Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi-VI: "Tarihten çekilen Türkler değil Osmanlılardır"
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile gerçekleştirilen mülakatlardan birisini daha istifadenize sunuyoruz. İbrahim Şamil'in yönelttiği sorulara yanıt veren Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun, "Tarihten çekilen Türkler değil Osmanlılardır" ve "Her medeniyetin bir niyeti vardır ve medeniyetler bu niyetlerini gerçekleştirmek için vardırlar. Kanımca biz Türkler, bizi biz kılan bu niyetten vazgeçmiş değiliz; yalnızca geri çekildik. Bu geri çekilmenin gereğini yapıyor muyuz?" şeklindeki ifadeleri dikkat çekiyor.
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile gerçekleştirilen mülakatlardan birisini daha istifadenize sunuyoruz. İbrahim Şamil'in yönelttiği sorulara yanıt veren Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun, "Tarihten çekilen Türkler değil Osmanlılardır" ve "Her medeniyetin bir niyeti vardır ve medeniyetler bu niyetlerini gerçekleştirmek için vardırlar. Kanımca biz Türkler, bizi biz kılan bu niyetten vazgeçmiş değiliz; yalnızca geri çekildik. Bu geri çekilmenin gereğini yapıyor muyuz?" şeklindeki ifadeleri dikkat çekiyor.
Prof. Dr.
İhsan Fazlıoğlu, verdiği bir diğer yanıtta ise çarpıcı bir gerçeğin altını
çiziyor: “Şu unutulmamalıdır:
1774 tarihinden bu yana millet olarak yaşadıklarımız gündüzün başına gelse gece
olurdu. Biz ise millet olarak aydınlığımızı korumayı bildik. Bunun en muhteşem
şahidi İstiklal Savaşı’dır. O aydınlığı besleyecek aklı ve bilgiyi devreye
sokmalıyız. Bunun için öncelikle kendi gettolarında tek-tip düşünen ‘kabile’
kafasını bırakıp, bütün vatan sathında çok yönlü ve farklı düşünen ‘millet’
kafasıyla iş görmeye başlamalıyız. Gerisi kendiliğinden gelir.”
Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları
tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet NEGİZ
27.06.2018
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu: "Tarihten çekilen Türkler değil Osmanlılardır"
Bu hafta söyleşi sayfalarımızda bir filozof/akademisyeni konuk ediyoruz: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Öğretim üyesi Dr. İhsan Fazlıoğlu. Çalışmalarını özellikle Felsefe Tarihi, Matematik Tarihi ve Felsefesi alanlarında yoğunlaştıran Fazlıoğlu’nun görüşleri, üniversite dışında verdiği seminerlerde de büyük ilgi topluyor.
Bu hafta söyleşi sayfalarımızda bir filozof/akademisyeni konuk ediyoruz: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü, Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Öğretim üyesi Dr. İhsan Fazlıoğlu. Çalışmalarını özellikle Felsefe Tarihi, Matematik Tarihi ve Felsefesi alanlarında yoğunlaştıran Fazlıoğlu’nun görüşleri, üniversite dışında verdiği seminerlerde de büyük ilgi topluyor.
Fazlıoğlu ile "Nizamı âlem"
idealinden, Türklerin yeni bir "medeniyet tasavvuru"
üretme imkânına; oradan batılı bilincin anlam haritasına ve "korku
kültürü"ne uzanan zevkli bir yolculuk yaptık. Fazlıoğlu ile
yaptığımız söyleşi. Cumhuriyetin ilanının 80. yıldönümünü kutladığımız şu
günlerde, "medeniyetimizin" üretici bir potansiyeli
olup olmadığı üzerine kafa yoranlar için dikkat çekici detaylar içeriyor.
Nizamı âlem kavramından ne
anlıyorsunuz?
“Nizamı âlem” terkibini
duyunca ilk elde aklıma iki şey gelir. Birincisi maddî âlem ve bu âleme içkin
ilâhî düzen; ikincisi ise köklerini insanda bulan sosyal gerçeklik. Başka bir
deyişle içtimaî düzen… Birinci anlamdaki Nizamı âlem kavramı, kısaca bir bütün
olarak haricî dünyanın bilgisini mümkün kılan bir kabuldür ve dış dünyaya
ilişkin yapıp etmelerimizin temelinde yer alan en önemli ilkedir. İkinci
anlamdaki Nizamı âlem kavramı ise öncelikle insana delalet eder. Çünkü içtimaî
nizam varlığını, köklerini insan aklında bulan ve meşruiyetini insanın sahip
olduğu değer dünyasından alan insan eylemlerinde bulur. Başka bir deyişle
içtimaî nizam insanın eylemelerinin, aile, toplum, devlet vb… şekillerdeki
cisimleşmiş, maddî gerçeklik kazanmış tezahürleridir.
Bu deyişleri dikkate alarak, bahse konu
Nizamı âlem kavramını, tarihî köklerini de göz önünde bulundurarak, şu şekilde
tanımlayabiliriz: Kaynağını insanda bulan, meşruiyetini ise mensup olunan din
ya da dinleşmiş ideolojilerden alan; evrene adalet ve bilgiye dayalı bir düzen
kazandırma idealinin/ülküsünün adıdır.
TAKTİK YALAN – STRATEJİK YALAN
Kendinden kaçan bir medeniyetin
mensupları olarak Türkler, Nizamı âlem anlayışını ne zaman yitirdi?
Selçuklu-Osmanlı çizgisindeki Türkler, Nizamı
âlem anlayışını bir fikir olarak kaybetmiş değildir. Öyle olsaydı bu konu
üzerinde konuşuyor olmazdık. Çünkü Türkler kendi içerisinde çürüyerek, atılım
gücünü kaybederek, kısaca iddialarını terk ederek yıkılmış bir millet değildir.
Türkler karşı hakikatin mensupları tarafından şimdilik yenilmişlerdir. Bu
yenilgi neticesinde maddî vatanı kurtarmak için manevî vatan, yani tarih tırnak
içerisine alınmıştır; ancak muhafaza edilmektedir.
Şunu açıkça söylemek gerekir: Türk
batılılaşması, sahip olduğumuz imkânlar çerçevesinde varlığımızı idame ettirmek
için galip güçlere söylenmiş bir yalandı. Ancak bu yalan içerisinde yetişen
nesillerin, süreç içerisinde bu yalanı hakikat zannetmeye başlamaları, tamiri
zor yaralar, boşluklar doğurmaya başladı. Kısaca sorun, söylenen yalanın
hakikat zannedilmeye başlamasından kaynaklanıyor. Bunun nedeni yakın tarihin
bilgisinin eksikliği gibi. Çünkü belli bir hedef için söylenen taktik yalan,
cahillerin elinde önce stratejik yalana sonra da hakikate dönüşür.
“Kendinden kaçan bir medeniyetin
mensupları” şeklinde dile getirdiğiniz sıfat cümlesine gelince, hemen şunu
söylemeliyim: Türk tarihi çit içerisine alınmış, kenarlarına duvar örülmüş bir
tarihtir. İsteseniz de içeri giremezsiniz. Malumat seviyesinde Selçuklu-Osmanlı
Türk tarihinden haberdar olmayı kastetmiyorum; bu tarihi yönlendiren ‘ruhu’
kastediyorum. Bu ruh, akıl ile bilgi ve bu ikisinin sentezi olan adalettir. Bu
bir misyondur; bu misyon teolojik ve ahlakî meşruiyetini İslam’dan alır ve
büyük oranda kapitalist sömürgeci dünya sisteminin yükselişine karşı
geliştirilmiştir. En nihayetinde yenildiği güç de bu güçtür.
Galip güç elbette kendisini önce yenen,
sınırlandıran, geciktiren, en azından uğraştıran ruhu, ilkeleri hapsedecektir.
Bırakınız Selçuklu-Osmanlı çizgisini, İstiklal/Kurtuluş Savaşı’nı yönlendiren
ruh bile bugün kısık sesle dillendiriliyor. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nı kazanan
ruh, Selçuklu-Osmanlı ruhunun doğal devamıdır; bu ruh Oğuz Türkmen ruhudur.
TÜRKLER GERİ ÇEKİLDİ
Şimdiye kadar
söylediklerinizden anladığım kadarıyla Osmanlıların tarih sahnesinden
çekilmesiyle bir kırılma yasayan Türkler hâlâ insanlığa yeni bir ‘medeniyet
tasavvuru’ armağan etme gücüne sahiptirler; böyle diyebilir miyiz?
Evet, diyebiliriz. Çünkü her şeyden önce
tarihten çekilen Türkler değil Osmanlılardır. Tarihî akış içerisinde Türkler;
Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, değişik Beylikler ve nihayet Osmanlılar
olarak tezahür etmişlerdir.
Bu adlar cevherin değil tezahürün adlarıdır.
Günümüzde bu tezahür Türkiye Cumhuriyeti’dir. İleride başka bir ad da olabilir.
Burada önemli olan, ‘mülk-ü millet’ ile ‘din-ü devlet’in
sürekliliğini sağlamaktır. Zira esas olan cevherdir; arazlar değil.
Kanımca yaşanan sürece ‘kırılma’ değil
‘çekilme’ demeliyiz. Eğer Kurtuluş Savaşı’nı yapmasaydık, buna
kalkışmasaydık ya da yenilseydik, ondan sonra ortaya çıkacak duruma, sizin de
dediğiniz gibi kırılma diyebilirdik.
HER MEDENİYETİN BİR NİYETİ VARDIR
Biraz daha açar mısınız?
İsterseniz ne demek istediğimi daha iyi izah
edebilmek için biraz geriye gidelim. Sultan III. Murad döneminde bir Osmanlı
bürokratı, Batı Avrupa’nın yeni coğrafi keşiflerini Osmanlının arkadan
kuşatılması olarak yorumlar. Lale devrinde Sultan’a sunulan diyalog tarzındaki
bir lahikada geçen Osmanlı subayı ile Avrupalı subayın konuşmaları ve diğer
başka örnekler, esas itibariyle Osmanlıların yükselen sömürgeci kapitalizmin
muhtevasını iyi bildiklerini, anladıklarını gösteriyor.
Buna rağmen Osmanlılar kendi ilkelerinden
yani misyonlarından vazgeçmiyorlar; yaygın tabirle vuruşa vuruşa geri
çekiliyorlar. Çünkü her medeniyetin bir niyeti vardır ve medeniyetler bu
niyetlerini gerçekleştirmek için vardırlar. Kanımca biz Türkler, bizi biz kılan
bu niyetten vazgeçmiş değiliz; yalnızca geri çekildik. Bu geri çekilmenin
gereğini yapıyor muyuz? Zannımca seviye çok düşük; ama yine de ümitvârım.
ONUR NİZAMI ÖNGÖRMÜYOR…
Ümidinize eşlik ederek şöyle
bir soruyla devam etmek istiyorum: Batılı bilincin anlam haritasında yerleşik
kadim Türk imgesinin sınırları nedir?
Selçuklu-Osmanlı çizgisi Batı Avrupa için
önce ‘korku’dur; korkunun kaynağıdır. Daha sonra ‘engel’dir.
Şimdilerde ise, özellikle geçmişini, tarihini, ne yapacaklarını bilemedikleri ‘sorun’dur.
Kısaca, İsmet Özel’den öğrendiğimize göre, ‘konuşulamayan’, bu
nedenle ‘konuşulabilir’ hale getirilmeye çalışılan bir ‘varlık’tır.
Daha önce muhtelif yerlerde yayımlanan yazılarımda
da ifade ettiğim gibi, Batı Avrupalı bir insanı kazıyın altından Türk çıkar. Ne
anlamda Türk; karşı/öteki değer anlamında. Batı Avrupalı ve maiyeti kendini
Türk’e göre konumlandırmış ve ona göre tanımlamıştır.
Kısaca kendisini, kişiliğini Türk’ü dikkate
alarak oluşturmuş, inşa etmiştir. Bu tarihî bir hakikattir; nazarî bir iddia
değil. Günümüzde nasıl ki bir Filistinli kendisini İsraillilere karşı olmak
bakımından inşa ediyorsa, bu bir psikoz halini almışsa… O gün için de durum
böyle… Ya da bugün pek çok insan nasıl kendisini Amerikan emperyalizmine karşı,
onu merkeze alarak oluşturuyorsa…
Sınırlarına gelince, burada Postel[1]’in
deyişini hatırlamalıyız: Türkler önce ‘ikna’ edilmeli,
direnirlerse ‘icbar’ edilmeli, karşı çıkarlarsa ‘imha’
edilmeli… Bunu başka uluslara yaptılar; güçleri yettiğinde bize de
yapabilirler. Demek istediğim bu işin sınırı ‘imha’ya kadar
gidebilir.
Nitekim 11 Eylül saldırısı olduğunda ABD’de
idim; olayın akabinde bulunduğum üniversitede öğrencilerin çıkardığı gazetede
bütün Müslüman ülkelerin başkentlerine nükleer bomba atılması, ileri gelen
bütün siyasî ve fikri önderlerin öldürülmesi teklif edilmişti. Dikkat edilsin,
bu teklifi yapan genç öğrenciler… Şartlar uygun olsun bunu yaparlar; daha önce
yaptıkları gibi… Çünkü onları kayıtlayan hiç bir dinî, ahlakî ilke yok. Çünkü
onlar insanlık için akıl ve bilgiye dayalı bir adaleti, kısaca ‘nizamı’
öngörmüyorlar; istedikleri kendi halklarının saadeti. Diğer insanlara şekavet
veriyorlar; bundan dolayı da ‘savaşçı’ değiller; şakiler yani
sömürgeciler, eşkıyalık yapıyorlar yani sömürüyorlar.
Batının süreç içerisinde ürettiği ‘öteki’den
korkma, ‘farklı olan’ı dışlama saplantısının kökeni nedir
öyleyse? Yukarıda dile getirdiğim gibi bunun nedeni haksız olmanın, kendi
temsil ettiği hakikate, hakikatlere güvenmemenin verdiği korkudur. Ancak burada
korkulan ‘öteki’nin hakikati temsil etmesi gerekir. Nitekim Batı
Çin’den korkmaz; çünkü Çin’in evrensel bir hakikati temsil iddiası yoktur.
Temsil ettiği hakikate güvenmeyen, kısaca kendisine güvenmeyen; yaşamak için
bir düşmana, ötekine ihtiyaç duyar. İşte Batı bunun için, var olmak/varlığını
sürdürmek için düşmana muhtaçtır.
KABİLE KAFASI DEĞİL MİLLET KAFASI
Söylediklerinizden, bütün bu
olup bitenleri idrak için gereken bir ‘millî bilinç’ yoksunluğu sonucunu
çıkartıyorum. Bu nasıl aşılabilir?
‘Millî bilinç yoksunluğu’ doğru bir
tespittir. Ancak bu ‘yoksunluk’ yalnızca ‘farkında olmak’
şeklinde anlaşılmamalı. Çünkü bunun farkında olan, hatta bu konuda iddia sahibi
kişiler bile çoğunlukla bu millî bilinçten yoksun olabiliyorlar; çünkü iş
retoriğe boğulmaktadır.
Çözüm her şeyden önce aklın
millileştirilmesi, Türkleştirilmesidir. Bu Türk tarihine geri dönüş anlamına
gelir. Yani öncelikle varlığımızı borçlu olduğumuz tarihi idrak etmeliyiz. Tarih
bir yönüyle akıldır; çünkü akıl bir yönüyle tarihîdir. Çözüm tarihtedir. Biz
tarihinden geri kalmış bir millet haline geldiğimiz için sorun yaşıyoruz. Biz
felsefileşmiş bir millettik yani neyi, nasıl ve niçin yaptığını bilen bir
millettik. Bu idrak kül halinde halen mevcuttur. Yoksa bu konuları konuşamazdık
zaten. Ancak bu külü tekrar tutuşturmalıyız. Bu da akıl ve bilgiyle olur. Akıl
ve bilgiyle yol almayan kişi ve milletler iyi niyet sahibi olsa bile en
nihayetinde yok olurlar.
Şu unutulmamalıdır: 1774 tarihinden bu yana
millet olarak yaşadıklarımız gündüzün başına gelse gece olurdu. Biz ise millet
olarak aydınlığımızı korumayı bildik. Bunun en muhteşem şahidi İstiklal
Savaşı’dır. O aydınlığı besleyecek aklı ve bilgiyi devreye sokmalıyız. Bunun için
öncelikle kendi gettolarında tek-tip düşünen ‘kabile’ kafasını
bırakıp, bütün vatan sathında çok yönlü ve farklı düşünen ‘millet’
kafasıyla iş görmeye başlamalıyız. Gerisi kendiliğinden gelir.
Kaynak:
İbrahim Şamil, 2003 www.academia.edu
Teşekkür:
Bu değerli röportajdan istifade etmemizi olan katkılarından
dolayı Sn. İbrahim Şamil’e teşekkür ederim.
[1]
POSTEL, Guillaume (Wilhelm)
(1510-1581): Fransız şarkiyatçılığının kurucularından, hümanist filozof.
Avranches’a bağlı Barenton yakınındaki Dolerie köyünde yoksul bir anne babadan
doğdu ve onları küçük yaşta kaybetti. Paris’te Sainte-Barbe Collège’inde okudu;
Grekçe, Latince, İbrânîce ve diğer semitik dilleri öğrendi. Daha sonra Rouen’e
yerleşti; burada dönemin ünlü bilgini Guillaume Budé, Marguerite de France ve
I. François ile iyi ilişkiler kurdu, onlardan destek gördü. Fransa’nın 1535’te
Osmanlı Devleti’ne gönderdiği ilk dâimî elçi olan Jean de la Forest’in
maiyetinde yer aldı; bu görevi sırasında Rumca, Kıptîce, Ermenice, Arapça ve
Türkçe öğrendi. Üç yıl sonra beraberinde İstanbul’dan topladığı birçok değerli
yazma eserle Fransa’ya döndüğünde Paris’teki Collège des Lecteurs Royaux’da
(Collège de France) matematik, Grekçe, Arapça ve İbrânîce profesörlüğüne
getirildi. Bu arada Fransızca ilk Arap dili gramerini yazdı (Grammatica
Arabica, 1538-1539). Geçirdiği bir bunalım sonunda kalemini artık Tanrı yolunda
kullanmaya karar verdi, üç ay içinde De Orbis Terrae Concordia adlı eserini
yazdı. 1543’te hocalıktan ayrıldı ve Roma’da Cizvitler’e katıldı; ancak kısa
bir müddet sonra aykırı fikirleri yüzünden tarikattan çıkarıldı. 1549’da Kudüs
üzerinden İstanbul’a gitti ve iki yıl kadar orada kalmasının ardından Avrupa’ya
dönüp birçok şehirde başıboş dolaştı; bir ara Viyana Üniversitesi’nde ders
verdi. 1555’te hakkında açılan sapkınlık davasında suçlu bulunarak Roma’daki
engizisyon hapishanesinde üç yıl yattı. Daha sonra Paris’te Saint
Martin-des-Champs Manastırı’na kapatıldı ve orada öldü. https://islamansiklopedisi.org.tr/postel-guillaume-wilhelm,
27.06.2018.
*RÖPORTAJLAR SERİSİ
1.Ne Hintli bilgeler gibi sadece 'kendini', ne de İskender gibi yalnızca 'dünya'yı fethetmek… PDF
2.Aydın Bizden Değildir PDF
3.Yanlışlara ağıt yakmaktan doğruları inşa edemiyoruz PDF
4.Teklifiniz ve temsiliniz yok ise siz de yoksunuz! PDF
5.Şehir ve Kitap Üzerine PDF
6.Tarihten çekilen Türkler değil Osmanlılardır PDF
*RÖPORTAJLAR SERİSİ
1.Ne Hintli bilgeler gibi sadece 'kendini', ne de İskender gibi yalnızca 'dünya'yı fethetmek… PDF
2.Aydın Bizden Değildir PDF
3.Yanlışlara ağıt yakmaktan doğruları inşa edemiyoruz PDF
4.Teklifiniz ve temsiliniz yok ise siz de yoksunuz! PDF
5.Şehir ve Kitap Üzerine PDF
6.Tarihten çekilen Türkler değil Osmanlılardır PDF
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder