuma, olaylara tek
biçimli yaklaşma, insanların bireysel hayatlarına karışma, insanların dinine
müdahale etme vs. biz bunları yapmıyorduk ki zaten. Bizde esas olan kamusal
alan idi; birey ve tür olarak insanın devamını sağlayacak ortamı sağlama yani...
Onlara ayna oluyoruz aslında.
Şimdi onlar,
mübalağa etmeden söyleyeyim, bizim 150 yıl önce kullandığımız ve onların ‘geri’
bulduğu değerleri kullanmaya başladılar; fakat biz bu zaman diliminde,
o değerleri unutup, onların icbar ettikleri değerleri içselleştirdiğimizden,
şimdi, kendi değerlerini bizim eski değerlerimiz adına eleştiriyorlar.
Eleştirdiğimiz,
insanlığa verecek bir şeyi olmadığını söylediğimiz Batı ise 200 yılda bizi
(hatta bütün dünyayı) mimarimizden, eğitim sistemimize, edebiyatımızdan felsefemize
her şeyi dönüştürmeyi başardı. Üstelik saadete değil, şekavete[16]
yol açtıkları halde. Bu nasıl oldu? Bütün bunları sadece baskı ve zulüm ile
açıklayabilir miyiz? Ya da ‘‘başarılarının’’ ardındaki diğer saikler
neler/nelerdi? Bugün insanların bu Batılı kültüre ne kadar öykündüğünü, bir
yargının bir Müslüman’ın ağzından değil de, bir Batılının ağzından çıkınca
nasıl değer kazandığını hepimiz görüyoruz.
Bu sorunun
yanıtını yukarıda verdiğimi düşünüyorum. Yine de konunun önemine binaen
üzerinde tekrar durmakta fayda var sanıyorum. Her şeyden önce güç, taklit
edilir; siyasî, iktisadî ya da kültürel olsun; insanlar güçlü olana katılmak,
ondan pay almak isterler.
“Mal ve para insanın ayıbını örter” der
Efendimiz. Yani insanın sahip olduğu, ister bilgi ister iktisadî alandaki güç
olsun, onu farklı kılar. Bugün, elbette, Batılıların İslam dünyasını
dönüştürmesi, yalnızca karşılıklı etkileşimle olmadı, onların işgalleriyle,
icbarlarıyla, hatta imhalarıyla oldu. Bunu sömürgecilik tarihini okuduğumuzda
açıkça görüyoruz. Bu işlemi yalnızca Müslümanlara karşı değil, ele geçirdikleri
tüm topraklarda yaptılar.
Bir örnek
vereyim izninizle: İngiltere, Çin’i işgal ettiği zaman Çin’de afyon ticaretini yaygınlaştırıyor
ve afyon gelirinden finansal kaynak üretiyor kendine. Çinli bir rahip, Protestan
oluyor ve Çin halkı arasında Protestanlığı yayarak onları afyon illetinden
kurtarmaya çalışıyor. İngilizler, dindaş oldukları Protestan nüfusu
sahiplenmeleri gerekirken, dönemin Çin yönetimiyle işbirliği yaparak, rahibi ve
etrafında toplanan insan kitlesini yok ediyorlar; elbette kârı düşürdüğü için.
Çünkü kapitalist sistem, “değerler” üzerinden yürümez; “kâr”
üzerinden yürür. Belki de işin “püf noktası” burası.
1780’lerin
sonuna doğru Osmanlı Sultanı’na sunulan bir layihada, şöyle bir ifade var[17]:
Deniyor ki; “Artık Batı Avrupa’da işler ahlakî ve dinî değerlere göre
değil; paraya, mala ve bunların ürettiği maddî değerlere göre yürüyor”.
Ve bu layihayı sunan Osmanlı bürokratının yorumu şöyle: “Bu yaklaşım,
insanları, gayr-i insani bir hayata sürükleyecek”. Benim de tam olarak
kastettiğim bu. Önemli olan siyasî, iktisadî ve askerî hâkimiyet değil
yalnızca...
Batının
bizatihi[18] kendi
içerisinde sahip olduğu değerler ve bunun birey ve tür olarak insan üzerinde
yarattığı zulüm ki bu yalnızca dışarıya yönelik değildi; kendi içlerinde de
zulüm vardı; bugün de var. İşçi sınıfının, diğer alt sınıfların çektikleri
işkence dolu hayatı düşünün... Dolayısıyla, Batı ile Doğu arasında çatışma,
Batılılar, Doğuluları yendi, yok etti gibi bir hâkimiyet fikrinden
kaynaklanmamalı.
Önemli olan,
buradaki değer sistemi ile bu değer sisteminin üzerinde inşa edildiği dünya
görüşüdür. Ben, meseleyi, askerî tarih açısından, savaşlar ve yenilgiler vs.
üzerinden okumuyorum. Bizatihi modern Batılı değerler sisteminin dayandığı
ilkeler açısından okumaya çalışıyorum. Üretim ve tüketimin bu denli teşvik
edilmesi; kârın sınırsızlığı; kontrolsüz bir hırsın, psikolojinin hâkim olması;
üremenin azalması, cinsî sapkınlıkların artması; kısaca birey ve tür olarak
insanın sakatlanması, tehlike altına atılması... Biraz önce de başka bir
vesileyle işaret ettim: Eskiden bizler maddî ihtiyaçlarımızı gidermek için
çalışırdık; şimdi psikolojik ihtiyaçlarımızı gidermek için yaşıyor ve
çalışıyoruz.
Şunu
açıkça söylemek lazım, daha düne kadar biz insanlar, doğadan korunmak için
teknoloji geliştiriyorduk. Bugün ise bizzat kendi ürettiğimiz teknolojik
yapılardan, sistemlerden korunmak için bir şeyler icat etmek zorunda his
ediyoruz kendimizi. Bu nokta çok önemli: Artık çok büyük doğa olayları hariç,
doğadan bizim korkacağımız, çekineceğimiz bir şey kalmadı; artık bir kuyruklu
yıldız gördüklerinde insanlar paniklemiyorlar ya da bir meteor taşından
ürkmüyorlar. Çünkü bunun izahını yapabiliyoruz. Hatta deprem gibi çok büyük hadiselere
karşı bile tedbir alabiliyoruz; ama insanlar olarak kendi geliştirdiğimiz
iktisadî ve siyasî merkezli değer sistemleri, kendi geliştirdiğimiz teknolojik
yapılar artık bizi tüketmeye başladı. Ve biz bunlara karşı korunma yolları
aramaya başladık.
İntihar
olaylarının artması, üremenin azalması vb. gibi olaylar gösteriyor ki, birey ve
tür olarak insan kendine zarar vermeye başladı. Şimdi biz bunlara karşı nasıl
tedbir alacağız; kendimizi kendi ürettiklerimize karşı nasıl koruyacağız? Artık
bununla uğraşıyoruz. Benim de tam olarak söylemek istediğim budur. Şunu kabul
edelim, insanlık tarihi sütten çıkma ak kaşık değil. Bu açıdan başka milletleri
olduğu gibi, Osmanlı’yı da eleştirebiliriz, Selçuklu’yu da...
Zaten
insanlık tarihi bir yönüyle, savaşların tarihi, kırmaların, dökmelerin
tarihidir. Belki de, Kant’ın dediği gibi, “tarih insanın kötü tarafının
açılımıdır”; çünkü Hegel’in vurguladığı üzere “cennetin tarihi
olmaz; çünkü iyinin, güzelin tarihi olmaz”. Televizyonlardaki haberler
bile, kötülerin, kötülüklerin haberleridir; hırsızlığın, dolandırıcılığın,
cinayetlerin... Tarih de biraz böyledir belki.
Ama burada,
vurgulamak istediğim şey, en nihayetinde şu: Tüm insanî çabaları biz
neden gösteriyoruz? Din, sanat, felsefe, bilim, ya da başka etkinlikler, her ne
ise, tüm bunları neden geliştiriyoruz, amacımız ne? Güzel bir ağaç yetiştirmek
için mi? Yüksek bir bina yapmak için mi? Yıkıcı bir silah icat etmek için mi?
Hayır! Maddî ve manevî açıdan insanı korumak için. En nihayetinde din de
insanları muhafaza etmek için değil midir? Felsefeler de, insanlığı
anlamlandırmaya, insanlığı daha rahat, daha huzurlu, kendisiyle daha barışık
yaşatabilmek için değil mi?
Öyle ise şu
sonuca bir bakalım: Bir sistem eğer birey ve tür olarak insanı ortadan
kaldırıyorsa ya da birey ve tür olarak insanı sakatlıyorsa veya daha üst bir
dil ile, birey ve tür olarak insanın hayatını daha anlamlı kılmıyor, daha mutlu
yaşamasını sağlamıyorsa, o sistemin yapısında bir sorun var demektir; hem
ilkeler hem de uygulama düzeyinde. İşte benim de söylediğim bu.
Hiçbir
sistem, dediğim gibi, hayatın pratiğinde sütten çıkmış ak kaşık değil. Her
milleti bu açıdan sorgulayabilirsiniz. Ama en nihayetinde şuna bakmamız lazım: Sistem,
bir kere kurulduktan sonra birey ve tür olarak insanların yaşamını nasıl
organize ediyor? Farklılıkları nasıl bir arada tutuyor? Bunlarla olan ilişkisi
nedir? İlişkileri belirli bir hukuk düzeni içinde yürütüyor mu?
Şu
denebilir: Batı toplumları bunu kendi içerisinde bir şekilde
halletmiştir. Kısmen doğru; ancak kendisinden olmayan, işte ABD’de
geliştirilen adalet teorilerinde gördüğümüz gibi, Amerikalı olmayanı
anlamlandıramıyorsa ya da kendi kurduğu değerler sisteminde bir yere
oturtamıyorsa ya da kötü bir yere oturtuyorsa orada bir sorun var demektir.
Geçmişi örnek göstererek bu gerekçelendirilemez; çünkü ulaşım ve iletişim
araçları yanında hukuk anlayışı da geçmişten farklıdır; bu nedenle yapılması
gereken de farklılaşır; en azından farklı olmalıdır.
Ama dinî,
estetik, felsefî ve ilmî değerleri kendi başlarına değil de ürettikleri artı
değerle, güçle anlamlandırıyorsak, başka bir deyişle yalnızca gücün ürettiği
değerleri ilişkilerimizde belirleyici kılıyorsak, o zaman sorunuzun cevabı
kendiliğinden ortaya çıkar: Güç insanları dönüştürüyor, başkalaştırıyor ve
diğer insanlar da bu güçten pay almak için bulundukları konumları, insanlık
konumunu terk ediyorlar; ama şüpheniz olmasın gün gelecek insanlık da insanları
terk edecek.
Yani
başlangıçta Batı diğer milletleri icbar etti, ancak bir süre sonra o icbar
edilen, zorlanan milletler, gücü de görünce, bile isteye, Batı’ya öykünmeye
başladılar.
Evet,
öykünerek, ondan pay almaya çalışarak ya da psikolojik olarak rahatlamak
için... Buna temsili yüksek bir örnek olarak sömürge ülkelerindeki aydının
tavrı verilebilir. Katıldığım uluslararası toplantılarda bizzat gördüğüm bir
durum olduğu için rahatlıkla söyleyebilirim ki bu toplantılara Türkiye’den
gelen entelektüellerin, eğer ben-idraklerinde bir sorun varsa, Batılı entelektüellerle
ilişkileri bir köle-efendi ilişkisi gibi son derece ezik... Aynı entelektüeller,
ki ben bunların bir kısmını tanıyorum, kendi ülkelerine döndüğünde, kendi
ülkelerinin insanlarına mütehakkim, tahakküm edici bir tavırları var.
Yani
kendilerinden yüksek bir kültüre mensup olduklarını varsaydıkları insanlara
karşı eziliyorlar; ondan pay almak onları rahatlatıyor; onlarla aynı masada
oturmak, onlar gibi yemek vb... O güçten kendilerince pay almalarını sağlıyor
ve orada bir eziklik de hissediyorlar; fakat bu ezikliği kendi ülkelerine
gelip, kendilerinden daha aşağıda gördükleri insanlara tahakküm ederek
gidermeye çalışıyorlar. Dışarıya gitmeye gerek yok; mesela Türkiye’de de
sınıflar arasındaki ilişkilerde aynı durum gözlemlenebilir.
Ayrıca
iletişimin, ulaşımın kolaylaşmış ve hızlanmış olması da sorumda zikrettiğim, “nasıl
oldu da Batı bütün dünyayı dönüştürmeye muktedir oldu”ya verilecek cevabın
bir parçası.
Kesinlikle.
Elbette daha derinde ekonomik yapıya bakmak gerek. Biraz önce de dile getirdim:
Toprağa dayalı tarım toplumları, kıt gelirler ile insanın sınırsız
ihtiyaçlarını dengelemeye çalışıyordu. Belki de Osmanlı iktisadi etkinliğinin
en büyük başarısı insanın ihtiyaçları ile kıt kaynakları bir ahenk içinde bir
arada tutabilmesiydi. Ancak sanayi devriminden sonra fabrikavârî üretimde artık
üretimimizde maddî engellere bağımlı değiliz, sınırsız bir üretim yapabilme
kapasitesine sahibiz.
İhtiyacın
çok daha fazlasını.
Evet!
Marketleri düşünelim... Doğal olarak, marketlerdeki bu ihtiyaç fazlası üretimin
tüketilebilmesi için de insanın bin yıllar boyunca terbiye edilen kendini
kontrol mekanizması ortadan kaldırılıp, aslında ihtiyaçlarının da sınırsız
olduğunu ona hissettirmeniz, öğretmeniz gerek. İşte bugün tam da böyle bir
sistem içinde yaşıyoruz. Artık ihtiyacımız için değil psikolojimiz için
tüketiyoruz. “En...” ve “Daha...” gibi
kuvvetlendirici sıfatlara bağlıyız; başka bir deyişle araz olan sıfatlar
hayatımızı yönlendiriyor; esas olan mevsûflar değil... Enlerin ve dahaların
sonu yok...
Bugün artık
ihtiyaç maddî, fizikî olmaktan çıkıp, psikolojik bir zemine kaydı ve insanın
psikolojik ihtiyaçlarını doyurmak mümkün değil; eskilerin tabiriyle insanın
gözünü bir avuç toprak doyurur.
İnsanın
psikolojik ihtiyaçları sınırsızdır çünkü. Dolayısıyla insanın psikolojik
ihtiyaçlarının sınırsızlığı ile sınırsız üretim karşılıklı birbirini
körüklemekte, tetiklemekte... Bugünkü sorunların da ana kaynağı bu. İnsan,
insan olmaktan sıyrılıyor artık; insanlığından çıkıyor. Bu yalnızca Batıda
değil, bütün dünyada böyle.
Tabii işin
trajikomik tarafı, Batı bunu uzun yüzyılların sonucunda, belirli yaşama
tecrübelerinden sonra gerçekleştirdi; biz ise bunu transfer ettik, her konuda
olduğu gibi. Ve bu bizde daha çok sırıtıyor ve daha büyük hastalıklara, farklı
kimlik bozukluklarına sebep oluyor.
Yine
Anlayış dergisindeki bir başka yazınızda (Sayı 3, Haziran 2003), “Dünya
Roma’nın düşüşünden ve barbarların istilalarından bu yana, barbarlığın ve
cehaletin kol gezdiği binlerce yıllık bir uykuya daldı. Ancak 1453’ten beri
medeniyet yeniden dirilmeye başladı; çünkü Türkler medeniyet yolunda hem
kendileri büyük ilerlemeler gerçekleştirdiler hem de gerçekleşmesine neden oldular”
diyorsunuz. Fakat 8. Asırdan itibaren İslam’ın o zaman bilinen tüm Dünya’ya
olduğu gibi Avrupa coğrafyasına da etkileri olduğunu biliyoruz, en sık dile
getirilen örnek Endülüs. Buna rağmen, “Dünya’da, 15. Asra kadar cehaletin
kol gezdiği, insanlığın binlerce yıllık uykusunda kalması” ile söylemek
istediğiniz tam olarak nedir? Ki Türklerin de, 8. asırdan itibaren kendini inşa
eden İslam medeniyetinin bir devamı olduğunu savunuyorsunuz.
Bunlar benim
cümlelerim ya da yorumlarım değil; Kepler’in bir yazısından
alıntı; dolayısıyla Kepler’in bir tasnifi... Kepler,
bilindiği üzere, astrolojiyi değiştiren; gezegenler ve yıldız astrolojisinden
kuyruklu yıldız astrolojine geçen biri; özellikle siyasî olayların yorumunda...
Ve bu astrolojiye göre yeni bir tasnif yapıp Türklerin geçmişteki rolünü
tanımlıyor ve Türklerin bundan sonra ne yapabileceğini, kaderlerinin ne
olabileceğini tayin ve tespit etmeye çalışıyor. Dolayısıyla bilim tarihi
meselesi değil burada söz konusu olan. Mesele bir Avrupalının, modern bilimin
kuruluşuna katkıda bulunmuş bir insanın kendi yorumu.
Yine
bilindiği üzere 1453 onlar için çok önemli bir yıl; bu yılın Avrupa’da bir
uyanışa sebep olduğu kabul ediliyor; tarihi de buna göre tasnif ediyorlar. Ben
o yazımda şöyle bir mantıktan hareket etmiştim: Batı’da ortaya çıkan, özellikle
astroloji ve astronomi bilimleri biraz da Türklerin kaderiyle alakalı olarak
üretildi. Ve Kepler, o tarihlerde, hemen XVII. Yüzyılın başında,
Türklerin yüzyılın sonuna doğru yenileceğini öngörüyor; bu Viyana bozgununa
denk gelir ki bu kehanet doğru da çıktı ilginç bir şekilde.
Özellikle
1550 ile 1650 arasında Batı’da olup biten entelektüel faaliyetler doğrudan
Türklerle alakalıdır gerçekten de. Bunu Descartes[19]’ın
eserlerinde de görüyoruz. Nitekim Descartes’ın biraz Hıristiyanî kavramları
kullanması istendiğinde, “Ama ben sadece Hıristiyanlar için değil,
Türkler için de yazıyorum” diyor... Yani filozof biraz da,
dinleri, kültürleri, milletleri aşan bir perspektife sahip olmalıdır
diyor; fakat bu eserlerin muhatabının, o dönemki şartlarda en güçlü kültüre
sahip Türkler olduğunu da düşünüyor.
Bunun başka
örnekleri de var; işte, John Locke’un siyaset felsefesinde ya da
o dönemdeki diğer düşünürlerin kitaplarında bunu görebiliyoruz. Yoksa bu
cümleler bir bilim tarihi yazıcılığıyla ulaşılan sonuçlar değil. Elbette,
biliyoruz ki, 11. asırdan itibaren Endülüs’ten, Sicilya’dan, İstanbul’dan ve
Trabzon’dan tercümelerle Avrupa’ya bilgi transferi söz konusu ve bunlar pek
tabi ki 1453’den çok önceleri vuku buluyor...
Biraz
da Avrupa’da yaşayan ve kendini Avrupalı Müslüman olarak tanımlayan
Müslüman/Türkler adına sorayım: Türk vicdanının ve aklının birliği ve
sürekliliğinin korunması İstanbul’un korunmasına bağlıdır diyorsunuz. Avrupa’da
yaşayan ve muhtemelen ülkelerine artık dönmeyecek olan, kendilerine geldikleri
bu ülkeleri, ülke edinmiş insanlar nasıl bakmalı İstanbul’a ya da Türkiye’ye?
Mekke’ye
nasıl bakıyorlarsa aynen öyle.
Fakat
Mekke’ye bakışımızın, dini saikleri, somut ve sembolik değerleri, sebepleri
var.
Evet,
Mekke’nin kutsal olması, sembolik değeriyle alakalıdır, yoksa ontolojik bir
kutsallığı yoktur.
Ancak
o sembolik değeri biz vermiyoruz.
Elbette,
mensubu olduğumuz din veriyor. İstanbul’a da değeri mensubu olduğumuz tarih
veriyor, biz vermiyoruz. Oradaki tarihî tecrübe veriyor; Süleymaniye veriyor;
Sultan Ahmet Camii veriyor; Topkapı Sarayı veriyor; Topkapı’daki adalet kulesi
veriyor; Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi veriyor... Yoksa İstanbul derken
coğrafi bir yeri kast etmiyorum yalnızca, bir vicdanı ve bir idraki kast
ediyorum...
Zaten
İstanbul neredeyse yaşanacak bir yer olmaktan bile çıktı. Hala estetik değeri
olabilir ama ben cümlelerimde oradaki tarihî tecrübeye atıfta bulunuyorum.
Dolayısıyla İstanbul’daki tarihî tecrübenin en azından ilkelerine bağlı kalarak
yaşayabiliriz: Kalb-i selim, akl-ı selim ve zevk-i selim sahibi olmak[20].
Keşke tüm Türkler, Avrupa’da o değerlere göre yaşasalar; belki o zaman
ferdiyeti ve cemali temessül etmiş bir Türk tipi ortaya çıkar.
İnsan,
İstanbul’u ya da Türkiye’yi coğrafya olarak yanında taşıyamaz belki ama tarihî
tecrübeyi taşıyabilir. Belki birkaç asır sonra İstanbul sözcüğü coğrafî bir
gerçekliğe bile işaret etmeyecek; ancak o tarihî tecrübe bilgi ve edep
üzerinden aktarılabilecek bir şeydir. Tıpkı Yahudilerin 4000 yıllık Babil
kültürünü terbiye yoluyla çocuklarına aktarmaları gibi. Hâlbuki Babil vakıa
olarak ortada değil; ama aktarılan bir kültür bir tecrübe hala.
Yani
Avrupa’da kalacak olan Türklerin ve Müslümanların etkin olabilmesi, bir teklif
sahibi olabilmesi için bu tarihi tecrübeye, Mekke gibi İstanbul’a da dönmeleri
gerekiyor.
Evet! Ama
tekrar edeyim: Bir fizikî dönüşten bahsetmiyorum. Yukarıda da işaret ettiğim
gibi, temel tezim şu: Teklif sahibi iseniz ancak başkalarına örnek
olabilirsiniz. Bir teklifiniz yoksa bırakınız başkalarına örnek olmayı,
sesinizin bir tonu olması, hatta başkalarının yanında eşit olmanız bile mümkün
değildir. Basit bir örnek vereyim, ortada bir yemek sofrası var; bu yemek
sofrasında size ait olan bir şey yoksa o sofrada oturma hakkınız olmaz. En
fazla çöpe atılmış artık ve kırıntılardan beslenirsiniz.
“Sofrada
bir şeyiniz olsun” diyorum; bu
da sıfırdan inşa edeceğiniz bir şey olamaz. Ayrıca tereciye de tere satılmaz;
bu topraklarda yalnızca Hegel uzmanı olarak bunu yapamazsınız. Kendi
tarihî birikiminizden, tecrübenizden faydalanmanız lazım. Bu dinî açıdan da
olabilir. Ben dini yalnızca bir yaşama biçimi olarak görmüyorum; aynı zamanda
varlığı ve var olanı bir idrak biçimidir din. Sonuç olarak, kendi tarihinizden
gelen tecrübeyi bir şekilde, buradakileri de dikkate alarak, bir teklife
dönüştürmeniz gerekiyor.
2002’de
Berlin’e gelip oradaki öğrencilere konferans verdiğimde onlara şunu
söylemiştim: On yıl sonra, 2012’de siz Almanca bir dergi
çıkartabilirseniz, bir edebiyat dergisi örnek olarak… Ve buradaki duyuşlarınızı
şiire vs. dökebilirsiniz, kendi muhayyilenizi hikâyeye aktarabilirseniz;
Almanca edebî eserler ortaya koyabilirseniz, işte o zaman bu insanlara, bu
kültüre bir teklifte bulunma şansınız olur. Yoksa burada sadece aklınızla
yaşarsınız, duygularınızla değil, aklınızla para kazanırsınız, Türkiye’de
yersiniz. Burası hiçbir zaman size ait olmaz, siz de buraya ait olamazsınız.
Eğer erimeden, kaybolmadan buraya ait olmak istiyorsanız, yapılacak şey
İstanbul’daki tarihî tecrübeyi buradaki durum ile harmanlayarak bir ‘teklif’e
dönüştürmek ve yaşadığınız hayatla ‘temsil’ etmektir. Teklifiniz ve
temsiliniz yok ise siz de yoksunuz.
Son sözüm
bu.
Vakit
ayırdınız, çok teşekkür ederiz.
[1]
Çağlar, A. F. ( Mart, 2012). İhsan Fazlıoğlu ile röportaj: Teklifiniz ve
temsiliniz yok ise siz de yoksunuz!. Perspektif. https://www.igmg.org/fileadmin/magazine/perspektif/TR/2012-03/files/igmg_mart_2012.pdf,
34-38.
[2] Mâhiyet:
a. (ma:hiyet) 1. Nitelik, vasıf, öz, asıl, esas. 2. İçyüz.
[3] Min-vech:
Bir bakımdan, bir cihetten. http://osmanlicasozluk.speakdictionary.com/Min-vechin.html
[4] Kümülatif:
Katlanmış, birikmiş, yoğun, kümeli. https://www.turkcesozlukler.com/kumulatif-nedir-ne-demek
[5] Bahusus:
1 : Hususiyle. En çok. Hele. http://osmanlicasozluk.speakdictionary.com/Bahusus.html
[6]Nazarî / نظری / نَظَر۪ي: Yalnız görüş
ve düşünce hâlinde bulunan ve tatbik edilmemiş hâlde olan bilgi. Henüz düşünce
hâlinde olan. Teorik. (Arapça) Sırf
düşünce hâlinde bulunan bilgi, teorik. https://www.luggat.com/nazari/1/1
[7]POSTEL,
Guillaume (Wilhelm) (1510-1581): Fransız şarkiyatçılığının kurucularından,
hümanist filozof. Avranches’a bağlı Barenton yakınındaki Dolerie köyünde yoksul
bir anne babadan doğdu ve onları küçük yaşta kaybetti. Paris’te Sainte-Barbe
Collège’inde okudu; Grekçe, Latince, İbrânîce ve diğer semitik dilleri öğrendi.
Daha sonra Rouen’e yerleşti; burada dönemin ünlü bilgini Guillaume Budé,
Marguerite de France ve I. François ile iyi ilişkiler kurdu, onlardan destek
gördü. Fransa’nın 1535’te Osmanlı Devleti’ne gönderdiği ilk dâimî elçi olan
Jean de la Forest’in maiyetinde yer aldı; bu görevi sırasında Rumca, Kıptîce,
Ermenice, Arapça ve Türkçe öğrendi. Üç yıl sonra beraberinde İstanbul’dan
topladığı birçok değerli yazma eserle Fransa’ya döndüğünde Paris’teki Collège
des Lecteurs Royaux’da (Collège de France) matematik, Grekçe, Arapça ve
İbrânîce profesörlüğüne getirildi. Bu arada Fransızca ilk Arap dili gramerini
yazdı (Grammatica Arabica, 1538-1539). Geçirdiği bir bunalım sonunda kalemini
artık Tanrı yolunda kullanmaya karar verdi, üç ay içinde De Orbis Terrae
Concordia adlı eserini yazdı. 1543’te hocalıktan ayrıldı ve Roma’da Cizvitler’e
katıldı; ancak kısa bir müddet sonra aykırı fikirleri yüzünden tarikattan
çıkarıldı. 1549’da Kudüs üzerinden İstanbul’a gitti ve iki yıl kadar orada
kalmasının ardından Avrupa’ya dönüp birçok şehirde başıboş dolaştı; bir ara
Viyana Üniversitesi’nde ders verdi. 1555’te hakkında açılan sapkınlık davasında
suçlu bulunarak Roma’daki engizisyon hapishanesinde üç yıl yattı. Daha sonra
Paris’te Saint Martin-des-Champs Manastırı’na kapatıldı ve orada öldü. https://islamansiklopedisi.org.tr/postel-guillaume-wilhelm,
25.06.2018.
[8] İcbar etmek: Birine
istemediği bir işi zorla yaptırmak, zorlamak, zorunda bırakmak.
[10]LEİBNİZ,
Gottfried Wilhelm (1646-1716): O, matematikçi, filozof, hukukçu, tarihçi,
mühendis ve diplomattı. Ama Gottfried Wilhelm Leibniz asla sadece bir teorisyen
değildi. Bilim ve uygulama arasında bir bağ oluşturmak – buydu izlediği ana
çizgi, 1646 Leipzig doğumlu bu bilgenin. Teorik düşüncelerini
uygulanabilirlikleri açısından da değerlendiriyordu o daima. Henüz, 21 yaşında
doktora sahibi bir hukukçuyken, Mainz'da prens danışmanı olarak bir göreve
başlamak için bir profesör kürsüsünü reddetmesiyle başladı bu. Oradan bir diplomat
olarak Paris'e uzandı yolu; bilimin en son durumuna uygun bir hesap makinesi –
toplama çıkarma, çarpma ve bölme yapmaya yönelik mekanik düzeneklere sahip
pratik bir aygıt - yaptığı yere. Haiz olduğu bilgilerinden diferensiyal ve
integral hesabı geliştirdi Leibniz. ; sonrasının aydınlanma, klasizim, idealizm
akımlarının büyük düşünürlerini etkiledi. 1678 yılına ait bir Leibniz
makalesinin ana fikri, insanın ancak kendi türdeşleri mutlu olduğu takdirde
mutlu olabileceğini ifade ediyordu.
Ancak bu, Leibniz'in hayatının son yıllarında integral matematiğin icadı
konusunda ateşli biçimde çekiştiği Isaac Newton'un mutluluğu için geçerli
değildi. Leibniz, 1716'da Hannover'de öldü. Almanya'da Leibniz ismi bugün
birçok yerde mevcut. Birçoklarının yanı
sıra Leibniz Topluluğu da (Leibniz-Gemeinschaft) adını bu çok yönlü bilgeden alıyor. https://www.deutschland.de/tr/topic/bilim/cok-yonlu-bilge-gottfried-wilhelm-leibniz,
Bilgi amaçlı alıntıdır. Alman bakış açısını yansıtmaktadır.
Muhammet Negiz. 25.06.2018.
[11] Goethe’nin,
“Türkleri yenmek için onları İslâmsızlaştırmak (de-Islamization) gerekir”
ilkesidir. İhsan Fazlıoğlu, Derdimiz yolda olmaktır; çadır kurmak değil!, İtibar,
s. 42-45, Mart 2013.
[12] Tecessüm:
1. isim Boyut kazanma, cisimlenme 2. Görünmeye başlama, belirme 3. Göz önüne
gelme, canlanma.
[13] Ogier
Ghiselin de Busbecq (d. Comines (bugün Belçika ve Fransa) 1522 - ö. 1591-92),
Avusturya Monarşisi için görev alan Flemenk diplomat. Aynı zamanda, 16. yüzyıl
İstanbul'u hakkında en yetkin kaynaklardan biri olan Türk Mektupları adlı eseri
yazmış ve bu suretle, edebiyatta gezi mektupları türünün öncülerinden biri
olmuştur. Ayrıca Türk lalesini Avrupa'ya tanıtan insan olarak da bilinir. Kaynak:
Wikipedia
[14] Bkz.: N.
Yazıcı, “Kanuni Döneminin Bir Tanığı: Busbecq ve Türk Mektupları” http://www.nurcanyazici.com/files/publications/9.4-busbecq.pdf
[15] John
Locke (29 Ağustos 1632 – 28 Ekim 1704) İngiliz klasik liberal filozof. 17.
yüzyılın en önemli düşünürlerinden biridir. Düşünce özgürlüğünü, insan
eylemlerini akla göre düzenlemek anlayışını en geniş ölçüde yayan ilk düşünür
olduğu için Avrupa'daki aydınlanma ve Akıl Çağı'nın gerçek kurucusu olarak kabul
edilir. John Locke'a göre insan zihni doğuştan boş bir levhadır (tabula rasa).
Daha sonra bu zihin deneyimle (tecrübe) birlikte dolar. Kaynak: Wikipedia.
[16] Şekavet
/ şekâvet / شقاوت: Her çeşit
kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak.
Haydutluk,
eşkiyalık. Kâfir veya fâsık olma,
cehennemlik olma. Seâdetin zıddı. Eşkiyâlık, kötü yolda olma. Sıkıntı, azap, işkence. Haydutluk. https://www.luggat.com/%C5%9Fekavet/1/1
[17]Lâyiha (لائحة): Osmanlı bürokrasisinde rapor veya taslak türü belgeye verilen
ad. http://www.islamansiklopedisi.info/dia/maddesnc.php?MaddeAdi=layiha
[18] Bizatihi:
Kendiliğinden-"Edebiyatı yok etmeye kalkarsak konuşma dili bizatihi
özelliğini kaybedecek, yoklaşacaktır." - İ. Özel http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&kelime=B%C4%B0ZAT%C4%B0H%C4%B0
[19] René
Descartes (Latinceleştirilmiş: Renatus Cartesius; sıfat hali: Kartezyen, d. 31
Mart 1596 - ö. 11 Şubat 1650), Fransız filozof, matematikçi ve yazar. Hayatının
çoğunu Hollanda’da geçirmiş olup, Modern Filozofinin Babası unvanını almıştır
ve kendisini takip eden Batı felsefesi çoğunlukla onun günümüzde hala çalışılan
yazılarına cevap niteliğindedir. Kaynak: Wikipedia.
[20] Kalb-i
selim, akl-ı selim ve zevk-i selim kavramı konusunda Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun
açıklama videosunu izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=hmJPTL4bEf8,
25..06.2018.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder