KİTAP TANITIMI: “FUZULÎ NE DEMEK İSTEDİ?”
İnsan
mebde ve mead arasında bulunan bir varlıktır. Çıkış, bir yerden başka bir yere
intikal; dönüş ise yürünmesi gereken bir yerdir. Bu var oluş metafizik bir
mesele olarak daima filozofların, kelamcıların ve sûfilerin ana tartışma
konularından biri olmuştur. Fuzulî’ye göre, insan, çıkış noktası ile dönüş
noktası arasında sürekli bir hareket halindedir. “İnsan”ın çabası bu hareketi
anlamlı kılmaktır. Başka bir deyişle çıkış ve dönüş hayat olarak
nitelendirilirse, sürdürmek için bilgiyle ve aşk ile anlamlandırılmalıdır.
Elimizdeki
çalışma giriş, dört ana bölüm, sonuç ve üç ekten müteşekkildir. Kitabın amacı,
İslam-Osmanlı-Türk entelektüel tarihine ilişkin bir okumanın nasıl
yapılabileceğini bir beyit üzerinde göstermeye çalışmaktır. Edebî ve meşhur bir
beyit olduğu içinde elden geldiğince geniş bir kesim ile irtibat kurabilmek;
daha fazla muhatap kitlesine hitap edebilmektir. Bahse konu olan amacın
gerçekleştirilebilmesi için, öncelikle kavramların açıklamaları yapılmış,
ardından ilm, ışk, âlem ve kîl û kâl terimleri sırayla incelenmiştir.
Kitap,
sohbet üslûbunda kaleme alınmıştır. Açıklamalar ve atıflar, yer yer beyitle ve
bağlamla irtibatını kaybetmiştir. Yazar bu formatıyla eseri, Hüseyin Vassaf’ın
Gülzâr-ı Aşk-Mevlîd Şerhi adlı çalışmayla benzer görmektedir.
İlm,
ışk, âlem ve kîl ü kâl terimleri, konuyla ilgili düşünce geleneğimizdeki
meşşâî, işrâkî, kelâmî, irfânî ve sûfî yaklaşımlar göz önüne alınarak incelenmiştir.
Bu şekilde Fuzûlî’nin mensup olduğu entelektüel dünya, üç boyutlu bir cisim
olarak temsil edilmiştir.
“Mefhûma
yelken açmak” başlığı ile kitaba giriş yapılmıştır. Yazar kavramların
mısdaklarını (referanslarını) doğru bir biçimde anlayıp anlayamama sorununu
karşımıza getirmiştir. Nazar, bahs, ta’lil, istidlâl gibi kavramların mısdak
haritasını örnekler vererek açıklar ve meselenin zorluğuna dikkat çeker.
Günümüzde yapılanın ise “zürafayı işkenceden geçirerek, tavşan olduğuna ikna
etmek” misali, kâdim metinler, örüldükleri kavram yumağının, yazarının
kastettiği doğal mısdaklarına uygun olarak değil, işkenceden geçirilerek modern
okuyucunun kastına göre anlamaya zorlanmıştır.
Yazarın
kitabın girişine bu şekilde başlamasının sebebi, Fuzûlî’nin ünlü beyti hakkında
yapılan yorumların pek çoğunun yanlış anlaşılmasıdır. Kitapta bu yanlışlıklar
tek tek tartışma konusu yapılmamıştır. Yazar bu çalışmada, beyit ile işkence
etmeden, tarihi bağlamında, Fuzûlî’nin kimliği ve kişiliğini dikkate alarak bir
sohbet niteliğinde bir yöntem takip edileceğini belirtmiştir.
Birinci
bölümde yazarın ilk sorduğu soru “ilm, ışk, Âlem, kîl ü kâl ne demektir? Başka
bir ifadeyle bu kavramların mısdakları, kadîm medeniyet küresi içindeki yeri
nedir?” sorusudur. Bu soru cevaplandıktan sonra bir bütün olarak beytin anlamı
da ortaya çıkacaktır.
Beytin
içinde geçen terimler ilimle başlayarak açıklanmıştır. Öncelikle çok ayrıntıya
girmeden etimolojik alt yapısı belirlenmiştir. Daha sonra Fuzûlî’nin yaşadığı
kadîm kültürümüzdeki anlamı incelenmiştir. İlim kavramı meşşâi gelenekte, İbn
Sînâcı ve Felâsifenin nazarında neydi? Ve ayrıldığı nokta neresiydi tespit
edilmiştir. İlim iki soruyu gündeme getirmiştir. Birincisi Ontoloji (varlığın
bilgisi), ikincisi epistemoloji (nasıl bilinebileceğidir) dir.
Bu nokta-i nazardan bakıldığında dil artık
değişmiş, bir üst dile evrilmiştir; Tanrı’nın ilmi, faal akıl, idealar dünyası,
tümel vb… Sık sık vurgulayacağımız üzere Fuzûlî’nin arka planını Meşşâî-İbn
Sînâcı gelenek çizmiştir. Anlamı derinleştirmek için yazar kitapta bahse konu
olan serüvene girmiştir.
Yazar,
XIII. ve XIV. yüzyıllarını altın nesil olarak nitelendirmiştir. İlmin bu
asırlarda yeniden tahlilinin yapıldığının ve üst dil diye ortaya çıkanın tekrar
tarifi, bilimi ileri bir aşamaya taşımıştır. Nitekim İbn Arabî’nin Tanrı’nın ve
tanrısal olanın irfânî yolla bilinebileceği ilkesi bunun bir göstergesidir.
Yazarın diliyle ifade edersek: “Mahsûs’un mâkul hâle getirilme işlemi, artık
mevhûm’u ve muhayyel’i de içine alacak bir biçimde genişledi.” Âlim ve ârif,
hakikati ibare ile dillendirirken sûfî, işâret ile ihsâs ettirmiştir. Bu
noktada yazar irfânî ve nazârî farkları açıklamış kavramın geniş açısına
yönelmiştir. Nitekim burada şiir dilinin önemini vurgulamış ve İbn Arabî’nin
eserlerine atfedilen bir takım bilgilerin şiir diliyle veya mecaz ile
anlatılabileceği belirtilmiştir.
Fuzûlî,
kavramlar üzerinde ehl-i keşf arasındaki tartışmayı farklı tertip ederek aşmaya
çalışmıştır. Fuzûlî’nin ilim ve marifet ayrımı dikkat çekicidir. Ehl-i keşfin,
marifeti, ilme tercih etmeleri eleştiriye açık gözükmektedir. Aşkı önceleyen
Fuzulî’nin İlim ile ilgili ilginç tavrı, bilgiyi insan için zorunlu olarak
görmesidir.
Işk
kavramı açıklanırken kitabın bu bölümünde ilmi önceleyenlere sadece atıf
yapılırken, ışkı önceleyenler üzerinde durulmuştur. Yazara göre ışk vurgusu,
büyük oranda, Horasan sûfileri tarafından başlatılmıştır. Horasan sûfîleri aynı
zamanda illet kavramına karşın, hikmet kavramını geliştirmişler ve kendilerini
Hakîm olarak adlandırmaya başlamışlardır.
Yazar,
meşşâilikteki “vucûd”un ve işrâkilerde ki “nûr”un yerini alan “ışk”ın, sûfî
bakış açısına göre çok değişik biçimlerde tahayyül edildiğini belirtmiştir.
Kimine göre ilâhî bir sıfat, kimine göre mutlak gerçektir. Işk, sûfîlerde
sadece kozmik bir ilke değil, tersine hem teolojik, hem kozmogonik, hem
metafizik, hem kozmolojik hem de psikolojik bir ilke kabul edilmiştir. Başka
bir ifadeyle, Işk, hem ayna, hem aynada gören, hem aynada görülen, hem de
görmenin bizatihi kendisidir.
Horosan
sûfîlerinin burada isimleri ve fikirleri özellikle vurgulanmış ve onlar için
ışk, koşullanmamış, kayıtlanmamış, ilâhî bir ilke, tanrısal bir sıfat,
Tanrı’nın sözüyle özdeş addedilmiştir. Işk, saf bir birliktir ve küllîdir.
Özellikle Ahmed Gazâlî çizgisi takip edilmiş ve kendisi konunun mihenk taşı
kabul edilmiştir.
Işk,
hubb, muhabbet gibi terimleri sık kullanan yazar bu terimleri klasik metinleri
takip ederek daha ayrıntılı inceleme yoluna gitmiştir. İlk durağı Dâvûd Kayserî
ardından Tehânevî ve son olarak da Fuzûlî ile neticelendirmiştir. Bu üç zât
üzerinden ışk kavramını inceleyen yazar meselenin ilmi veya ışkı iptal etme söz
konusu olmadığını, bu kavramlardan hangisinin önce geleceğinin belirlenmesinin
gerekliliğine dikkat çekmiştir. Kavramı açıklarken Fuzûlî’nin Rubâiyyât ve
diğer eserlerinde bulunan beyitlerle konuyu aydınlattığı âşikardır. Metafizik
yönden ele alınan mevzuu “Tanrı’nın yarattığı ilk şeyin akıl olduğu” iddiasının
farkında olan bu şahıslar, eserlerinde ruh’a/ışk’a öncelik vermişlerdir.
“Kenz-i Mahfî” kudsî hadisinin konuyu anlama açısından önemli olduğunu burada
söylemeliyiz. Nitekim İbn Arabî, Konevî ve takipçilerinin ışkı ve varlığı
anlamlandırmadaki delili bu hadistir. Allah’ın varlığı gizli bir hazine, âlem
ise o gizli hazinenin kapılarını açan bir anahtar remzindedir. Bu konu kitapta
ayrıntılı bir şekilde işlenmemiştir. Ancak İslam düşüncesi üzerindeki etkisi
göz ardı edilemeyecek bu iki sûfînin varlık ve Tanrı-âlem ilişkisi hakkında ki
fikirleri bahse konu olan hadis-i şeriften mülhemdir. Bu sebeple burada kısaca
zikretmeyi uygun gördük.
Üçüncü
olarak beytin içindeki “âlem” kavramı açıklanmıştır. Âlem, Tanrı’dan başka her
şey, ister cevher ister araz olsun tüm mahlûkât olarak tanımlanmıştır.
Ayrıntıya girmeden âlemin katmanlarından söz edilmiştir. Diğer kavramları
açıklama yöntemi burada da aynıdır. Öncelikle işrâkî filozofların ruhânî ve
cismânî âlem ayrımını belirtmiş ardından meşşâilerin meseleye yaklaşımlarını
aktarmıştır. Âriflerin yaklaşımını ayrı, sûfîlerin yaklaşımını ayrı
incelemiştir. Âriflerin (â‘yân-ı hârice ve â‘yan-ı sâbite) nazariyelerine
dikkat çekmiştir. Âlemle ilgili birçok farklı anlamların olduğunu bunların
dökümünü çıkarmanın yazının hedefi olmadığı âşikardır. Fazlıoğlu, bu noktada
her bir insanı bir âlem kabul eden irfânî geleneğe de işâret ederek
yetinmiştir.
Meşşâî
kelâmî hikmet; tahsilinin nazar/bahs/burhan, tabirini ise dil/ibare/kavl ile
yapar. İşrâkî ve irfânî hikmet müşâhede/keşf/zevk, tabirini ise hal/işâre/şiir
ile gerçekleştirmektedir. Bu noktada kavram çerçevesinde “nazârî ile keşfî,
başka bir deyişle burhânî ile irfânî-sûfî bilgi arasındaki farklar nelerdir?
Sorusunun çalışmadaki öncelikli, asıl soru olduğu söylenebilir.
Yazı
boyunca ışk, ilim, âlem ve kîl ü kâl kavramlarının kadîm bir arka plana sahip
olduğunu sık sık vurgulamıştır. Kitabın ikinci bölümü, meşşâî felsefe dili
çerçevesinde metafiziğini yapan İbn Sînâ üzerinde yoğunlaşmıştır. “Tanrı âlem
arasındaki ilişki” meselenin çıkış noktası kabul edilmiştir. İbn Sînâ’nın
nazariyesi, Tanrı’nın kendi mahiyeti/özü, kendi kemâlini ve aşkınlığını; ayrıca
iyiliğin kendinden sâdır olduğunu ve bunu da, kendinin ışk olan öz’ünü
gerektirdiğini bilmesidir. Öte yandan saf iyilik, saf akıl ve saf ışk olan
Tanrı’dan tecellinin nedeni ışk’tır. İbn Sînâ’nın tavrı belirlenirken Şifâ,
Necât, İşârât ve Işk risalelerine atıf yapılmıştır.
Işk
ve ilim kavramlarına büyük önem atfedilmiş tüm evreni varlık içinde tutan bir
işlev gördüğü vurgulanmıştır. Işk’ın kaynağı Tanrı’dır. Tüm var olanlarda sârî
olan da farklı tecellileriyle bu ışktır. Beyitte geçen ışk kavramını anlama
açısından bu nazariye önemlidir. Nitekim bu düşünce bağlamında ışk-sız hiçbir
varolan yoktur. İbn Sînâ felsefesinde ışkın rolü büyüktür. Mümkün varlıklardaki
mahiyet-varlık ayrımının Tanrı’daki ayniyetini sağlayan da ışktır. Nasıl idrak
edilirse edilsin tecellide, Tanrı’dan varlık, bilgi, iyilik, güzellik ve ışk
sudûr eder. Tanrı’yı bilmek ancak onun tecellisi aracılığıyla olanak bulur.
Tanrı ve insan arasındaki ilişki dini açıdan inanç, İbn Sînâ açısından ışk,
sûfîler açısından ise fenâ terimleriyle özetlenmiştir. Işk ve ilim beytin en
önemli iki kavramı olduğu için kavramların etrafında söylenilenlerle
birleştirilerek kaynağa inmede bu yol takip edilmiştir.
Kitabın
üçüncü bölümünde, kişinin zihnindeki “nereden geldik, nereye gidiyoruz, saadete
mi, selâmete mi?”düşüncesi işlenmiştir. Nefsin tekâmülünün bu noktada nasıl
gerçekleşeceği ve kadîm kültür ve felsefelerde nasıl yanıt bulduğu
incelenmiştir. Her hâlükârda nefsin tekâmülü için bir yola girilmesi, yola
çıkılması, yola revan olunması kaçınılmaz kabul edilmiştir. Bu durumda
sorulması gereken bir diğer soru; gidilen yolun nihâî amacının ne olduğudur.
Nazarî, keşfî ve sûfî bakış açısı arasındaki fark burada da ortaya çıkmaktadır.
Sûfî çizgide amaç insanın selâmetiyken nazârî ve keşfî yaklaşıma göre amaç
insanın saâdeti kabul edilmiştir. Çünkü ruh-ışk, selâmeti verirken, akıl-ilim,
saâdeti verir. Yazar bölümün sonunda, İslam dünyasında başta ilm-i kelâm ve
işrâkîlik olmak üzere keşfî-irfânî ekoller ile sûfî tavrın, XIII. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren yükselmeye başlayıp olgunluk dönemine ulaştığını
belirtir. Netice-i kelâm olarak faal aklın öldüğünü, saâdetin son bulduğunu,
insanların ışka sığınıp, selâmete yöneldiğini sloganlaştırır.
Kitabın
dördüncü ve son bölümünde ışk kavramının Hermetik anlayışta, Çin’in, Hind’in,
Babil’in, Pers’in, simya anlayışlarında, Sibirya’nin, Afrika’nın kültürlerinde,
Şamanizm’de, tek tanrılı dinlerde dile getirildiğini belirtmiştir. “Başka
göller, başka dertler” başlığıyla incelenmiştir. Bu çalışmada her düşüncenin,
kültürün, anlayışın ele alınması mümkün değildir. Ancak yazar burada bazı
benzerliklere dikkat çekmiş ve bir takım örneklendirmelerde bulunmuştur. Mesela
Ortaçağ Avrupa Felsefesi’nde ışk, teolojik ve romantik çerçevede gündeme gelmiştir.
Hobbes, Hegel ve Sartre örneklerinde ışk bir tür güç anlamında ele alınmıştır.
Aristoteles ve L. Irigaray de sevgi/ışk çok anlamlı, katmanlı bir yapı olarak
incelenmiş ve bizi tehdit eden değil olgunlaştıran bir unsurdur.
Yazara
göre ışk, varlığın sırlı yanının bir cevabıdır, yani insanın en derinindedir.
Özne ile nesne arasındaki mesafenin giderilmesi, olgu ve olaylara, tüm varlığa,
ışk ile ışk üzerinden bakmakla mümkündür. Ölüm ile ışkın ilişkisi bizim için
bir sırdır.
Netice
olarak, yazı boyunca dile getirilenler madde ve mânâ denizinde kavramların hem
nasıllığı, hem de niçinliği tetkikiyle kadîm dönemin düşünce dünyasında
değerlendirilmiştir. Kitabın sonuç kısmında bu söylenilenlerden günümüz için
nasıl bir sonuç devşirileceği açıklanmıştır. Bugün, din, felsefe, sanat ve
bilim arasındaki çatışmayla karşılaşan kavramlar, tek biçimliliği engellemesi
için elzem görülmüş ve bu şekilde izah edilmiştir. Çalışmada bölümlerin
başlıkları edebî dil göz önünde bulundurularak konuyu özetler mahiyette veciz bir
söz ile kaleme alınmıştır. Sohbet üslûbunun korunduğu kitapta, akademik olmakla
beraber akıcı bir dil kullanılmıştır.
Yazar,
okuyucuya derin analizlerin hem şiirsel hem de akademik dille verilebileceğini
ispatlamıştır.
Kaynak:
Oran,
S. A. (2017). Fuzulî Ne Demek İstedi?.
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (SAUİFD), Cilt: XIX, Sayı: 35,
217-222., http://dergipark.gov.tr/download/article-file/316799
İhsan
Fazlıoğlu, İstanbul, Papersense Yay., 2015, 159 s.
FUZULİ NE DEMEK
İSTEDİ [1]
Işk imiş her ne
var Âlem’de
İlm bir kîl ü kâl
imiş ancak
Fuzuli
Ne Demek İstedi eserinde İhsan Fazlıoğlu,
bu beytin anlamını derinlemesine irdeliyor, Türk İslam düşüncesinin geniş
havzasında akademik bir dili derviş sohbetlerine sararak konuşuyor. Konuşuyor
diyoruz çünkü eser Bilim ve Sanat Vakfı’nda 10 Aralık 2009'da verdiği seminerin
Kanada / Montreal de "özel bir öbek” ile birlikte yapılan
okumaların bir sonucu. Bu nedenle metin “sözlü ve yazılı kültürün bir
terkibi" sayılabilir. Eser, başlı başlı başına Fuzulî’nin bir
beytinin anlam katmanlarını göstermesi bakımından dikkate değer. Bir beyite
neler sığabilir diye soran varsa bu kitabı eline almadan bu soruyu
cevaplamasın.
Işk
imiş her ne var Âlem Fazlıoğlu'nun metine/şerhine bu eseriyle çağdaş bir yorum
getirdiğini söylersek abartmış olmayız. Herhangi bir kavramın noktadan hareket
ederek helozonik bir hiçimde büyüyen dairelerle bütüne ya da bunun zıddına
hareket ederek genişten içteki en küçük noktaya ulaşarak idrak etmek. Buna
istinaden metinde ilim, ışk, al, âlem ve kîl u kâl kelimeleri bu yöntemle ele
alınıyor. Eserin sohbet havasının
yanında gece Fuzulî'nin gece sabahlara kadar uğraşmış olanların okumalarını
ele alırken Fazlıoğlu oldukça kavramsal bir dil kullanmış. Bu terimlere olan
uzaklığımızı da kendi medeniyetimize olan uzaklığımıza bağlayan yazar,
geçmişinden bile geri kalmış bir kültürün çocukları olarak bizleri o
medeniyetle yüzleşmeye çağırıyor. Bu çağrı, kendi kelimelerini kaybetmiş
bizler için öze, özgüvene, hakikate açılacak kapının anahtarı.
Nasıl
olur da "îlim Çin'de bile olsa alınız" hadisini söyleyen Hz.
Peygamber'in (s.a.v) dinine mensup, Türkçe divanının başında ilimsiz şiirin
temelsiz bir bina gibi olacağını ifade eden, iyi bir medrese eğitimi almış bir
şair Âlem’de her ne var ise aşk olduğunu ilmin ise kîl u kâl olduğunu söyler?
Şairin, anlaşılması oldukça kolay şiirlerinde bile derinlemesine
düşünüldüğünde insanı gülünç duruma düşüren bir uyanıklığı var. Fazlıoğlu,
buradaki kıl u kal'in bahs ve fikri ifade ettiğini dolayısıyla aklı temsil
ettiğini, bunun karşısında hâl'in bulunduğunu işaret ediyor. Yani keşf ve
müşahede. Kısaca aşk. Bütün bu bilgileri, Şirazî, Mevlana, Ibn Arabî, Sühreverdî,
Konevî gibi âlimlerin ortaya koyduğu hakikatleri süzerek ortaya koyuyor.
İlim
ne dünyevi, ne de rûhî âlemde insana pâye kazandırmaz; tersine hem dünyevî hem
de rûhî âlemde pâye, rütbe, mevki ilmin kazandırdığı makamât-ı kâl'i değil,
aşkın kazandırdığı makamât- hâl'i kat etmekle olanaklıdır.
Beytin
anlamı son noktada bu şekilde açılıyor.
Nereden
mi çıkarıyoruz? Hani bir hoca tahtaya yazdığı bir beyti saatlerce anlatmış da
bir talebe cüret edip soruvermiş: "Hocam, nereden çıkarıyorsunuz bu kadar
mânâyı, şair bunların hepsini nasıl kastetmiş olabilir?" Hoca da ona
cevaben demiş ya: "Evladım bu şiiri ben yazdım, oradan biliyorum."
Fazlıoğlu,
Fuzulî'nin duasına mazhar olan ve bizim şiirimizin yaslandığı temelleri çok iyi
kavramış bir ilim adamı olarak bu beyti yazmamış olsa da çok iyi okumuş.
Kaynak:
Mostar
Dergisi'nin Ekim 2011 tarihli 80. sayısından iktibas edilmiştir, http://www.haber7.com/kitap/haber/794737-fuzuli-ne-demek-istedi,
18.06.2018.
FAZLIOĞLU'NUN KİTABI UFUK AÇIYOR![2]
İhsan
Fazlıoğlu, Bilim Sanat Vakfı’nda yıllarca çok önemli dersler verdi.
Düşünce
dünyamıza yön veren üstatlar, her daim okunmalı ve de tekraren okunmalı. Bu
okuma serüveni onların yazdıklarının, olaylar karşısında alınacak tutumlarımıza
sirayetleri konusunda, bizi donanımlı hale getirmekte ve hayata değişik bir
çehreden bakmamıza yardımcı olmaktadır.
İnsanlar
kendi düşüncelerini oluşturmada yetke insan arayışına öykünmeye, bir ada
aramaya başlangıç evresi itibariyle çok elverişlidirler. Hoş insan her daim kendini bu daire içinde
gördüğü içindir ki her zaman başlangıç arar.
Hoca
– talebe tedrisi müthiş!
Sorunların
çözümünde başvurulacak kaynaklardan yararlanırken yapılacak en önemli şeylerden
biri de insanların yazmış olduklarını doğru bir şekilde anlama çabasıdır.
Anlama, yapılan her ödevin doğru bir sağlaması anlamına da gelir aynı zamanda.
Bu sağlamayı doğru yapmak için yapacağın sahih düşüncenin kapılarını zorlayan
erbabını bulup onların tedrisinden geçmekle olacaktır. Bu tedris illa ki diz
çöküp – en makbulü bu olmasına rağmen modern hayat imkânlarının bunu elimizden
alması sebebiyle bundan mahrumuz – hoca talebe – talebe ne kadar nefis bir
kelime idi o da hayatımızdan ayrıldı – ilişkisi içinde bu işleri tanzim etmek
değil sadece, bir de erbabının yazmış olduğu kitapları okuyarak, konuşmaları
dinleyerek bu anlama serüvenimize katkılar sağlayacaktır.
Hayatın
imkânları herkesi bir şeylere zorlayarak geçip giderken zihin yapımızın ve de
hayatın anlamının taze tutulmasına yardımcı olan gönül, akıl ve duygu erleri
vardır. Bunlar hayatlarının anlamını hakikatin izini sürüp sürdükleri izin
işaret fişekleri misali arkadan gelenlere sunmakla kalplerini mutmain kılarlar.
İhsan
Hoca’dan dersler
Hakikatin
son bulmaz serüveninde yol gösterici olma noktasında kendisinden çok şeyler
öğreneceğimiz Hocamız İhsan Fazlıoğlu sessiz bir şekilde kitap raflarını
süsleyen İlim Bir Kıl ü Kal İmiş Ancak / Fuzuli Ne Demek İstedi
kitabıyla kulesinden bir ip fırlattı.
Kitaba
kaynaklık eden metin, Bilim ve Sanat Vakfı’nda 10 Aralık 2009’da verdiği
seminerin Kanada/Montreal de ‘özel bir öbek’ ile birlikte yapılan okumaların
bir hâsılası olarak vücut buldu. Kitaba konu olan yazı bir seminerin
çözümlenmesi olması nedeniyle sohbet tarzındadır. Kitapta bu üslup korumuş.
Sohbet
notları okunmalı
Yazının
amacı bir nebze olsun İslam-Osmanlı-Türk entelektüel tarihine ilişkin bir
okumanın nasıl yapılması gerektiğini göstermeye çalışmaktır. Neden edebi bir
metin sorusuna; geniş bir kesimle irtibat kurabilmek diyor, İhsan Fazlıoğlu.
Kitabının
kaderini Osmanzade Hüseyin Vassaf’ın Gülzar-ı Aşk -Mevlid Şerhi- adlı
çalışmanın kaderine benzeten Fazlıoğlu, yazıyı sohbet üslubunun imkânlarını
kullanarak oluşturmuş. Genç neslin, bazı kavramlar ve terimleri anlamada ve
anlamlandırmada karşılaşacağı zorlukların farkındadır yazar.
Kitap’ta
anlama çabasına yönelik verilecek uğraşın, aslında gelenekten beslenmemizin
haritasını da çıkaracak ve de farkında olmadığımız gerçekliklerin alanını
çoğaltarak büyütecektir.
Kitabın
sonundaki ekler kısmı birçok insanın “işler hiç de bizim sandığımız gibi
değilmiş” hayretine duçar olacağı kıvamdadır.
Bazı
kitaplar yemekler gibidir. Bittiklerinde ağızda nefis bir lezzet bırakır ve de
bu lezzeti alan da bir daha ıslah olmaz!
Kaynak:
Mülayim, A. (2011). Fazlıoğlu’nun
kitabı ufuk açıyor!, http://www.dunyabizim.com/fuzuli-ne-demek-istedi/7380/fazlioglunun-kitabi-ufuk-aciyor,
18.06.2018.
[1] Mostar
Dergisi'nin Ekim 2011 tarihli 80. sayısından iktibas edilmiştir,
http://www.haber7.com/kitap/haber/794737-fuzuli-ne-demek-istedi, 18.06.2018.
[2] Mülayim,
A. (2011). Fazlıoğlu’nun kitabı ufuk açıyor!, http://www.dunyabizim.com/fuzuli-ne-demek-istedi/7380/fazlioglunun-kitabi-ufuk-aciyor,
18.06.2018.
Editör: Muhammet Negiz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder