Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın Sayın Vefa
Taşdelen tarafından yöneltilen sorulara vermiş olduğu yanıtlardan
oluşan ve Bizim Külliye isimli üç aylık kültür ve sanat dergisinde yayımlanan “Şehir ve
Kitap Üzerine” başlıklı röportajını istifadenize sunuyorum. Bizim
Külliye dergisi ve Sayın Vefa
Taşdelen’e katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
Kendisine yöneltilen sorulara yanıt veren Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu, mevcut
durum hakkındaki tespitlerini paylaşırken, can alıcı soruyu da sormuştur: “Çünkü sorun,
yalnızca malzemeye sahip olmak değil; bir amaca sahip olmak; bu amacın
gerektirdiği malzeme, gereksinim doğrultusunda edinilirse, hem süreklilik
ortaya çıkar, hem de ona ulaşım yolları, elden geldiğince verimli inşa
edilebilir; gerisi boş bir hikâye. Tüm dediklerimizin özeti nedir? Kanımca
şudur: Sorun, daha derin, bilgiye talip olma sorunu... Şu deyişi
unutmamalıyız: Malumat olmadan marifet, marifet olmadan ilim, ilim olmadan
irfan sahibi olunmaz. Kısaca: Derdimiz ne bizim? Kişi olarak, millet olarak?”
Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları
tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet NEGİZ
26.06.2018
PROF. DR. İHSAN FAZLIOĞLU İLE RÖPORTAJLAR
SERİSİ-V:
ŞEHİR VE KİTAP ÜZERİNE[1]
Uzun süredir, doğu ve batı kültürünün
klasik eserleri ile meşgulsünüz. Bu okuma serüveniniz esnasında, kitapların ve
kütüphanelerin oluşumu ile kültür ve medeniyetlerin oluşumu arasında nasıl bir
ilişkiyle karşılaştınız? Medeniyetin oluşumunda kitabın ve kütüphanenin nasıl
bir yeri var?
Kitap, kitâbe(t) sözcüğünün de işaret ettiği
üzere, köken itibariyle yazıt ile ilgilidir. Bu nedenle, soru, yazının icadına
değin geri gider. Başta Sümerler olmak üzere, 17 farklı kavmin gelip geçtiği
Mezopotamya’da, çivi yazısıyla yazılmış tabletler için ‘kütüphaneler’
kurulmuştu.
Benzer durum, Mısır papirüs kütüphaneleri
için de geçerlidir. Buralarda, tablet ya da papirüs örnektir; her türlü
malzemeye yazılan ‘kitaplar’ için depolar bulunmaktaydı. Elbette,
‘kütüphane’ sözcüğünün mefhumu farklıydı; ancak, bir çekirdek
misali ileride olacağı şeyi kuvve hâlinde içeriyordu.
İnsanî eylemler, amaçları dikkate alınarak
belirlenir. Yazının ve yazılı malzemelerin amacı neydi? Mevcut bilgi üretimini
kayda geçirmek, istiflemek, korumak ve aktarmak. Öyleyse yazılı malzeme,
kültürler için bireysel belleği (hâfıza) aşan ve bireyin ölümüne bağlı olmayan
bir dışbellek oluşturdu; ve sürekli başvuruldu.
Koruma, öncelikle dinî konularda ortaya çıktı
ama en etkili kâtip ve hâsib sınıfının gereksinimiydi. En genel anlamıyla,
devletlerin gereksinimleri için üretilen bilgi, muhafaza edildi ve aktarıldı.
Başka bir etmen öğretimdir; muhafaza edilen bilginin, nesiller arası aktarımı
için oldukça fazla yazılı metin üretildi.
Bunun dışındaki yüksek bilginin üretimi,
kayda geçirilmesi ve aktarımı, ehliyet ve niyet konularında her zaman tartışma
yarattı. Platon’un diyaloglarında işaret edilen bu durum, Eski Mısır’a kadar
geri gider... Astrolog, simyacı vb. öbekler bu nedenle şifreli metinler kaleme
aldılar. Tartışma, İslâm temeddününde de farklı gerekçelerle sürdü; sonuç
itibariyle, belirli alanlardaki bilgiler farklı üst-sırlı dillerle kayda
geçirildiler.
Şimdiye değin söylenilenler, hakikî anlamıyla
kütüphaneye işaret etmezler; çünkü mefhum olarak ortada henüz kitâb yoktur.
Kaynaklarda, “İskenderiye Kütüphanesi’nde 400 bin cilt kitap mevcuttu”
denilişi, bir şehir efsanesidir; burada kast edilen, papirüs, rulo, tablet ve
diğer yazı malzemeleridir ve demek istenilen, 400 bin parça malzemedir. Daha
sonra, bu deyiş, bir vecize hâlinde gelmiş, bir kütüphanede fazla kitap
bulunduğuna işaret etmek için “400 bin cilt kitabı var”
denilmiştir; deyiş, büyük oranda İslâm Medeniyeti’nde yaygınlaşmıştır ve esas
itibariyle, İskenderiye örneğinde, kendinden önceki kültürlere bir meydan
okumadır.
Kitap, yazma biçimiyle, İslâm temeddününün
bir icadıdır; ve medeniyet ile felsefe-bilim tarihinde bir kırılma noktasıdır.
Çin’in ipeğe dayalı kâğıt üretimini ucuz malzemelerle yapan Uygur ustalarının,
Abbasî yöneticileri tarafından istihdamı ile yeterli kâğıt (ki, Çince’dir)
üretimi gerçekleşmiş; bu alt yapı sayesinde, Bağdâd’daki Beytu’l-Hikme’de,
bildiğimiz çeviri hareketi gerçekleştirilebilmiştir. Bu nedenle, kitâb,
tarihte, bilgisayar ile mukayese edilebilir. Artık bilgi daha güvenilir ve
taşınabilir bir dış-belleğe kavuşmuştur; böylece, tarihteki yatay ve dikey
yolculuğu daha sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmiştir.
Sorunuzun yanıtı şu olabilir: Kitap,
hâfızadır; bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler, bu hâfızayı, elden
geldiğince çoğaltmaya çalışmışlardır. Hacimce büyük ve çeşitçe zengin
kütüphaneler, tarihte üretilmiş bilginin elde tutulması anlamına geliyordu.
Kitap, bir tür fetihti; bilginin fethi...
Dolayısıyla, bizatihi kitabın kendisi değil, muhafaza ettiği bilgi,
medeniyetlerin oluşması, gelişmesi ve katkıda bulunması için olmaz ise olmaz
bir koşuldu. İki kapak arasında saklı olanın çözümlenmesi ve anlaşılır
kılınması, özellikle zihinlere aktarımı, bir kültürün mesafe kat etmesi
demekti.
Elbette, kitap, kendi evrenini, uzayını
yarattı. Kâğıt, mürekkep, yazı malzemeleri, cilt, hat, süsleme sanatları ve
öteki çok çeşitli unsurlar. Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylarda
ağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak üzere, camiler, medreseler ve
rasathanelerde dinlenildi. Bu ve öteki nedenlerle, medeniyetlerin olmaz ise
olmazları arasına girdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu; kalem, yaşattı; kitap
sürdürdü denilebilir.
Kadim şehirler, felsefenin,
düşüncenin, kültür ve medeniyetin filizlenme noktaları... Atina, İskenderiye,
Bağdat, Kâhire, Kurtuba, Semerkant, Buhara, İstanbul gibi merkezler, yazı
kültürünün geliştiği, okunduğu, okunmakla kalmayıp çoğaldığı merkezler. Bu
açıdan bakıldığında, kitap ve şehir arasındaki ilişkiyi nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Her şeyden önce, bilgi, kültür, üst bir üretimdir
ve maddî ile manevî güvenliğin olduğu, boş vaktin bulunduğu şehirde ortaya
çıkar. Öyleyse, doğal olarak, bilginin hâfızasının da şehirde mütedavil olması
oldukça olağan bir durum. Medine-i Münevvere, “Aydınlanmış Şehir”
demektir; aydınlatan da, bilgidir; sıfatının ilâhî olması, bilginin değerini
yükseltir; mahiyetini değiştirmez. Bu nedenle, yazı ve ona ilişkin her şey, son
derece önem kazanmıştır İslâm şehrinde.
Nübüvvet’ten sonraki makam ilim’dir; ilmin bu
kadar değerli olduğu yerde, onun hâfızasının da, kıyâsla, aynı şekilde olması
kaçınılmazdı. Dikkatinizi çekerim, önemli olan kitabın bizatihi sureti değil,
vazifesi, dolayısıyla amacı...
Unutmayalım ki, bizzat Peygamber, kendini “İlim
Şehri”ne benzetmiş; kapısı olarak da, Hz. Alî’yi işaret etmiştir. Bu
nedenle, köyde, dağda, bayırda tespit etseniz de, bilgiyi sunacağınız yer
şehirdi; hâlen de böyledir; orada kayda geçer, orada çoğaltılır; orada
müfredata girerdi.
İslâm tarihi boyunca, bir şehrin kayda değer
olması, yüksek İslâm kültürünü temsil etme oranına bağlıydı. Mehmed Fenârî,
Bursa’da, XIV. yüzyılın sonunda, Osmanlı ilmiye teşkilâtını kurmaya
başladığında yaptığı ilk iş, kitap sayısını çoğaltmaktı. Bu gerekçeyle, Cuma
gününün yanısıra, öğrencilerin sırf kitap istinsah etmesi, çoğaltması için de
Salı gününü tatil etti. Daha sonra bu bir gelenek halini aldı; medrese tatil,
ama kitap çoğaltmak için; amaç, Sultan Yıldırım Bâyezid’in siyasî idealine
uygun olarak, Bursa’nın yüksek İslâm kültürünü en yüksek derecede temsil edecek
bir seviyeye gelmesi...
Kitap, klasik dönemde, iddianızın
göstergesiydi; özellikle siyasi teklifinizin ciddiyeti, ülkenizde bulunan âlim,
kütüphane ve kitap sayısıyla ölçülürdü... Sizde yoksa başkasına ne
verebilirdiniz ki? Fas elçisi, 1589’da ziyaret ettiği İstanbul’u tasvir
ederken, en çok, kitaptan bahseder: “Çok yeri dolaştım; bu kadar çok
kitabı bir arada yalnızca bu Şehir’de, İstanbul’da gördüm”.
Çarşı-pazarın kitap kaynaması, bir ülkenin
siyasi gücüne işaretti. Kısaca, halk dilinde, hak-hukuk bilmeyen insan için “Kitapsız
adam denir” ya; aynı durum, şehir için de geçerlidir; “Kitaplı
şehir” hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığı da “Kitapsız şehir”.
Kitap, Müslüman zihni için o kadar önemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri,
ötekilerden ayırmak için “Ehl-i kitap” denilir; yani “Bir
kitaba mensup olanlar”. Bir anlam-değer dünyasına mensubiyeti, kitap
üzerinden dillendirmek son derece dikkat çekicidir.
İnsanlık tarihindeki trajik
olaylardan biri de, kütüphanelerin yakılmasıdır. Kütüphanelerin yakılması,
nasıl bir ruh halinin eseri olabilir?
Öncelikle, bir ayrım yapalım. Bir eylemin
bilgisine sahip olmayan bir insanın, o eylemde belirli bir kastı olmaz;
Moğollar gibi... Camiyi, saray; minberi, taht sanan bir kişiden, kitabın ve
kütüphanenin ne olduğunu bilmesini bekleyemeyiz.
Kısaca, kuralı şöyle koyabiliriz: Kişi, doğru
ve yanlışı, idraki oranında tahkik edebilir; bu nedenle, tenkitte, kast
dışında, kişinin idrak oranı göz önünde bulundurulmalıdır. Burayı geçelim...
İkinci tür kitap yakma nedir? Herhalde,
ısınmak için değil! İnsanlar, kitap yakmazlar, o kitapların içerdiği ve temsil
ettiği anlam-değer dünyasını yakarlar. Bu nedenle, yakılan, bizatihi kitap
değil koruduğu bellektir; sahip olduğu iddialardır. Bu, gayet doğaldır.
Çatışan iki farklı anlam-değer dünyası, birbirine ait olan her
şeyi, tüm simgeleri yok eder. Unutmayalım ki, klasik dönemde bilgi, mahallî
yapılarla, anlam-değer dünyasıyla çok iç içedir. Bu meyanda, ilk kültür
emperyalizmi denilebilecek eylemi, Büyük İskender yapmıştır. Pers devletini ele
geçirince, etrafında bulunan bilginler -ki, biri, hocası Aristoteles’in
yeğeniydi-, önemli buldukları bilgileri Yunanca’ya çevirmiş; asıllarını yok
etmişlerdir. Bu, pek çok kaynakta vardır; özellikle Kutbuddin Şirâzî, Şerh
hikmet el-işrâk adlı eserinde, bu vakıayı, felsefe tarihi açısından inceler.
Şimdiye değin verdiğimiz bilgiler birer
tespittir. Ve bu, bugün de böyledir; yarın da öyle olacaktır! ABD’nin soğuk
savaş döneminde, Sovyet kaynaklı; Sovyetler’in de ABD kaynaklı kitaplara
yaptıkları ortadır. Irak Savaşı’nda, kütüphanelere yapılanlar bilinmektedir.
Türkiye’de de farklı açılardan benzer olaylar yaşanmıştır.
Elbette, insanlık tarihinin şu merhalesinde
her şey inceldiği gibi, bu konudaki yok etme teknikleri de incelmiştir. Tarihte,
insanın doğasından kaynaklanan olgu ve olaylara bakılmalıdır; ahvâle değil.
İnsan, kendi dünyasını korumak için başka
dünyaları yakar, yıkar; bu, başka dünyanın tecessüm ettiği şey kitap,
bilgisayar, bina ya da devlet olabilir; fark etmez. Hâsılı, insan kendini
trajik bir varlık kabul ettiği sürece, bu tür trajik eylemler de yapacaktır...
Bağdat Kütüphânesi (“kütüphâne”yi
aynı zamanda birikim anlamında da kullanıyorum), İslâm kültürü açısından
büyük bir oluşumdu. Yok olmasının, İslâm kültüründeki bu oluşum sürecine ciddi
boyutlarda zarar verdiği söylenilebilir mi? Gerileyişin başlangıcı olarak
görülebilir mi? Bu kütüphâne, ne kadar özgün bir kütüphânedir? Yoksa Ernest
Renan[2]’ın
dediği gibi, İslâm kültürü içindeki İslâm dışı unsurların oluşturduğu bir
kütüphâne midir?
Öncelikle bir tashih... Kendimize ait
konuları, Batılıların dediklerini dikkate alarak tartışmamalıyız. Hele hele,
XIX. yüzyıl oryantalistlerinin ‘kültürel terörüne’ azamî dikkat
etmeliyiz. Ağzı olan konuşmuş... Bir deli, kuyuya taş atıyor; biz de çıkarmaya
çalışıyoruz. Bir tabip, kocakarı teşhisini tahlil etmeye uğraşmaz; kendi
muayenesini yapar. Dolayısıyla, Renan gibilere ayrılacak vaktimiz olmamalı.
İkinci olarak, gerileme-ilerleme gibi kavram
çiftleriyle tarihi okuyamayız. Tarihî olayların pek çok değişkeni
bulunmaktadır; indirgemeci olmamalıyız. İslâm Ülkesi’nde, Moğollar, yalnızca
Bağdâd’ı yıkmadılar. Ayrıca, Moğollar geldiğinde, Bağdâd’da Beytu’l-Hikme
de yoktu ve Bağdâd rakipsiz bir şehir değildi; başka bir deyişle, Bağdâd, İslâm
temeddününün sıklet merkezi değildi. Bu nedenle, “Bağdâd gitti, her şey bitti”
düşünüşü bırakılmalıdır.
Hemen Bağdâd’ın düşüşünden sonra kurulan Merağa
matematik-astronomi okulunun kütüphanesine bakıldığında -ki,
yukarıda işaret ettiğimiz vecizeyi kullanarak 400 bin ciltlik bir
kütüphanesinden bahsedilir, ancak doğru değildir-, ciddi bir yekûnla
karşılaşılır. Sonuç itibariyle, yalnızca Bağdat’ın düşüşü değil, tüm Moğol
istilâsı, İslâm Dünyasının Doğu’sunu –ki, İslâm dünyasının Batı’sı da var-,
sarsmış ve sendeletmiştir; ama kısa sürede toparlanılmıştır. Öte yandan, Moğol
istilâsı, İslâm dünyasında, farklı ilmî-fikrî terkiplerin de ortaya çıkmasına
vesile olmuştur. Şerden, bazen rahmet hâsıl olur..., Olmuştur da...
Biraz da, Endülüs
kütüphanelerinden bahsedelim isterseniz. Oradaki birikimin, külliyatın, Batı’ya
aktarımı konusu da dikkate alındığında, neler söylenilebilir? Bağdat kütüphanesi
ile Batı medeniyetinden alınan katkı, Endülüs kütüphanesi ile yeniden Batı’ya
mı aktarılmıştır?
Öncelikle, İslâm medeniyeti, Batı’dan bir şey
almamıştır; Mezopotamya, Eski Mısır gibi kadim kültür havzaları yanısıra, Hint
ve İran ile Eski Yunan ve Helenistik kültürünü tevarüs ve temellük etmiştir.
Temellük önemlidir, çünkü İslâm Medeniyeti’nde, hâlâ her şeyi tercüme
hareketiyle başlatanlar var. Tercüme hareketi, bir şey başlatmamıştır; tersine
tercümelere, zaten başlamış bir harekete destek için kalkışılmıştır.
İkinci olarak, o dönemde, Batı diye bir şey
yoktur; tersine Birûnî gibi İslâm bilginleri, mantık biliminin ilkelerini göz
önünde bulundurarak, Çin ve Hint ile İslâm-öncesi Asya’yı, Doğu; İslâm ve
Akdeniz kültür havzasını, Batı diye kabul ederler.
Modern ve Çağdaş kavramlarla, tarihî olgu ve
olayları incelememeliyiz. Bu tür alma ve verme olguları, modern ulus devlet
kavramlarıyla okunuyor. İslâm bilginleri için nazarî ilim, insanlığın ortak
malıdır. Taşköprülüzâde ne diyor: “Nazarî ilimlerin kavmi, dini, olmaz...”
Evet! Kadim miras tevarüs ve temellük edildi; çevrildi ve her
şeyden önce kadim birikim, ‘kitap’ haline getirildi. Bu nokta,
son derece önemlidir; Müslümanlar tespit ettikleri tüm kadim mirası
kitaplaştırmışlardır; kitaba dökmüşlerdir.
“İslâm Medeniyeti, bir yazma/yazı
medeniyetidir” derken, kast edilen budur. Zamanımıza gelen İslâm öncesi, örnek
olarak, astronomi eserleri kaç tanedir; hepsini bir masaya sığdırabilirsiniz.
Ama İslâm Ülkesi’nde kaleme alınmış irili ufaklı astronomi
kitapları için birkaç oda gerek. Niçin?
Çünkü kâğıt, dolayısıyla İslâm Medeniyeti’nde
icat edilen kitap, bilgiyi çoğalttı, özellikle Büyük Selçuklu ve Osmanlı
döneminde öğretim kurumlarıyla, toplumsallaştırdı.
Süreç içinde ve pek çok değişik nedenlerle,
Avrupa, İslâm birikimini uzun bir zaman diliminde, kendi ölçütleri içinde,
çevirdi. Hemen söyleyelim, Avrupa’da da çeviri etkinliğine belirli bir bilinç
eşlik eder; bu bilinç çevirilerle başlamadı; tersine bu çevirileri olanaklı
kıldı. Aktarım da, yalnızca Endülüs’ten yapılmadı; bunun yanısıra, Sicilya,
Trabzon ve İstanbul da birer merkezdiler. Seyyahların ve Avrupalı bilginlerin
özel girişimlerini hiç saymıyorum.
Diyeceğim şu ki, derdi olan, bilgiye kayıtsız
kalmaz; çünkü bilgi, kendine kayıtsız kalana acımaz. Kadim dönemde, bilginin
büyük bir bölümü de, ‘haricî hâfıza’da yani kitaptadır. İslâm’ın
da, Avrupa’nın da yaptığı, iddialarına paralel olarak, bu birikimi temellük
etmektir.
Bugün, İslâm kültür geleneği
içinde, özgün bir kütüphane oluşumundan, özgün bir külliyât oluşumundan söz
edebilir miyiz?
Bu tür sorulara, benzetmeyle verdiğim bir
yanıt var: Dil, önce konuşulur, sonra dilbilgisi (gramer) yazılır. Bizim zihin
yapımızı, daha çok, ‘medeniyet’ kavramı belirlediğinden dolayı,
tarihî olanda kalıyor, hareket içre olanı anlayamıyoruz; bu nedenle, medeniyet
yerine, usul-i dîn ve usûl-i fıkh’ın, ‘temeddün’
kavramını tercih ediyorum.
Ne demek bu? İslâm Hayat Görüşü’nü,
hareket, dolayısıyla değişim içre modellemek ve idrak etmek... Bu çerçevede,
İslâm temeddünü ölü değildir; hareket halindedir ve her konuda üretimi devam
etmektedir. Üretimin özgünlüğü zamansaldır ve gereksinimlere bağlıdır; önemli
olan, pek çok farklı, hatta birbirleriyle çelişik fikrin geliştirilmiş
olmasıdır.
Kişisel kanım, İslâm Hayat Görüşü, tarihî yürüyüşünü devam
ettirdiğinden, üretimi de sürmektedir. Bu bir ırmağa benzer; kaynağı sürekli
olduğu sürece, bazı mevsimler, suyun azalması olasıdır; ama kurumadığı sürece
çoğalma olanağı her zaman vardır.
Aynı soruyu Batı kültürü
açısından sorayım: Orada durum nedir?
Entelektüel/zihnî faaliyetlerde, siyasî
tabanlı Doğu – Batı ayrımı, pek de açıklayıcı görünmüyor. Nereden başlar,
nerede biterler; ne zaman başladılar; ne kadar sürecekler? Hem, Hak ile
Bâtıl’ın sabit coğrafyası olmaz; Doğu’da da olabilir, Batı’da da... Zihnimizi,
bu tür kavramlarla kayıtlamamalıyız.
Sorunuzdaki külliyatı ve kütüphaneyi, bilgi
birikimi olarak anlarsak eğer, elbette, Dünya’nın her yerinde, ülkeler, sahip
oldukları iddia ve olanaklara paralel olarak üretimlerini sürdürmektedirler.
Tersi durumda, tarihten düşerler.
“Sözlü kültür”
ve “yazılı kültür” diye bir ayrım yapabilir miyiz? Eğer böyle bir ayrım
yapılabileceksek, doğu kültürünü “sözlü kültür” sınıflandırmasında
değerlendirebilir miyiz? Bunun, Batı’lı anlamda bir felsefe geleneğinin
oluşmamasına, ama daha farklı bir tefekkür biçiminin ortaya çıkmasına neden
olduğu söylenilebilir mi?
Bu sorunuzdaki Doğu ve Batı kavramları için
de, yukarıda söylediklerim geçerlidir. Eğer Doğu’dan, İslâm’ı anlıyorsak, “İslâm
kültürü, sözlü kültürdür” yargısı, tamamen bir şehir efsanesidir.
Yukarıda da işaret ettiğim üzere, “İslâm Medeniyeti, bir yazma, bir yazı
medeniyetidir” ve kendinden önceki ulaşabildiği tüm ilmî mirası
temellük ederek kitaba dökmüştür, kitaplaştırmıştır. Biraz önce de işaret
etmiştim: İslâm Medeniyeti’nde üretilen eserlerin miktarı, kendinden
öncekilerle mukayese bile edilmez. Elbette bu durumun pek çok nedeni vardır;
kâğıt, öğretim vs...
Yazı’nın, bizim için ne anlama geldiğini
idrak için gereğinden fazla konuşmamıza gerek yoktur. Çünkü yazı, bizde,
Varlık’ın tecellilerinden biri olarak kabul görmüştür: el-vucûd
elhattî/kitâbî... Daha ne diyebiliriz ki? Kitâbet’i/ Yazı’yı, Varlık’ın
bir tecellisi olarak gören bir medeniyeti anlamak için yalnızca sözlü kültür
içinde boşa konuşmak yetmez; biraz kitap okunmalı!
Kalkaşendî’nin Subh el-aşâ’sı,
İbn Haldûn’un el-Mukaddime’si... belki de Taşköprülüzâde’nin
Miftâl el-saâde ve misbâh el-siyâde’nin birinci cildi...
Özellikle yazınsal varlık’a ait bilim
dalları, içerikleri ve kaleme alınan eserler kısmını okumak konu için iyi bir
başlangıç olabilir.
İkinci olarak, sözlü ve yazılı kültür,
birbiri yerine ikame edilecek iki ayrı sözcük değildir; birlikte var olan sözcüklerdir.
Miktarı artabilir ya da eksilebilir ama her yerde birlikte vardırlar. Olmaları
da gerekir... Çünkü her yazılı kültür, belirli oranlarda sözlü kültüre dökülür;
tersi de doğrudur; sözlü kültür de yazıyla kayıt altına alınır; böylece
birbirini besleyerek birbirlerini var kılarlar ve zenginleştirirler.
Sorunuzun ikinci bölümündeki, “Batı’lı
anlamda felsefe geleneği” teriminden ne anlamalıyız? Ve ayrıca, bizdeki
“farklı bir tefekkür biçimi” nedir? Bunlar, benim bildiğim
konular değil açıkçası...
Felsefe-Bilim’in tarihi ve problematiği ile
ilgilenen biri olarak, Mezopotamya - Mısır - Anadolu - Eski Yunan - Helenistik
Dönem - İslâm - Ortaçağ Avrupa - Modern Avrupa ve Çağdaş Dünya... sürekliliği
içinde olup bitenler, üç aşağı, beş yukarı aynı kümede tanımlanabilirler. Kasıt
eğer, XVII. yüzyıldan itibaren, Batı Avrupa’da gelişen, özellikle de Immanuel
Kant’tan sonraki bilişsel (kognitif) yapının tahlili anlamındaki felsefe
ise, bu felsefenin/tefekkürün bizatihi kendi değil belirli bir zaman ve
zemindeki tecellisi ile ilgilidir.
Bizde, her zaman bir felsefe/tefekkür/düşünce
geleneği olmuştur; hiç bir zaman kesintiye uğramadı ve halen de devam
etmektedir. Ancak, bunun görünümleri farklı olabilir. Çoğunlukla söylediğim bir
şey vardır: Bilgi, esas itibariyle, iç-mahsusun (tecrübiyât) ya da dış mahsusun
(vicdâniyat), makul hâle getirilmesidir. Bu nedenle, modern dönemde, Batı Avrupa’da ortaya çıkan, özellikle
önce dış, sonra iç-mahsusa ilişkin çeşitli âlet ve teorilerle, elimizdeki
verilerin farklılaşması ve başkalaşmasıdır; bu da doğal olarak makulleştirme
sürecini dönüştürmüştür. Başka bir deyişle, malumat değişince, marifet ve dahi
bunun da üzerine yükselen ilim/bilgi de başkalaşmıştır.
Kitap ve zihin arasında nasıl
bir ilişki kurulabilir? Nietzsche, “beslenme biçimleri”nden, “beslenme
kaynakları”ndan söz eder bir kitabında. Kitap, bir beslenme kültürü müdür
gerçekten, bir mutfak mıdır? Bizim için uygun olan, bünyemiz için iyi olan
mutfak ve beslenme biçimi nasıl olmalı? Kendimize özgü bir zihin mutfağından söz
edebilir miyiz?
Daha önce de dile getirildiği gibi, insan
eylemlerinde, niyet ve amaç önemlidir. Taşköprülüzâde’nin ifade ettiği üzere, “bilgi
aklın kulluğu” ise, amaç bilgi edinmektir, bilgilenmektir. Bu nedenle,
insan aklı bilgiyle beslenir... Kitap, bilginin muhafaza edildiği bir araçtır;
ondan önce tabletti, papirüstü, parşömendi vb. Bu nedenle, bir kitap
romantizmine gerek yok diye düşünüyorum. Ancak, Nietzsche’nin kastı “okumak”
ise evet, aklın en önemli beslenme eylemlerinden biri, okumaktır.
Kişisel olarak, aklın beslenmesini, beş türlü
eyleme ilişkin görüyorum: Birincisi Doğa, –ki, o da bir okuma türüdür;
ikincisi, Tekhne yani insanın yapıp ettikleri; üçüncüsü, yazılı metin;
dördüncüsü ise anlatım ki, eğitimden başlar, sohbete kadar sürer... Ve belki,
son olarak, insanın nefis muhasebesi... Hepsi de, aklın beslenme kaynaklarıdır
kanaatime göre...
Son olarak, genel anlamda İslâm ülkelerindeki,
özel anlamda, Türkiye’deki kitap okuma ve kitap üretme tutumunu nasıl
buluyorsunuz? Entelektüel bir olgunluktan/yeterlilikten söz edebilir miyiz?
Her şeyden önce, tekrar anımsatalım: Âletler
–ki, kitap da bir âlettir- insanın bir niyeti ve amacını gerçekleştirmek üzere
icat edilirler. Yazılı malzeme, bilginin muhafazası ve aktarımı içindir.
Elbette, her âlet kendi çevresini, uzayını da yaratır ve kendine ilişkin
binlerce insanî değer ortaya çıkarır; bu değerler, kültürden, ilmî, siyasî ve
iktisâdi, hatta şahsî yapılara kadar sirayet eder. Tarih boyunca, bu, böyle
olmuştur...
Matbaanın kullanımı sonucunda ortaya çıkan
basılı kitap, ticari kapitalizmin arzularıyla birleşince, ortaya müthiş bir
ticarî meta çıkmıştır; yazma eser de, daha önceleri böyle idi; ancak, büyük
oranda gereksinimlere bağlıydı.
Örnek olarak, kendi kitabını istinsah
edebilirdin; ancak, kendi kitabını basamazdın, çünkü tek bir kitap basılmazdı.
Bu durum, üniversitelerin yükselmesi, akademik kariyerlerin netleşmesi,
dergilerin yayımlanması, muhtelif kurumların basılı metnin gücünden
yararlanmaya çalışması gibi etkenlerle dev bir iktisadi sektör halini aldı.
Dolayısıyla, kitap, bilginin korunması ve
aktarımını üstlenen bir araç olmaktan çıktı, ticari bir meta oldu... Hatta XX.
yüzyılda, psikolojik bir meta haline geldi bile denilebilir.
İbn Haldûn, Mukaddime’sinde “Bir
alanda, fazla kitap bulunmasının zararları” diye bir başlık açar ki, o
dönemde kitap ne kadardır?... Ancak, dediği şudur İbn Haldûn’un, belirli
bir konudaki kitaplar, büyük oranda kendilerini tekrar ederler; bu nedenle,
hepsini okumaya kalkmak vakit alıcıdır.
Bu nedenle, söz konusu olumsuz durumdan
kurtulmak için, İslâm dünyasında, özellikle öğretim hayatı için her açıdan sıkı
ders metinleri yazılmıştır. Ancak matbaa ile bu kaygı ortadan kalkmıştır.
Artık, diyelim ki, bir kişi Felsefe Tarihi sahasında, ya da ‘bir’
alanda ‘bin’ eseri okumak gibi bir sıkıntı yaşıyor; klasik
gelenek şöyle düşünüyor, en azından başlangıç aşamasında, felsefe
tarihine ilişkin temel bilgileri almak için ‘bir’ eseri ‘bin’ kere okumak daha
doğrudur.
Günümüzde, artık basılı kitap, yazma kitabın
kaderiyle karşı karşıyadır. Bilgisayara bağlı kitap, dijital ve internet
yayıncılığı, hızla, basılı kitabı ortadan kaldıracaktır. Bugün, nasıl yazma
kütüphaneleri varsa, yakın bir gelecekte de, basma kütüphaneleri olacak; ama
kullanılmak üzere değil, bazı âlimlerin eskiyi araştırmak üzere kullandığı
kütüphaneler şeklinde...
Elbette direnilecek, basılı kitabın
erdemlerinden bahsedilecek, iktisadi çıkarları zedelenenler itiraz edecek vs.
ama sonuç itibariyle durum değişmeyecek... Örnek olarak, Felsefe-Bilim tarihi
alanında, neredeyse tüm ilmî dergiler, internet üzerinden yayınlanıyorlar;
basılmıyorlar. Belki bilgisayarda okumak benim için zor; ama çocuklarım için
kolay; torunlarım için –belki de- “bir zamanlar kitap diye bir şey vardı”ya
dönüşecek...
Bunları dikkate alarak şöyle ifade edelim:
Mehmet Genç üstadımız, şöyle der: “Mütevazı bir ilmî çalışma, en az üç
milyonluk bir kütüphane ile başlar.” Türkiye’de böyle bir kütüphane var
mı? Ben bilmiyorum... İslâm Ülkeleri’nde? Belki!.. Artık öteki ülkelerle
karşılaştırmayı siz yapabilirsiniz. Kafanızı malumat vererek şişirmek istemem.
Mesele, basit bir malzeme sorunu değildir
öyleyse... Bilgi sorunudur. Nübüvvet’ten sonra ilmin geldiği bir dine mensubuz
ama pek fazla kimse bu makama talip olmak istemiyor; siyaset ya da basit bir gazete
yazarı olabilecek kadar malumatfüruş[3]
olmak daha cazibeli.
Bilgi’ye değer verirsek, önemsersek, hakkını
teslim edersek, gerekli cehdü gayreti gösterirsek[4],
bilgiyi muhafaza eden malzemeyi de üretir ve sahipleniriz. Şuna inanmıyorum: İstanbul’da
öyle bir kütüphane kuralım ki, içinde yirmi beş milyon kitap bulunsun.
Okumadıktan, araştırmadıktan sonra o kütüphane sadece bir Kitap Müzesi olarak
kalır; başka hiç bir şey olmaz.
Üniversite yıllarımdan anımsıyorum: Okuduğum
Üniversite’nin genel kütüphanesine gitmiş, fiş doldurarak bir kitap istemiştim;
memur yanlış kitabı getirince kendisini uyardım. Ne oldu? Fırça ve tahkir...
Hemen oradan çıktım ve profesör oluncaya
değin hizmet verdiğim o üniversitenin genel kütüphanesine bir daha hiç
uğramadım; hâlâ da uğramam. Ne yaptım? “Öyle şahsî bir kütüphane
kuracağım ki, alanım çerçevesinde bir daha bu tür kütüphanelere
gereksinim duymayacağım” diye karar aldım. Öyle de yaptım. Ama bu,
çözüm değil! Kütüphanelerimiz az; içlerindeki kitaplar da az; üstelik okuyucuyu
onlara ulaştırmamak için tüm “tedbirler” de alınmış durumda. Raf
sistemi yok. 1990’da, Ammân’daki Ürdün Üniversitesi’ne gittiğimde, ilk raf
sistemli kütüphaneyle karşılaşmıştım da bir hafta, alanımla ilgili kitapları
incelemiştim.
İSAM’ın kütüphanesi bu açıdan büyük bir
boşluğu doldurmuştu; ancak yeni kitaplarla sürekli takviye edilmediğinden,
tarihî bir hâle gelmeye başladı. Gerçi artık pek çok üniversite, internet
üzerinden kitaplara erişimi sağlıyor; ama ne kadar işlevsel o tartışılır.
Sonuç itibariyle, bin yıl daha bekleriz bu
kafayla gidersek. Çünkü sorun, yalnızca malzemeye sahip olmak değil; bir amaca
sahip olmak; bu amacın gerektirdiği malzeme, gereksinim doğrultusunda
edinilirse, hem süreklilik ortaya çıkar, hem de ona ulaşım yolları, elden
geldiğince verimli inşa edilebilir; gerisi boş bir hikâye. Tüm dediklerimizin
özeti nedir? Kanımca şudur: Sorun, daha derin, bilgiye talip olma
sorunu... Şu deyişi unutmamalıyız: Malumat olmadan marifet, marifet olmadan
ilim, ilim olmadan irfan sahibi olunmaz. Kısaca: Derdimiz ne bizim? Kişi
olarak, millet olarak?
[1] “Kitabı
bırak, okumaya bak!”, İhsan Fazlıoğlu ile Şehir ve kitap Üzerine Ropörtaj: Vefa
Taşdelen
Bizim KÜLLİYE, üç aylık kültür ve sanat dergisi, Sayı
57(eylül-ekim-kasım), s. 7-13, ELAZIĞ 2013
http://www.bizimkulliye.com/dosyalar/57.pdf
[2]
ENAN, Ernest (1823-1892) Fransız şarkiyatçısı , dil alimi, tarihçi ve
edip. 28 Şubat 1823'te Fransa'nın Bretagne bölgesindeki Treguier
kasabasında doğdu. Babası Philibert fakir bir denizci ailesindendir; annesi
kocasının aksine çok dindar bir kadındı. Beş yaşında iken babası öldüğü için
annesi ve kız kardeşi tarafından zor şartlar altında yetiştirildi. Çocukluğu ve
almış olduğu çelişkili eğitim onun bütün hayatında belirleyici rol
oynayacaktır. Treguier'de bir Katalik okulunu bitirdi, ardından dini tahsil
için Paris'e gitti. Nicolas-de-Chardonnet Katalik Semineri'nde üç yıl kaldıktan
sonra Saint-Sulpice'e kaydoldu; burada felsefe, ilahiyat tarih ve Doğu dilleri
(ibranlce, Keldanlce, Arapça) okudu. Bu yoğun dini ve din dışı tahsili onun
ilerideki çelişkilerini ve zamanla diniere karşı şüpheciliğini hazırladı.
Özellikle incil'i okurken bu kitabın çelişkiler ve hatalarla dolu olduğu
kanaatine vardı. Bunun için dini ve dünyevl ilimleri birleştirmede başarılı
gördüğü Protestanlığa yöneldi; 184S'te din adamı olmaktan vazgeçti. 1846'da
lisans öğrenimini tamamladı. Ertesi yıl Sami dillerinin tarihi ve mukayeseli
yapısı üzerine yaptığı çalışma ile Volney ödülünü kazandı . Derinden
etkilendiği 1848 Sosyalist ihtilali üzerine, dininin ilim olduğu ve insanın
sorunlarını ilmin çözeceği yönündeki düşüncelerini açıkladığı l'Avenir de la
science: Pensees de 1848 adlı kitabını yazdı. Kariyerine zarar vereceği
endişesiyle hayatının sonuna doğru ( 1890) yayımladığı bu eserde yalnız ilme ve
akla inandığını ortaya koydu: "ilim bir dindir, bundan sonra simgeleri
yalnız ilim yapacak, insanlığın sorunlarını sadece ilim çözebilir."
Detaylı bilgi için Bkz.: http://www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c34/c340404.pdf,
26.06.2018.
[3] Malumatfüruş:
Bilgiçlik taslayan (kimse).
[4] Cehd:
çalışma, çabalama. Cehd-ü gayret, cehd ü ikdam: çok çalışma. (bkr : gayret,
himmet, sa'y) http://www.osmanice.com/osmanlica-4599-nedir-ne-demek.html
*RÖPORTAJLAR SERİSİ
1.Ne Hintli bilgeler gibi sadece 'kendini', ne de İskender gibi yalnızca 'dünya'yı fethetmek… PDF
2.Aydın Bizden Değildir PDF
3.Yanlışlara ağıt yakmaktan doğruları inşa edemiyoruz PDF
4.Teklifiniz ve temsiliniz yok ise siz de yoksunuz! PDF
5.Şehir ve Kitap Üzerine PDF
6.Tarihten çekilen Türkler değil Osmanlılardır PDF
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder