Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu'dan Bir Kitap: "Fuzulî Ne İstedi?"

KİTAP TANITIMI: “FUZULÎ NE DEMEK İSTEDİ?”



İnsan mebde ve mead arasında bulunan bir varlıktır. Çıkış, bir yerden başka bir yere intikal; dönüş ise yürünmesi gereken bir yerdir. Bu var oluş metafizik bir mesele olarak daima filozofların, kelamcıların ve sûfilerin ana tartışma konularından biri olmuştur. Fuzulî’ye göre, insan, çıkış noktası ile dönüş noktası arasında sürekli bir hareket halindedir. “İnsan”ın çabası bu hareketi anlamlı kılmaktır. Başka bir deyişle çıkış ve dönüş hayat olarak nitelendirilirse, sürdürmek için bilgiyle ve aşk ile anlamlandırılmalıdır.

Elimizdeki çalışma giriş, dört ana bölüm, sonuç ve üç ekten müteşekkildir. Kitabın amacı, İslam-Osmanlı-Türk entelektüel tarihine ilişkin bir okumanın nasıl yapılabileceğini bir beyit üzerinde göstermeye çalışmaktır. Edebî ve meşhur bir beyit olduğu içinde elden geldiğince geniş bir kesim ile irtibat kurabilmek; daha fazla muhatap kitlesine hitap edebilmektir. Bahse konu olan amacın gerçekleştirilebilmesi için, öncelikle kavramların açıklamaları yapılmış, ardından ilm, ışk, âlem ve kîl û kâl terimleri sırayla incelenmiştir.

Kitap, sohbet üslûbunda kaleme alınmıştır. Açıklamalar ve atıflar, yer yer beyitle ve bağlamla irtibatını kaybetmiştir. Yazar bu formatıyla eseri, Hüseyin Vassaf’ın Gülzâr-ı Aşk-Mevlîd Şerhi adlı çalışmayla benzer görmektedir.

İlm, ışk, âlem ve kîl ü kâl terimleri, konuyla ilgili düşünce geleneğimizdeki meşşâî, işrâkî, kelâmî, irfânî ve sûfî yaklaşımlar göz önüne alınarak incelenmiştir. Bu şekilde Fuzûlî’nin mensup olduğu entelektüel dünya, üç boyutlu bir cisim olarak temsil edilmiştir.

“Mefhûma yelken açmak” başlığı ile kitaba giriş yapılmıştır. Yazar kavramların mısdaklarını (referanslarını) doğru bir biçimde anlayıp anlayamama sorununu karşımıza getirmiştir. Nazar, bahs, ta’lil, istidlâl gibi kavramların mısdak haritasını örnekler vererek açıklar ve meselenin zorluğuna dikkat çeker. Günümüzde yapılanın ise “zürafayı işkenceden geçirerek, tavşan olduğuna ikna etmek” misali, kâdim metinler, örüldükleri kavram yumağının, yazarının kastettiği doğal mısdaklarına uygun olarak değil, işkenceden geçirilerek modern okuyucunun kastına göre anlamaya zorlanmıştır.

Yazarın kitabın girişine bu şekilde başlamasının sebebi, Fuzûlî’nin ünlü beyti hakkında yapılan yorumların pek çoğunun yanlış anlaşılmasıdır. Kitapta bu yanlışlıklar tek tek tartışma konusu yapılmamıştır. Yazar bu çalışmada, beyit ile işkence etmeden, tarihi bağlamında, Fuzûlî’nin kimliği ve kişiliğini dikkate alarak bir sohbet niteliğinde bir yöntem takip edileceğini belirtmiştir.

Birinci bölümde yazarın ilk sorduğu soru “ilm, ışk, Âlem, kîl ü kâl ne demektir? Başka bir ifadeyle bu kavramların mısdakları, kadîm medeniyet küresi içindeki yeri nedir?” sorusudur. Bu soru cevaplandıktan sonra bir bütün olarak beytin anlamı da ortaya çıkacaktır.

Beytin içinde geçen terimler ilimle başlayarak açıklanmıştır. Öncelikle çok ayrıntıya girmeden etimolojik alt yapısı belirlenmiştir. Daha sonra Fuzûlî’nin yaşadığı kadîm kültürümüzdeki anlamı incelenmiştir. İlim kavramı meşşâi gelenekte, İbn Sînâcı ve Felâsifenin nazarında neydi? Ve ayrıldığı nokta neresiydi tespit edilmiştir. İlim iki soruyu gündeme getirmiştir. Birincisi Ontoloji (varlığın bilgisi), ikincisi epistemoloji (nasıl bilinebileceğidir) dir.

 Bu nokta-i nazardan bakıldığında dil artık değişmiş, bir üst dile evrilmiştir; Tanrı’nın ilmi, faal akıl, idealar dünyası, tümel vb… Sık sık vurgulayacağımız üzere Fuzûlî’nin arka planını Meşşâî-İbn Sînâcı gelenek çizmiştir. Anlamı derinleştirmek için yazar kitapta bahse konu olan serüvene girmiştir.
Yazar, XIII. ve XIV. yüzyıllarını altın nesil olarak nitelendirmiştir. İlmin bu asırlarda yeniden tahlilinin yapıldığının ve üst dil diye ortaya çıkanın tekrar tarifi, bilimi ileri bir aşamaya taşımıştır. Nitekim İbn Arabî’nin Tanrı’nın ve tanrısal olanın irfânî yolla bilinebileceği ilkesi bunun bir göstergesidir. Yazarın diliyle ifade edersek: “Mahsûs’un mâkul hâle getirilme işlemi, artık mevhûm’u ve muhayyel’i de içine alacak bir biçimde genişledi.” Âlim ve ârif, hakikati ibare ile dillendirirken sûfî, işâret ile ihsâs ettirmiştir. Bu noktada yazar irfânî ve nazârî farkları açıklamış kavramın geniş açısına yönelmiştir. Nitekim burada şiir dilinin önemini vurgulamış ve İbn Arabî’nin eserlerine atfedilen bir takım bilgilerin şiir diliyle veya mecaz ile anlatılabileceği belirtilmiştir.

Fuzûlî, kavramlar üzerinde ehl-i keşf arasındaki tartışmayı farklı tertip ederek aşmaya çalışmıştır. Fuzûlî’nin ilim ve marifet ayrımı dikkat çekicidir. Ehl-i keşfin, marifeti, ilme tercih etmeleri eleştiriye açık gözükmektedir. Aşkı önceleyen Fuzulî’nin İlim ile ilgili ilginç tavrı, bilgiyi insan için zorunlu olarak görmesidir.

Işk kavramı açıklanırken kitabın bu bölümünde ilmi önceleyenlere sadece atıf yapılırken, ışkı önceleyenler üzerinde durulmuştur. Yazara göre ışk vurgusu, büyük oranda, Horasan sûfileri tarafından başlatılmıştır. Horasan sûfîleri aynı zamanda illet kavramına karşın, hikmet kavramını geliştirmişler ve kendilerini Hakîm olarak adlandırmaya başlamışlardır.

Yazar, meşşâilikteki “vucûd”un ve işrâkilerde ki “nûr”un yerini alan “ışk”ın, sûfî bakış açısına göre çok değişik biçimlerde tahayyül edildiğini belirtmiştir. Kimine göre ilâhî bir sıfat, kimine göre mutlak gerçektir. Işk, sûfîlerde sadece kozmik bir ilke değil, tersine hem teolojik, hem kozmogonik, hem metafizik, hem kozmolojik hem de psikolojik bir ilke kabul edilmiştir. Başka bir ifadeyle, Işk, hem ayna, hem aynada gören, hem aynada görülen, hem de görmenin bizatihi kendisidir.

Horosan sûfîlerinin burada isimleri ve fikirleri özellikle vurgulanmış ve onlar için ışk, koşullanmamış, kayıtlanmamış, ilâhî bir ilke, tanrısal bir sıfat, Tanrı’nın sözüyle özdeş addedilmiştir. Işk, saf bir birliktir ve küllîdir. Özellikle Ahmed Gazâlî çizgisi takip edilmiş ve kendisi konunun mihenk taşı kabul edilmiştir.

Işk, hubb, muhabbet gibi terimleri sık kullanan yazar bu terimleri klasik metinleri takip ederek daha ayrıntılı inceleme yoluna gitmiştir. İlk durağı Dâvûd Kayserî ardından Tehânevî ve son olarak da Fuzûlî ile neticelendirmiştir. Bu üç zât üzerinden ışk kavramını inceleyen yazar meselenin ilmi veya ışkı iptal etme söz konusu olmadığını, bu kavramlardan hangisinin önce geleceğinin belirlenmesinin gerekliliğine dikkat çekmiştir. Kavramı açıklarken Fuzûlî’nin Rubâiyyât ve diğer eserlerinde bulunan beyitlerle konuyu aydınlattığı âşikardır. Metafizik yönden ele alınan mevzuu “Tanrı’nın yarattığı ilk şeyin akıl olduğu” iddiasının farkında olan bu şahıslar, eserlerinde ruh’a/ışk’a öncelik vermişlerdir. “Kenz-i Mahfî” kudsî hadisinin konuyu anlama açısından önemli olduğunu burada söylemeliyiz. Nitekim İbn Arabî, Konevî ve takipçilerinin ışkı ve varlığı anlamlandırmadaki delili bu hadistir. Allah’ın varlığı gizli bir hazine, âlem ise o gizli hazinenin kapılarını açan bir anahtar remzindedir. Bu konu kitapta ayrıntılı bir şekilde işlenmemiştir. Ancak İslam düşüncesi üzerindeki etkisi göz ardı edilemeyecek bu iki sûfînin varlık ve Tanrı-âlem ilişkisi hakkında ki fikirleri bahse konu olan hadis-i şeriften mülhemdir. Bu sebeple burada kısaca zikretmeyi uygun gördük.

Üçüncü olarak beytin içindeki “âlem” kavramı açıklanmıştır. Âlem, Tanrı’dan başka her şey, ister cevher ister araz olsun tüm mahlûkât olarak tanımlanmıştır. Ayrıntıya girmeden âlemin katmanlarından söz edilmiştir. Diğer kavramları açıklama yöntemi burada da aynıdır. Öncelikle işrâkî filozofların ruhânî ve cismânî âlem ayrımını belirtmiş ardından meşşâilerin meseleye yaklaşımlarını aktarmıştır. Âriflerin yaklaşımını ayrı, sûfîlerin yaklaşımını ayrı incelemiştir. Âriflerin (â‘yân-ı hârice ve â‘yan-ı sâbite) nazariyelerine dikkat çekmiştir. Âlemle ilgili birçok farklı anlamların olduğunu bunların dökümünü çıkarmanın yazının hedefi olmadığı âşikardır. Fazlıoğlu, bu noktada her bir insanı bir âlem kabul eden irfânî geleneğe de işâret ederek yetinmiştir.

Meşşâî kelâmî hikmet; tahsilinin nazar/bahs/burhan, tabirini ise dil/ibare/kavl ile yapar. İşrâkî ve irfânî hikmet müşâhede/keşf/zevk, tabirini ise hal/işâre/şiir ile gerçekleştirmektedir. Bu noktada kavram çerçevesinde “nazârî ile keşfî, başka bir deyişle burhânî ile irfânî-sûfî bilgi arasındaki farklar nelerdir? Sorusunun çalışmadaki öncelikli, asıl soru olduğu söylenebilir.

Yazı boyunca ışk, ilim, âlem ve kîl ü kâl kavramlarının kadîm bir arka plana sahip olduğunu sık sık vurgulamıştır. Kitabın ikinci bölümü, meşşâî felsefe dili çerçevesinde metafiziğini yapan İbn Sînâ üzerinde yoğunlaşmıştır. “Tanrı âlem arasındaki ilişki” meselenin çıkış noktası kabul edilmiştir. İbn Sînâ’nın nazariyesi, Tanrı’nın kendi mahiyeti/özü, kendi kemâlini ve aşkınlığını; ayrıca iyiliğin kendinden sâdır olduğunu ve bunu da, kendinin ışk olan öz’ünü gerektirdiğini bilmesidir. Öte yandan saf iyilik, saf akıl ve saf ışk olan Tanrı’dan tecellinin nedeni ışk’tır. İbn Sînâ’nın tavrı belirlenirken Şifâ, Necât, İşârât ve Işk risalelerine atıf yapılmıştır.

Işk ve ilim kavramlarına büyük önem atfedilmiş tüm evreni varlık içinde tutan bir işlev gördüğü vurgulanmıştır. Işk’ın kaynağı Tanrı’dır. Tüm var olanlarda sârî olan da farklı tecellileriyle bu ışktır. Beyitte geçen ışk kavramını anlama açısından bu nazariye önemlidir. Nitekim bu düşünce bağlamında ışk-sız hiçbir varolan yoktur. İbn Sînâ felsefesinde ışkın rolü büyüktür. Mümkün varlıklardaki mahiyet-varlık ayrımının Tanrı’daki ayniyetini sağlayan da ışktır. Nasıl idrak edilirse edilsin tecellide, Tanrı’dan varlık, bilgi, iyilik, güzellik ve ışk sudûr eder. Tanrı’yı bilmek ancak onun tecellisi aracılığıyla olanak bulur. Tanrı ve insan arasındaki ilişki dini açıdan inanç, İbn Sînâ açısından ışk, sûfîler açısından ise fenâ terimleriyle özetlenmiştir. Işk ve ilim beytin en önemli iki kavramı olduğu için kavramların etrafında söylenilenlerle birleştirilerek kaynağa inmede bu yol takip edilmiştir.

Kitabın üçüncü bölümünde, kişinin zihnindeki “nereden geldik, nereye gidiyoruz, saadete mi, selâmete mi?”düşüncesi işlenmiştir. Nefsin tekâmülünün bu noktada nasıl gerçekleşeceği ve kadîm kültür ve felsefelerde nasıl yanıt bulduğu incelenmiştir. Her hâlükârda nefsin tekâmülü için bir yola girilmesi, yola çıkılması, yola revan olunması kaçınılmaz kabul edilmiştir. Bu durumda sorulması gereken bir diğer soru; gidilen yolun nihâî amacının ne olduğudur. Nazarî, keşfî ve sûfî bakış açısı arasındaki fark burada da ortaya çıkmaktadır. Sûfî çizgide amaç insanın selâmetiyken nazârî ve keşfî yaklaşıma göre amaç insanın saâdeti kabul edilmiştir. Çünkü ruh-ışk, selâmeti verirken, akıl-ilim, saâdeti verir. Yazar bölümün sonunda, İslam dünyasında başta ilm-i kelâm ve işrâkîlik olmak üzere keşfî-irfânî ekoller ile sûfî tavrın, XIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yükselmeye başlayıp olgunluk dönemine ulaştığını belirtir. Netice-i kelâm olarak faal aklın öldüğünü, saâdetin son bulduğunu, insanların ışka sığınıp, selâmete yöneldiğini sloganlaştırır.

Kitabın dördüncü ve son bölümünde ışk kavramının Hermetik anlayışta, Çin’in, Hind’in, Babil’in, Pers’in, simya anlayışlarında, Sibirya’nin, Afrika’nın kültürlerinde, Şamanizm’de, tek tanrılı dinlerde dile getirildiğini belirtmiştir. “Başka göller, başka dertler” başlığıyla incelenmiştir. Bu çalışmada her düşüncenin, kültürün, anlayışın ele alınması mümkün değildir. Ancak yazar burada bazı benzerliklere dikkat çekmiş ve bir takım örneklendirmelerde bulunmuştur. Mesela Ortaçağ Avrupa Felsefesi’nde ışk, teolojik ve romantik çerçevede gündeme gelmiştir. Hobbes, Hegel ve Sartre örneklerinde ışk bir tür güç anlamında ele alınmıştır. Aristoteles ve L. Irigaray de sevgi/ışk çok anlamlı, katmanlı bir yapı olarak incelenmiş ve bizi tehdit eden değil olgunlaştıran bir unsurdur.

Yazara göre ışk, varlığın sırlı yanının bir cevabıdır, yani insanın en derinindedir. Özne ile nesne arasındaki mesafenin giderilmesi, olgu ve olaylara, tüm varlığa, ışk ile ışk üzerinden bakmakla mümkündür. Ölüm ile ışkın ilişkisi bizim için bir sırdır.

Netice olarak, yazı boyunca dile getirilenler madde ve mânâ denizinde kavramların hem nasıllığı, hem de niçinliği tetkikiyle kadîm dönemin düşünce dünyasında değerlendirilmiştir. Kitabın sonuç kısmında bu söylenilenlerden günümüz için nasıl bir sonuç devşirileceği açıklanmıştır. Bugün, din, felsefe, sanat ve bilim arasındaki çatışmayla karşılaşan kavramlar, tek biçimliliği engellemesi için elzem görülmüş ve bu şekilde izah edilmiştir. Çalışmada bölümlerin başlıkları edebî dil göz önünde bulundurularak konuyu özetler mahiyette veciz bir söz ile kaleme alınmıştır. Sohbet üslûbunun korunduğu kitapta, akademik olmakla beraber akıcı bir dil kullanılmıştır.

Yazar, okuyucuya derin analizlerin hem şiirsel hem de akademik dille verilebileceğini ispatlamıştır.

Kaynak:
Oran, S. A. (2017).  Fuzulî Ne Demek İstedi?. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (SAUİFD), Cilt: XIX, Sayı: 35, 217-222., http://dergipark.gov.tr/download/article-file/316799
İhsan Fazlıoğlu, İstanbul, Papersense Yay., 2015, 159 s.

FUZULİ NE DEMEK İSTEDİ [1]

Işk imiş her ne var Âlem’de
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak
Fuzuli Ne Demek İstedi eserinde İhsan Fazlıoğlu, bu beytin anlamını derinlemesine irdeliyor, Türk İslam düşüncesinin geniş havzasında akademik bir dili derviş sohbetlerine sararak konuşuyor. Konuşuyor diyoruz çünkü eser Bilim ve Sanat Vakfı’nda 10 Aralık 2009'da verdiği seminerin Kanada / Montreal de "özel bir öbek” ile birlikte yapılan okumaların bir sonucu. Bu nedenle metin “sözlü ve yazılı kültürün bir terkibi" sayılabilir. Eser, başlı başlı başına Fuzulî’nin bir beytinin anlam katmanlarını göstermesi bakımından dikkate değer. Bir beyite neler sığabilir diye soran varsa bu kitabı eline almadan bu soruyu cevaplamasın.

Işk imiş her ne var Âlem Fazlıoğlu'nun metine/şerhine bu eseriyle çağdaş bir yorum getirdiğini söylersek abartmış olmayız. Herhangi bir kavramın noktadan hareket ederek helozonik bir hiçimde büyüyen dairelerle bütüne ya da bunun zıddına hareket ederek genişten içteki en küçük noktaya ulaşarak idrak etmek. Buna istinaden metin­de ilim, ışk, al, âlem ve kîl u kâl kelime­leri bu yöntemle ele alınıyor.  Eserin sohbet havasının yanında gece Fuzulî'nin gece sabahlara kadar uğraşmış olan­ların okumalarını ele alırken Fazlıoğlu oldukça kavram­sal bir dil kullanmış. Bu terimlere olan uzaklığımızı da kendi medeniyetimize olan uzaklığımıza bağlayan yazar, geçmişinden bile geri kalmış bir kültürün çocukları olarak bizleri o medeniyetle yüzleşmeye çağırıyor. Bu çağrı, kendi kelimelerini kaybet­miş bizler için öze, özgüvene, haki­kate açılacak kapının anahtarı.

Nasıl olur da "îlim Çin'de bile olsa alınız" hadisini söyleyen Hz. Peygamber'in (s.a.v) dinine mensup, Türkçe divanının başında ilimsiz şi­irin temelsiz bir bina gibi olacağını ifade eden, iyi bir medrese eğitimi almış bir şair Âlem’de her ne var ise aşk olduğunu ilmin ise kîl u kâl olduğunu söyler? Şairin, anlaşılması oldukça kolay şiirlerinde bile derin­lemesine düşünüldüğünde insanı gü­lünç duruma düşüren bir uyanıklığı var. Fazlıoğlu, buradaki kıl u kal'in bahs ve fikri ifade ettiğini dolayısıy­la aklı temsil ettiğini, bunun karşı­sında hâl'in bulunduğunu işaret edi­yor. Yani keşf ve müşahede. Kısaca aşk. Bütün bu bilgileri, Şirazî, Mevlana, Ibn Arabî, Sühreverdî, Konevî gibi âlimlerin ortaya koyduğu haki­katleri süzerek ortaya koyuyor.

İlim ne dünyevi, ne de rûhî âlemde insana pâye kazandırmaz; tersine hem dünyevî hem de rûhî âlemde pâye, rütbe, mevki ilmin kazandır­dığı makamât-ı kâl'i değil, aşkın kazandırdığı makamât- hâl'i kat etmekle olanaklıdır.
Beytin anlamı son noktada bu şekilde açılıyor.

Nereden mi çıkarıyoruz? Hani bir hoca tahtaya yazdığı bir beyti sa­atlerce anlatmış da bir talebe cüret edip soruvermiş: "Hocam, nereden çıkarıyorsunuz bu kadar mânâyı, şair bunların hepsini nasıl kastetmiş olabilir?" Hoca da ona cevaben de­miş ya: "Evladım bu şiiri ben yaz­dım, oradan biliyorum."
Fazlıoğlu, Fuzulî'nin duasına mazhar olan ve bizim şiirimizin yaslandığı temelleri çok iyi kavramış bir ilim adamı ola­rak bu beyti yazmamış olsa da çok iyi okumuş.

Kaynak:
Mostar Dergisi'nin Ekim 2011 tarihli 80. sayısından iktibas edilmiştir, http://www.haber7.com/kitap/haber/794737-fuzuli-ne-demek-istedi, 18.06.2018.


FAZLIOĞLU'NUN KİTABI UFUK AÇIYOR![2]

İhsan Fazlıoğlu, Bilim Sanat Vakfı’nda yıllarca çok önemli dersler verdi.
Düşünce dünyamıza yön veren üstatlar, her daim okunmalı ve de tekraren okunmalı. Bu okuma serüveni onların yazdıklarının, olaylar karşısında alınacak tutumlarımıza sirayetleri konusunda, bizi donanımlı hale getirmekte ve hayata değişik bir çehreden bakmamıza yardımcı olmaktadır.

İnsanlar kendi düşüncelerini oluşturmada yetke insan arayışına öykünmeye, bir ada aramaya başlangıç evresi itibariyle çok elverişlidirler.  Hoş insan her daim kendini bu daire içinde gördüğü içindir ki her zaman başlangıç arar.

Hoca – talebe tedrisi müthiş!

Sorunların çözümünde başvurulacak kaynaklardan yararlanırken yapılacak en önemli şeylerden biri de insanların yazmış olduklarını doğru bir şekilde anlama çabasıdır. Anlama, yapılan her ödevin doğru bir sağlaması anlamına da gelir aynı zamanda. Bu sağlamayı doğru yapmak için yapacağın sahih düşüncenin kapılarını zorlayan erbabını bulup onların tedrisinden geçmekle olacaktır. Bu tedris illa ki diz çöküp – en makbulü bu olmasına rağmen modern hayat imkânlarının bunu elimizden alması sebebiyle bundan mahrumuz – hoca talebe – talebe ne kadar nefis bir kelime idi o da hayatımızdan ayrıldı – ilişkisi içinde bu işleri tanzim etmek değil sadece, bir de erbabının yazmış olduğu kitapları okuyarak, konuşmaları dinleyerek bu anlama serüvenimize katkılar sağlayacaktır.

Hayatın imkânları herkesi bir şeylere zorlayarak geçip giderken zihin yapımızın ve de hayatın anlamının taze tutulmasına yardımcı olan gönül, akıl ve duygu erleri vardır. Bunlar hayatlarının anlamını hakikatin izini sürüp sürdükleri izin işaret fişekleri misali arkadan gelenlere sunmakla kalplerini mutmain kılarlar.

İhsan Hoca’dan dersler

Hakikatin son bulmaz serüveninde yol gösterici olma noktasında kendisinden çok şeyler öğreneceğimiz Hocamız İhsan Fazlıoğlu sessiz bir şekilde kitap raflarını süsleyen İlim Bir Kıl ü Kal İmiş Ancak / Fuzuli Ne Demek İstedi kitabıyla kulesinden bir ip fırlattı.

Kitaba kaynaklık eden metin, Bilim ve Sanat Vakfı’nda 10 Aralık 2009’da verdiği seminerin Kanada/Montreal de ‘özel bir öbek’ ile birlikte yapılan okumaların bir hâsılası olarak vücut buldu. Kitaba konu olan yazı bir seminerin çözümlenmesi olması nedeniyle sohbet tarzındadır. Kitapta bu üslup korumuş.

Sohbet notları okunmalı

Yazının amacı bir nebze olsun İslam-Osmanlı-Türk entelektüel tarihine ilişkin bir okumanın nasıl yapılması gerektiğini göstermeye çalışmaktır. Neden edebi bir metin sorusuna; geniş bir kesimle irtibat kurabilmek diyor, İhsan Fazlıoğlu.

Kitabının kaderini Osmanzade Hüseyin Vassaf’ın Gülzar-ı Aşk -Mevlid Şerhi- adlı çalışmanın kaderine benzeten Fazlıoğlu, yazıyı sohbet üslubunun imkânlarını kullanarak oluşturmuş. Genç neslin, bazı kavramlar ve terimleri anlamada ve anlamlandırmada karşılaşacağı zorlukların farkındadır yazar.
Kitap’ta anlama çabasına yönelik verilecek uğraşın, aslında gelenekten beslenmemizin haritasını da çıkaracak ve de farkında olmadığımız gerçekliklerin alanını çoğaltarak büyütecektir.

Kitabın sonundaki ekler kısmı birçok insanın “işler hiç de bizim sandığımız gibi değilmiş” hayretine duçar olacağı kıvamdadır.

Bazı kitaplar yemekler gibidir. Bittiklerinde ağızda nefis bir lezzet bırakır ve de bu lezzeti alan da bir daha ıslah olmaz!

Kaynak:
Mülayim, A. (2011). Fazlıoğlu’nun kitabı ufuk açıyor!, http://www.dunyabizim.com/fuzuli-ne-demek-istedi/7380/fazlioglunun-kitabi-ufuk-aciyor, 18.06.2018.



[1] Mostar Dergisi'nin Ekim 2011 tarihli 80. sayısından iktibas edilmiştir, http://www.haber7.com/kitap/haber/794737-fuzuli-ne-demek-istedi, 18.06.2018.
[2] Mülayim, A. (2011). Fazlıoğlu’nun kitabı ufuk açıyor!, http://www.dunyabizim.com/fuzuli-ne-demek-istedi/7380/fazlioglunun-kitabi-ufuk-aciyor, 18.06.2018.

Editör: Muhammet Negiz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts