Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın Sayın Yusuf
Genç tarafından yöneltilen sorulara vermiş olduğu yanıtlardan oluşan
ve Yeni Şafak gazetesi Pazar Eki’nde yayımlanan “Yanlışlara
ağıt yakmaktan doğruları inşa edemiyoruz” başlıklı röportajını
istifadenize sunuyorum. Yeni Şafak gazetesi ve Sayın Yusuf Genç’e bu güzel
katkısından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
Kendisine yöneltilen
sorulara yanıt veren Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, kendisinin “mevcuda
ilişkin karamsar sayılabilecek bir tablo tasviri yaptığı” şeklindeki bir
soruya şu yanıtı veriyor: “Karamsar değilim çünkü sona değil, yola
bakıyorum; yani sonuca değil, sürece... Şöyle inanıyorum, sonuca odaklananlar
ağır baskı altında kalırlar, sonuca ulaşmak için her yolu meşrû görürler;
başaramadıklarında ise bunalıma girerler. Sürece dikkat kesilenler, farklı
süreçlerin varlığını ön-görürler; süreçte olmak onları dâim ayık tutar; çünkü
süreç sürer, süreklidir.”
Bu değerli röportajın yararlı olmasını diler,
hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları tarafımızla paylaşmanızı
rica ederim.
Muhammet
NEGİZ
24.06.2018
PROF.
DR. İHSAN FAZLIOĞLU:
YANLIŞLARA AĞIT YAKMAKTAN DOĞRULARI İNŞA EDEMİYORUZ[1]
Çalışmalarını İslam Bilim
Felsefesi tarihi ve matematik tarihi üzerine yoğunlaştıran Prof. Dr. İhsan
Fazlıoğlu, yeni yayınlanan İslam-Türk Felsefe Bilim Tarihinin Anlam
Küresi, Kendini Aramak ve Akıllı Türk Makul Tarih
kitaplarıyla, ayağa kalkmak isteyen Türkiye’ye yeni bir dil inşası öneriyor.
Fazlıoğlu, ‘sona değil, yola bakalım’ diyor.
Medeniyet Üniversitesi öğretim
üyesi Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, derslerini yalnızca öğrencilerin değil,
öğretim görevlilerinin de takip ettiği Türkiye’nin çalışkan cins kafalarından
biri. İslam bilim felsefesi tarihi ve matematik tarihi üzerine çalışan
Fazlıoğlu’yla Papersense Yayınları arasından okuyucuyla buluşan üç yeni
kitabının tartışma konuları üzerinden ‘akıllı Türk’ü, ‘makul
tarih’i ve olan biteni konuştuk.
Ümitvâr
olmakla birlikte mevcuda ilişkin karamsar sayılabilecek bir tablo tasviri yapıyorsunuz.
Bugün Türkiye’de yolunda gitmeyen şey/ler nedir? Ve bunların gayrı safi milli
hasılanın artmasıyla düzeleceğine inanan çok sayıda insan var.
Tefekkür ile tedebbür[2] dolayısıyla fikir ile tedbir, zat bakımından aynı, itibar bakımından ayrıdır. Söylenenler tefekkür cihetindendir; tedebbür cihetinden değil. Bu nedenle kendimce fikirlerim “olması gereken” açısından ifade edilmişlerdir; “olan”a ilişkin tedbir hakkında fazla bir şey söylemezler. Başka bir deyişle olgu ve olayların hakikî mahiyetlerine ilişkindirler; ferdî hakikatlere değil. Ya da kısaca şöyle diyeyim, işin siyaseti ile değil hakikati ile ilgilidirler. İşte bu nedenle, olması gereken hakkında söylenenlerle olana bakıldığında karamsar bir tablo tasvir edildiği sanılıyor; nazarın noktası tashih edilirse tasvir de düzeleceğinden bu yanlış sanı da ortadan kalkar. Karamsar olsam, ne konuşur ne de yazardım. Karamsar değilim çünkü sona değil, yola bakıyorum; yani sonuca değil, sürece... Şöyle inanıyorum, sonuca odaklananlar ağır baskı altında kalırlar, sonuca ulaşmak için her yolu meşrû görürler; başaramadıklarında ise bunalıma girerler. Sürece dikkat kesilenler, farklı süreçlerin varlığını ön-görürler; süreçte olmak onları dâim ayık tutar; çünkü süreç sürer, süreklidir. “Yolunda gitmeyen şey/lere” gelince, çok şey söylenebilir; ancak en temelde sorun bir “yolda olmamak”tır; çünkü bir şeyin yolunda gitmesi için bir yolda olması gerekir. Başka bir deyişle, tedebbürün tedbiri, tefekkürün fikrine merbut[3] kılınmalı; siyaset de bir hakikatin mümaresesi olmalı. “Çok sayıda insan”ın düşüncesi anlamlıdır; çünkü herkes kendi derdiyle hem-hâldir; ama düşünce, tefekkür “az sayıda insan” içindir.
GAZETE DİLİYLE DÜŞÜNCE DİLİ KURULAMAZ
‘İşleri
nasıl yoluna koyarız?’ sorusunun reçetemsi bir yanıtı olmadığını söylüyorsunuz.
Bununla birlikte bir dil inşasından da söz ediyorsunuz. Bugün dünyayı
kavrayacak bir dilimiz yok mu?
“İşleri yoluna koymak”
çözümün başlangıcı; “nasıl” ise sorunun. Dediğim şu, nasıl sorusu
yanıtını yolun başında değil, bizatihi yolda bulur. Yolun başında oturup
düşünenler en nihayetinde ağlarlar; yola çıkanların, yürüyenlerin çözüm için en
azından bir ümitleri var demektir. Dil inşasından muradım, tefekkürün dilidir;
tefekkürün bir dili yok ‘Bu Ülke’de. Günlük dil ile dışa düşersiniz; içe değil;
bu da düşünce olmaz.
Bir dilin dünyayı kavramasının
zemini, öncelikle köklerini bir hayat görüşünde bulmasıdır. Günümüz Türkçesinin
zemininde bir hayat görüşü var mı? Var ise nedir? Sonra da kavramlar. Kavramı
olmayan kavrayamaz.
Kitaplarınızın,
özellikle felsefe-bilim yazılarınızın zor anlaşıldığı yönündeki eleştirileri de
bu açıdan görmek gerekiyor o halde. Günlük yaşam dilinden yani gazete dilinden
çıkmamız gerekiyor…
Yazılarım zor değil; yalnızca bir
dilleri var. Elbette elden geldiğince klasik Türkçeye sinmiş usûleynin[4]
kavramlarını dikkate almaya çalışıyorum. Kavramlar bilinmeden yargıların
anlaşılması zordur; sadece ezberlenirler.
Yaşamda kullandığımız herhangi bir dili terk
edelim demiyorum; yerinde kullanalım diyorum. Gazete dili gazetede kullanılmalı;
düşüncede değil. İnsana ait hiçbir şey birbirinin yerine ikame edilemez; her
şey yalnızca alt ve üst sınırları iyi tespit edilerek yerine konmalı ve
kullanılmalı.
TÜRK OLMAK, TÜRK KALMAK
Başımıza
neler geldiğini anlamamız gerekiyor ama önce belki ‘biz’e temas edersiniz.
Türklüğü, Selçuklu siyasetine müntesip olmak şeklinde açıklıyorsunuz.
Geçmiş ile gelecekte
karşılaşmaktan bahsediyorum ki o zaman o geçmiş tarihe dönüşür. Yoksa
geçmişteki bir olgu ya da olaya mücerret[5]
intisap[6]
hiçbir şeyi çözmez. Dediğim, bu toprakların tecrübesinden hareket etmek. Bu
tecrübenin içine Selçuklu da, Osmanlı da, Cumhuriyet de girer.
Öte yandan ‘Türklük’
sözcüğü, -lük ekinin imlediği üzere bir soyutluğu içer; daha çok Türk
olmak, Türk kalmak, kısaca hareket, süreç içinde olmak, yolu kendine mesken,
yürüyüşü tarz kabul etmek… ‘Biz’ sözcüğünün mefhumu itikadımızın,
kültürümüzün, medeniyetimizin, ne denirse densin, tarihî tecrübesidir;
aşkınlığı[7]
bağlamsallığında içkindir[8].
Dikkat edilmesi gereken, bu tecrübedeki sabiteler[9]
ile değişkenleri birbirine karıştırmamaktır.
BİZE AİT OLAN SORU KONUSU
KILINMALI
Bir
zamanlar iyiydik. Atlarımızı sınır uçlarında koşturuyor, medreselerimizde çağın
tüm bilimlerini derinlikle ele alıyorduk. Sonra ne oldu da bugün bu soruyu size
yöneltiyorum? O ilk kırılmanın tespitini nasıl yapıyorsunuz?
Beşerî eylemler kendilerine
delalet[10]
eden sözcüklerin mutlaklığı içinde ele alınmaz; çünkü her tür eylemimiz belirli
bir mekân-zaman içinde var-olan ilişkiler yumağıdır. Belirli koşullarda
varlığa gelirler; imkânlarını tüketirler ve varlık sahnesinden çekilirler. ‘Biz’
dediğimiz de bir eylemdir; bir hâdisedir; muhdestir[11];
mukayyettir[12]; tarihî
süreklilik içinde yol alır; var-olur ve yok-olur. Siz bugün bana bu içerikte
bir soruyu sorabiliyorsanız sürekliliğimiz devam ediyor demektir. Kırılmaya
gelince sürekliliğin herhangi bir formudur; varlığa gelmesinin pek çok şartı
vardır. Ayrıca, bu kırılma başka bir yerdeki inşalarla alakalıdır. Daha açık
bir ifade ile bize ait olanın soru konusu kılınması, biz-olmayanların diyarında
ortaya çıkan ve bizi de belirlemeye başlayan farklı ve bizce yeni durumlarla
ilgilidir. Bu nedenle felsefe-bilim tarihini bir kavga ve savaş tarihi olarak
okumamalıyız. Bundan sakınırsak kırılmalardan çok inşalara yönelebilir ve ne
olup bittiğini anlayabiliriz… Çünkü yanlışlarımıza ağıt yakmaktan bir türlü
doğrularımızı inşa edemiyoruz.
SÜREKLİLİK GEÇMİŞ VE GELECEĞİ
BİR ARADA TUTAR
En
sık vurgularınızdan biri de süreklilik. Süreklilik her alanda mı?
Süreklilik idrakin bir
özelliğidir her şeyden önce. Her şey, her şey ile ilişkilidir ve her şey, her
şeyin devamıdır. Sorun sadece siyasî süreklilik değildir. Süreklilik olmaz ise
düzen, nedensellik, yasalılık, vb. hiçbir şey olmazdı.
Çünkü süreklilik yalnızca
sübutiyetin[13] değil
aynı zamanda değişimin de zeminidir. Görünür olanı taşıyan görünmeyeni dikkate
almazsak, ahvali taşıyan zatı bilmezsek, ne kavramlarımızı inşa edebiliriz ne
de yargıda bulunabiliriz.
Usûleyn[14]
açısından süreklilik adetullah ve sünnetulah[15]
kavramlarının da içeriğini oluşturur zaten. Süreklilik hem geçmişi hem anı hem
de geleceği bir arada tutar çünkü...
EYLEMEYEN SEYREDER
Tarihimizi
bilmediğimiz için bir gelecek tasavvuru inşa edemiyoruz. Henüz ve hala bugünkü
Türkçeye aktarılmadığı halde İngilizceye aktarılan yazma eserler var
kütüphanelerimizde. Yayınevleri mi, akademi mi, devlet mi? Kim yapacak, nasıl
olacak?
Derdi olan herkes ilgilenecek,
ilgilenmeli… Başladı da zaten. Türkiye Yazma Eserler Kurumu
mesela… Bizim kültürümüz bir yazma kültürü; bu nedenle önce dökümü
çıkartılmalı, sonra tenkitli metinleri yayımlanmalı; sonra da çözümlenmeli… Her
zaman dediğim gibi, geleceğe ilişkin bir niyetimiz varsa bu tür işler bir
biçimde ele alınır. Biz bundan uzak olduğumuz için konuşup duruyoruz… Eylemeyen
seyreder…
BİLDİĞİNİZ GİBİ DEĞİL
Uluslararası
bir ekiple birlikte yazma eserler üzerinden bir çalışma yapıyorsunuz. O da
merak ediliyor, ne olacak çalışma sonunda, ortaya ne çıkacak?
Hep birlikte göreceğiz.
Felsefe-bilimde sonuçlar hemen ve kolay ortaya çıkmaz; o da süreklilik ister…
Bu projede çalışanlar yavaş yavaş araştırmalarını yayımlamaya başladılar.
Sahayla ilgili dergilerde pek çok makale neşrediliyor. Şimdilik ortaya çıkan
şey olarak şunu söyleyebilirim: Hiçbir şey bilindiği gibi değil… Nasıl?
Yayınlar arttıkça göreceğiz. Ama bunun için takip gerekli…
Kendi
kültürünü tanıma konusunda önceki yıllara nazaran daha sahici bir kıpırdayış
var gibi bugün. En azından İtibar’daki yazılarınız ve kitaplarınız ciddi yankı
buldu. Neler dersiniz?
Katılıyorum. Dertli insanların
sayısı artıyor demek ki… Dert derken geleceğe ilişkin niyetleri olan, teklifi
bulunan insanları kastediyorum. Teklifimiz var ise derdimiz de var demektir;
derdimiz var ise hem-hâl olup yola düşmüşüzdür. Şuna hep inandım: Bir yerde
bulunmanın, kendine has bir işe kalkışmanın, hatta kendine ait bir cümle
kurmanın asgarî zemini bir teklif sahibi olmaktır. Yankı bulmak da bununla
ilgili, söz menzile girmişse birine değer hiç şüphesiz.
Nitekim Taşköprülü-zâde şöyle
der: “Her bilginin bir menzili vardır; o menzile varmadan, o bilgi nâzil[16]
olmaz; çünkü nuzûl[17],
menzile tabidir.” Demek ki derdin, bilginin menzilindeyiz.
İNSAN YENİLENMEDEN HAYAT
YENİLENMEZ
Üçü
yeni, dört kitabınız yayımlandı. Yazılarınızın kitaplaştırılması yönünde talepler
vardı. Uzunca bir süre bundan uzak durdunuz. Şimdi üç yeni kitapla bize ne
demek istiyorsunuz?
Bir kaç yıl önce benzer bir
soruya kısaca şöyle yanıt vermiştim: “Düşünmek yola çıkmaktır ve ben de
yolda olduğumu ümit ediyorum. Yolda olduğumdan da hiçbir fikrimde kemal
görmüyorum. Kitap ise ciddi bir iştir; kendimi, henüz, o ciddiyetin altına
girecek yetkinlikte hissetmiyorum.”
Kendime ilişkin kanaatim
değişmedi; ancak bir noktayı atlamışım; o da yol arkadaşlarımın, dostlarımın
aynı kanaatte olmadığı. Neticede yazılarımın kitaplaştırılması, başta M. Ali
Çalışkan olmak üzere yol arkadaşlarımın marifetidir... Bu kitaplar yine de bir
şey demek istiyorlarsa dedikleri şöyle özetlenebilir:
Bir insanın kendine ilişkin
kanaati değişmeden, olgu ve olaylara ilişkin bakış-açısı değişmez; çünkü insan
yenilenmeden hayat yenilenmez...
Kaynak:
Genç, Y. (Aralık, 2014).
Yanlışlara ağıt yakmaktan doğruları inşa edemiyoruz, Yeni Şafak Pazar Eki.
https://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/yanlislara-agit-yakmaktan-dogrulari-insa-edemiyoruz-2038241
Teşekkür:
Bu değerli röportaj ile
İhsan Fazlıoğlu okumalarına katkı sağlayan Yeni Şafak gazetesine ve Sayın Yusuf
Genç’e teşekkür ederim.
[1] Genç, Y.
(Aralık, 2014). Yanlışlara ağıt yakmaktan doğruları inşa edemiyoruz, Yeni Şafak
Pazar Eki. https://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/yanlislara-agit-yakmaktan-dogrulari-insa-edemiyoruz-2038241
[2] Tedebbür, bir işin neticelerini ve
âkıbetini düşünmektir. (Kaynak: http://www.islamveihsan.com/tefekkur-nedir-teemmul-nedir-tedebbur-nedir.html)
M. Negiz.
[3] Merbut: 1.bağlanmış,
bağlı olan. 2.ilişik bulunan, ilişkin. (Muhammet Negiz).
[4]
Usûleyn: İki usûl (usûlu'l-fıkh ve usûlu'd-dîn).
[5]
Mücerret: 1.Soyut, 2. Katışık ve karışık olmayan, 3. Evlenmemiş, bekâr
[6]İntisap:
1. Bağlanma, 2. Girme, 3. Kapılanma
[7]Aşkın: İng. transcendent 1. Bir düzeyin ötesine yükselen, verilmiş bir
sınırı aşan. 2. Üstün olan; insanlık düzeyinin üstüne çıkan (Tanrı). 3. Göz
önüne alınan alanın dışına çıkan; özellikle bilinci aşan, bilincin dışına
çıkan. 4. (Kant'ta) Olabilecek her türlü deneyin sınırını aşan, insan bilincini
aşan. 5. Doğayı, gerçekliği aşan: doğaüstü, duyuüstü. Karşıtı bk. İçkin.
[8]İçkin: İng. immanent (Lat. immenens = içinde
kalarak, içinde olarak < in = içinde; manere =kalmak transiens (aşkın) = bir
şeyin ötesine geçerek, "aşarak"ın karşıtı) 1. Yalnızca bilinçte olan,
yalnızca bilinç içeriği olarak var olan (şey). (Bilinçte içkin.) 2. Deney
içinde kalan, deneyi aşmayan (şey). (Deneyde içkin.) 3. Dünya içinde, dünyada
olan (şey). (Dünyada içkin.) BSTS /
Felsefe Terimleri Sözlüğü 1975
[9]Sabite:
1. Değişmeyen, kımıldamayan. 2. Kanıtlanmış, anlaşılmış. 3.Bir formülde geçen
ve önceden belirlenmiş bulunan değişmez nicelik. 4. Görünürde hareket etmeyen
yıldız
[10]
Delalet: a. (dela:let, l ince okunur) esk. 1. Kılavuzluk, aracılık. 2. mec. İz,
işaret.
[11] Muhdes: sf. 1. Yeni kurulan,
sonradan oluşturulan. 2. a. mim. Yapının özgün biçimlerine uygun olmayan
sonradan yapılmış bölümler.
[12] Mukayyet: sf. esk. 1. Bağlı olan,
bağlanmış. 2. Bir şart veya kayıtla bağlı olan. 3. Yazılmış, yazılı, kayıtlı.
[13] Sübutiyet:
Sabit olma, kesinlikle değişmeme. https://www.luggat.com/s%C3%BCbutiyet/1/1.
[14] Usûleyn:
İki usûl (usûlu'l-fıkh ve usûlu'd-dîn)
[15] Adetullah
/ âdetullah: Allah'ın kâinatta
uyguladığı kanun ve prensipler. Allah'ın
kâinatta câri olan usûl ve kanunu, sünneti. (Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız
bütün varlıkların nasıl hareket edeceklerini belirleyen Allah’ın emirleri,
O'nun koyduğu değişmez düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana
gelir. Işık, geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer
âdetullahdır. https://www.luggat.com/adetullah/1/1
[17] Nuzûl: Sözlükte
inmek, yukarıdan aşağı düşmek, yağmur yağmak manasındaki “nezele” kök fiilinin
mastarıdır. http://hadis.ihya.org/hadis-sozlugu/nuzul.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder