PROF.
DR. İHSAN FAZLIOĞLU İLE DÎVÂN-I HİKMET SOHBETLERİ:
“HAKİKATLİ VE SİYASETLİ İNSAN OLMANIN İMKÂNI: IŞK, SIDK VE LİYAKÂT KAVRAMLARI AÇISINDAN BİR MODELLEME DENEMESİ”
“HAKİKATLİ VE SİYASETLİ İNSAN OLMANIN İMKÂNI: IŞK, SIDK VE LİYAKÂT KAVRAMLARI AÇISINDAN BİR MODELLEME DENEMESİ”
Ahmed Yesevi Üniversitesi’nin, UNESCO Hoca Ahmet Yesevi Yılı anısına düzenlediği, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) Konferans Salonunda gerçekleşen "Divan-ı Hikmet Sohbetleri’’nin dördüncüsüne konuşmacı olarak katılan İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun "Hakikatli ve Siyasetli İnsan Olmanın İmkânı: Işk, Sıdk ve Liyakât Kavramları Açısından Bir Modelleme Denemesi" başlıklı sunumunu istifadenize sunuyorum.
Bu değerli sunumun video ve metin halini erişime açan, Türkistan’daki sesimiz Ahmet Yesevi Üniversitesi’ne, Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Prof. Dr. Musa Yıldız başta olmak üzere katkısı olan herkese ve TİKA’ya teşekkürü bir borç bilirim. Bu değerli sohbetin yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet NEGİZ
21.06.2018
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu: "Hakikatli ve Siyasetli İnsan Olmanın İmkânı: Işk, Sıdk ve Liyakât Kavramları Açısından Bir Modelleme Denemesi" sunumu ve metni (pdf)
PROF.
DR. İHSAN FAZLIOĞLU İLE DÎVÂN-I HİKMET SOHBETLERİ:
“HAKİKATLİ VE SİYASETLİ İNSAN OLMANIN İMKÂNI: IŞK, SIDK VE LİYAKÂT KAVRAMLARI AÇISINDAN BİR MODELLEME DENEMESİ”
“HAKİKATLİ VE SİYASETLİ İNSAN OLMANIN İMKÂNI: IŞK, SIDK VE LİYAKÂT KAVRAMLARI AÇISINDAN BİR MODELLEME DENEMESİ”
Cümleten
Hoş Geldiniz!
Öncelikle
böyle bir toplantıyı tertip eden ve beni davet etme nezaketi gösteren Ahmet
Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti’ne teşekkür ediyorum. Değerli dostum Musa
Yıldız’ı makamında ziyaret ettim. Bana bir Dîvân-ı Hikmet hediye buyurdular. O
zaman vazifemi anladım ve üç aydır Dîvân-ı Hikmet’i mütalaa ediyordum ve dün
akşam bitirdim. İşi ciddiye almak lâzım. Titizlik ve dikkat ahlâktandır. Biz de
vazifemizin gereğini yerine getirerek, Dîvân-ı Hikmet’i bilmiyorum kaç kişi
okumuştur baştan sona ama, baştan sona okuyarak belirli kavramsal modeller
çıkartmaya çalıştım. Burada da bu çıkarttığım modellerin bir tanesini sunmaya
çalışacağım. Konuşmamın başlığı şudur: “Hakikatli ve Siyasetli İnsan Olmanın
İmkânı: Işk, Sıdk ve Liyakât Kavramları Açısından Bir Modelleme Denemesi”.
Biraz ağır olacak zannediyorum.
Konuya
girmeden önce şunu ifade etmek lazım. Her medeniyetin ve kültürün üç temel
metni vardır. “Kurucu metinler”, “taşıyıcı metinler”
ve “öğretici-talimi metinler”. İslam medeniyetinin kurucu
metinleri, Kuran-ı Kerim ve hadis külliyatıdır. Bu metinler, bizim asgari ya da
minimal metafiziğimizi, özellikle anlam değer dünyasına ilişkin minimal
metafiziğimizi verirler.
Aynı
zamanda bu metinler, bir medeniyetin hermonotik referans noktalarıdır. Yani o
medeniyette ne tür yorumlar yapılsa yapılsın, dönüp dolaşıp geleceği, kendine
atıf sistemi olarak alacağı metinlerdir. Bu metinler aynı zamanda, bir
medeniyetteki anlam değer ufkunu belirlerler. Onun ötesine geçtiği zaman bu
medeniyetin dairesinden de çıkmış olursunuz. Bu açıdan kurucu metinler, aynı
zamanda denetleyici metinlerdir.
Taşıyıcı
metinler ise, büyük oranda kurucu metinlerin yorumlarını ihtiva eden ve alt
kültürlere ait olan metinlerdir. Çünkü bir medeniyeti bir ırk kurmaz.
Medeniyet, her ne kadar kurucu bir milleti olsa da, büyük oranda milletler
topluluğunun ortak inşa ettiği bir yapıdır. Ancak her medeniyet ailesi
içerisinde o medeniyeti zenginleştiren o medeniyete katkıda bulunan farklı
kültürler vardır. İşte taşıyıcı metinler, bu kurucu metinleri o kültür içerisinde
yeniden dile getiren ve ifade eden metinlerdir. Bu açıdan Dîvân-ı Hikmet, Yunus
Emre Dîvân’ı ve benzeri metinler, İslâm’ın, İslâm medeniyetinin Türkçe
ifadeleri ve Türkçe kuruluşları olarak yorumlanabilirler.
Taşıyıcı
metinler, kurucu metinleri yeniden ifadelendirir; onları güncelleştirir ve
onları kamusal hâle getirir, toplumsallaştırır. Bu açıdan Dîvân-ı Hikmet başta
olmak üzere, tarihimizde Türkçe telif edilmiş metinleri, kurucu metinlerin bir
ifadesi, güncellemesi ve toplumsallaşması olarak görebiliriz. Bunlar aynı
zamanda, bir anlam değer dünyasının, kurucu metinler tarafından belirlenen
anlam değer dünyasının, katmanlı yapısını, farklı kültürlerde ifadesini bulan
katmanlı yapısını da belirlerler.
Öğretici-talimî
metinler ise, esas itibariyle ikiye ayrılır.
1.
Sözlü
kültürle yayılan, bizim geleneğimizde her ne kadar yazılı olsa da, ta köylere
kadar ulaşmış, hatta Türkmenistan’a gittiğimde orada da gördüm, Ahmediyye
ve Muhammediyye gibi belirli bir okuma yazma bilmeyen öbeğe, okuma yazma
bilen insanların aktardığı anlam değer dünyasının bir tür popülerize edilmiş
(vulgarize değil) halk tarafından oraya katılmasını mümkün kılacak bir dille
yazılmış metinlerdir. Bu açıdan öğretici metinler, deyiş yerinde ise, sözlü
gelenek içerisinde kurucu metinlerin ve taşıyıcı metinlerin anlam değer
dünyasını, halkın idrakine aktarmak için kullanılan metinler olarak
görülebilirler.
2. Diğer
bir öğretici metin, talimi metin dediğimiz ise, okullarda okutulan ve o
toplumun entelektüellerinin idrakini besleyen metinlerdir. Bu metinler, hem
kurucu hem de taşıyıcı metinlerin bir tür pedagojik açıdan, talimi açıdan
yeniden ifade edilmiş metinleri olarak görülebilirler.
İşte
Dîvân-ı Hikmet, İslam medeniyeti açısından baktığımızda, büyük ölçekte bir
taşıyıcı metin; ama Türk kültürü açısından baktığımız zaman ise, bir kurucu
metindir. Elbette bir metni anlamak için sadece metnin içeriğiyle yetinmek
doğru değildir.
Metnin
hayat bulduğu; varlığa geldiği tarihsel bağlam, metin içi örgü, kullanılan
kavramsal modeller ve şemalar, bütün bunlar o metni anlamak için göz önünde
bulundurulması gereken konulardır. Özellikle şiir metinlerinde kavram örgüsü ve
iç anlam ilişkileri son derece önemli olduğu için bu metinler üzerine çalışan
kişinin olabildiğince dikkatli olması gerekir. Çünkü şiir kıyasa konu olmaz;
önerme vermez; belirli bir nedensel örgü göstermez. Onun için şiir üzerine
çalışan ve şiir üzerinden o dönemin entelektüel hayatı, metafiziği, varlık
anlayışı ve benzeri konularda bir metin üretecek kişinin, özellikle metin içi
kavramsal örgüleri ve yargıları ciddi bir şekilde göz önünde bulundurması
gerekir.
Ben
de bu sunumumda, yukarıda bahsettiğim ilkelerden hareket ederek, Dîvân-ı
Hikmet’in kavramsal ve yargısal ilişkilerini dikkate alarak bir modelleme
yapacağım. Her model bir yorumdur. Dolayısıyla benimki de bir yorum. Kişisel
kanaatim, şiir müzikle birlikte insan olma bilincinin en üst ifadesidir. Başka
bir deyişle, insanî ayıklığın zirvesidir. Şiir yazan bir zihniyet, ya da bir
kültürü yenmek çok zordur. Özellikle bir fikir, bir entelektüel hareket, şiir
üretmeye başladığı zaman onun kalıcılığı ve sürekliliği artar. Nitekim Türk
tarihine baktığımız zaman Yunus Emre, Âşık Paşa gibi adlar bizim kalıcılığımızı
arttıran sürekliliğimizi sağlayan ve dik durmamızı uyanıklığımızı ve
ayıklığımızı örgütleyen metinlerdir. İlginç bir örnek olarak Fatih Sultan
Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde ve devleti yeniden örgütlediğinde yaptığı en
önemli şeylerden biri; kendisi, oğulları, veziri ve etrafındaki diğer
entelektüellerle birlikte, Türkçeyi şiir üzerinden yeniden kurmaktı. Çünkü
maddî vatan geçici olabilir. Bir kültürün manevî vatanı olan şiir, hiçbir zaman
ortadan kalkmaz.
Bu
çerçevede baktığımız zaman Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i, özellikle Orta
Asya dünyasında dolaştığım ve gördüğüm kadarıyla, oradaki farklı siyasî
teşekküller kurmakla birlikte, hemen hemen Türkçe konuşan halkların bir tür
manevî vatanı olarak bugüne kadar gelmiş. Hepsinin maddî vatanı farklı olmakla
birlikte. Bu çerçevede Dîvân-ı Hikmet’i okuduğumda şöyle düşündüm, ne tür bir
okuma ya da ne tür bir modelleme, bu metnin en derin, en asil ve aslî
özelliğini verebilir. Tespit ettiğim şudur: Elbette dediğim gibi bu bir
perspektif. Başka açılardan da okunabilir. Çok çeşitli kavramları birbirleriyle
ilişkilendirerek otuz sayfaya yakın kavramsal modelleme yaptım. Çok çeşitli
kavramları birbiriyle ilişkilendirerek. Ama bir tanesini burada sunacağım.
Yesevî’nin şikâyet ettiği konu yalgan dediği sahtelik, riya, yalan, yalancılık
ve burada eşlik eden diğer kavramlar özellikle söze bağlı yaşamak. Bunun
karşısında ise, ihlâs, samimiyet, ışk, sıdk, liyâkat ve mana ile yaşamak.
Dolayısıyla bütün modelin dayandığı kavram çiftleri ve bu kavram çiftlerinin
özeti söz ile yaşamak ve mana ile yaşamak olarak özetlenebilir. Yesevî’nin en
çok şikâyet ettiği İslam’ın ümmîliğinin ve Hanifliğinin ihmal edilerek bir tür
kurumsal ve kamusal riyakârlığa dönüştürülmesidir. Ümmîlik, Türkiye’de son
derece yanlış anlaşılan bir şeydir. Cehaletle, okuma yazma bilmemekle
eşleştirilir.
Hâlbuki
“ümmîlik” bir teolojik kavramdır. Ümmî olmak demek, döneminde mevcut olan
hiçbir kurumsal dine tâbi olmamak, demektir. Hz. Peygamber’in ümmî olması,
okuma yazma bilmemesi demek değildir. Anneden doğduğu gibi fıtrat dinine mensup
olması, dönemindeki Yahudilik, Maniheizm, Hıristiyanlık, Zerdüştlük gibi hiçbir
kurumsal dine mensup olmamasıdır.
Kurumsallık
ve kamusallık, bir medeniyetin sürekliliğini sağlamakla birlikte, pratik
içerisinde, mümarese içerisinde, şeklî bir yapı kazanır ve o yapıya mensup olan
insanlarda bir tür riyakârlık üretir. Yesevî’nin eleştirisi sadece dinî
değildir. Ya da dinî derken resmî ulemaya, rusûm ulemâsı dediğimiz ulemaya
değil; şeklî ilimlerle uğraşan tasavvufta sık dile getirilen kesime değil;
tasavvufa da eleştiri oklarını yöneltir ve dönemindeki tasavvufî anlayışın da
bir tür riyakârlığa, sahteciliğe dönüştüğünü söyler. O kadar ki, sayfa 69’da
sahte ümmet ifadesini kullanır. Yani Müslümanlar o hâle geldi ki, Hz.
Peygamber’in ümmetini hakikatten sahtekârlığa dönüştürdüler. Peki, bir sûfînin
sahte iş yapmadığını, yalgan iş yapmadığını nereden anlayacağız? Menakıbına
bakarak. Çünkü tasavvufta menkıbeler, menakıplar, bir sûfînin iddialarını
epistemolojik kontrolünü sağlarlar. Çünkü insanın sureti ancak sîretinde
tecelli ederler. Eğer insanın sîreti yalgan değilse, sahte değilse, o sîretin
dayandığı sûret ve fikirler de sahte değillerdir. Bunun için Yesevî’nin sık sık
vurguladığı gibi bir insanı tanımak, onun yoluna, yoldaşına ve yol alış tarzına
bakmakla, bakılmakla mümkündür. Yesevî daha da ileri giderek bu eleştirileri
sadece dönemindeki kendi dışındaki ötekilere yapmaz. Kendini de eleştirir.
Fütüvvet ve melâmet ona göre kendini eleştirmeyi gerektirir. Şüphesiz
Yesevî’nin ki bir sohbet, bir tespit, sohbet üzerinden verilen bir tespit.
Fakat biz biliyoruz ki, kendisi sıkı bir medrese eğitimi almıştır. Sebepsiz,
nedensiz tespit, bir malumattır. Bunları nedenlemek de gerekir. Çünkü bilgi,
nedenlenmiş malumattır. Yesevî’ye göre bunun nedenleri nedir? Niçin kendi
dönemindeki Müslümanlar bu yalganlık içerisinde, riyakârlık içerisinde
yaşamaktadırlar?
1.
Ben ve benlik iddiası, kibir. Ehl-i irfana göre kibir ile şirk, yazı tura
gibidir. Şirk, Tanrı’ya başka bir şeyi şerik koşmak iken; kibir, kişinin
kendisinin Tanrı’ya şirk koşmasıdır.
2.
Dünyayı biriktirenler. Çok güzel bir tabir. Onun tabiridir bunlar. Dünyayı
biriktirmek doğal olarak dünyaya tapmayı doğuracağı için riyakârlığı ve
sahtekârlığı arttırmaktadır.
3.
Dini eylemlerinde kâr zarar hesabı yapanlar. Yesevî’ye göre, önceden düşünülmüş
her türlü dinî eylem, sevapları siler. Şöyle diyor: Tanzim edilmiş hesap iş
siler. Dinî yolculukta yolun sonuna göre düşünmek, kibir olarak kabul edilir.
4. Daha da korkunçtur. Akıbetinden emin
olanlar. Hiçbir mümin, yaptıkları ve ettiklerinden hareket ederek bir kıyas
yapıp akıbetinden emin olamaz. İmandan emin olmak, küfürdür. Akıbetinden emin
olanlar, ilginç bir şekilde, diyalektik bir şekilde Allah’tan ümidini
kesenlerdir Ahmet Yesevi’ye göre. Allah’tan ümidi olanlar kesinlikle akıbetinin
garantili olduğunu düşünemezler. Çünkü Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Bu dinin
peygamberi benim, ben bile akıbetimden emin değilim”. Onun için sık sık
divanında şunu söyler: “Hiç bilmem, nasıl olacak benim işim”. Emin
değil. Nitekim hayatını yaş yaş anlattığı şiirinde de, biraz önce bir bölümünü
arkadaşımız okudu, tek tek kendisinin nakisalarından ve eksikliklerinden
bahseder.
Yesevî’ye
göre, bu anlattıklarımız ve bunları yapanlar ciddi bir riyakârlık içerisindel
bulunmaktadırlar. O, riyakâr insanı, şeytan atına gem vurmadan -yani şeytanı
bir at olarak görüyor- binen kişiye benzetir. O kişi, kendinden geçemez;
dünyayı tepemez. Nefsi büyük, dini bozuktur. O kadar ki, bu insanları yalanlar
yakar. Tabii, bu anlattıklarımız bireysel düzlemde gerçekleşen bir şey
değildir, Yesevî’ye göre. Çünkü yalganlık, sahtekârlık, riyakârlık, yalancılık,
sözde yaşamak ferdî bir olay değil, bütün toplumu ve hatta bütün insanlığı
yakından ilgilendirir. Çok ilginç bir şekilde Divan’da bununla alakalı söyleyişleri
çıkarttığımız zaman, yalgan bir ortamda nasıl bir manzara tecelli eder, şunları
söyler:
1.
Sevgi ve şefkat gider.
2.
Edep ve hayâ kaybolur.
3.
Müslüman, Müslüman’ı öldürür.
Şöyle
diyor: “Müslüman müslümanı eyledi kâtil” (s.191). “Âdemoğlu birbirini yer
yutar”. “Dünya için, iman, İslâm dinini satar”. “Haksızlık tutulur haklının
işleri batıl kılınır.”, “Yöneticiler edipler yalan söyler ve zulmeder”. “Hatır
kalmaz; vefa ortadan kaybolur”. “Cömertlik gider; adalet yok olur”. “Dualar
kabul olmaz, belalar çoğalır”. “Özellikle o toplumun bilenleri zalim olur”.
Şöyle diyor: (s.194-195) “Hoş geldin deyiciler, bilgin oldu”. Bunu yazıp
fakültedeki odama asmaya karar verdim. “Hoş geldin deyiciler bilgin oldu”.
Yağcılar, üçkâğıtçılar, numaracılar âlim oldu, demek istiyor. Çok güzel bir
ifade kullanmış. Peki, bu tespit ve bunun nedenleri belirlendikten sonra çözüm
dedir?
Peki,
yalganlıktan nasıl kurtulunur? Bu riyakârlık ortamı, bu sahtekârlık ortamından
nasıl kurtulabiliriz?
Üç kavramı
Divan’ında sık sık kullanır Ahmed Yesevi. “Âşık olmak”, “sadık olmak yani doğru
olmak” ve “layık olmak”. Buradaki aşk ya da ışk, tasavvufta kullanılan genel
anlamı yanında, Yesevî’nin Divan’ında ihlâslı olmak anlamına da gelir. Buna da
çok dikkat etmek lazım, metni okurken. Bu kavramı ilginç bir şekilde hep
birlikte kullanır. Bir şeyi ışk ile yapmak, Ahmet Yesevi’ye göre, bir şeyi
ihlâslı ve dürüst yapmak anlamına gelir.
Her ne eylesen
aşk ile eyle,
Aşksız insan kişi değildir.
Aşksız insan kişi değildir.
Ben,
aşk kelimesini kullanmayı pek sevmiyorum. Çünkü çok alçaltıcı bir anlamı var
günümüzde. Işksız kulluk, taharetsiz yaşamaya benzer. Işk, kalbin
taharetidir. Ahlak ise, aklın taharetidir. Hileci olmayın âşık olun. Âşık olsan
sadık ol. Hile hurda işlerden uzak dur. Bakın hepsi ihlâs ve diğer kavram
çiftleri ile alakalıdır.
Yesevî’ye
göre, söz ile yaşamaktan mana ile yaşamaya geçmenin asgari şartı, ihlâstır;
samimiyet ve dürüstlüktür. Peki, böyle bir durumu nasıl sağlayacağız? Çok beyit
var. Onları tek tek okuyarak vaktinizi almayayım. Konunun derinliklerine devam
edelim. Peki, nasıl buna ulaşacağız? Nasıl bu yalgan ortamda âşık olalım?
Efendim, sadık olalım. Bunlar dolayısıyla bize bir liyakat kazandıracak layık
olacağız. Hem Tanrı’ya layık olacağız; hem kendimize; hem de topluma.
Çünkü
Yesevî için esas olan kişinin kendidir. Kendisine layık olması lazım öncelikle.
Kendisine sadık olması lazımdır. Kendisine âşık olmalıdır. Kendisi dürüst
olmalı anlamında. Bu ortamdan ve bunun yarattığı tehlikeleri de gördük, kendi
toplumunda da örneklendirdi bize. Bundan kurtulmanın yolu nedir? Yine
modelimize göre, Yesevî’ye göre bundan kurtulmanın pek çok yolu olmakla
birlikte en temel yolu, öz olarak kullandığı özlük bilinci, kendilik
bilincidir. Yani her tür eylemimizde özümüzün eşlik etmesi bir bilincin bir
yakaza hâlinin eşlik etmesidir. Bir uyanıklık hâlinin eşlik etmesidir. “Özü
okumak”, “özü vurmak”, “özü ortaya koymak”,
“özünü bil”, “özün bilince ilmin ile amel kıl” gibi pek çok,
yaklaşık otuz kırka yakın ifadesi var Divan-ı Hikmet’te. Dolayısıyla bir insan
tasavvuftaki teknik tabiriyle, tahkik yapmadan kendi işine düşmeden ve
düşünmeden, kendisiyle hemhâl olmadan ve halleşmeden, hayatında bir kere dahi
olsa kendi ile hesaplaşmadan kendi nefsiyle vuruşmadan diyor -nefsiyle vuruşmak
tabirini kullanıyor kendi nefsiyle vuruşmadan; hu testeresiyle nefsini
biçmeden; kesinlikle bir insan, dışarı çıktığında eylemlerine bilinç eşlik
etmez. Çünkü insanın, varlığını, kendi varlığını idrak etmeden başkalarının
varlığını idrak etmesi; kendi varlığını takdir etmeden başka varlıkları takdir
etmesi mümkün değildir. Bunun psikoloji açısından böyle olduğunu biliyoruz
zaten. Elbette böyledir. Deli, delidir. Çünkü özlük bilinci yoktur. Çocuk mesul
değildir, çünkü özlük bilinci yoktur. Ama bunun bütün dinî eylemlerimizde,
yaşama tarzımızda, yol alış tarzımızda en temel ilke olduğunu pek çok
ifadesinde Ahmed Yesevî ortaya koyuyor.
Peki,
kendilik bilincini nasıl elde edeceğiz? Özlük bilinci diyor tabi ki. Kendi
kelimesini kullanmıyor. Daha çok… Şunu yeri gelmişken söyleyeyim: Yesevî’de
nefs olumsuz; öz olumlu bir anlam ifade eder. Nefs, daha çok şeytanî tarafımıza
denk gelir. Divan-ı Hikmet’te en azından benim gördüğüm nefsten bahsettiğinde
olumsuz bir durumdan bahseder. Ama öz nefsin de altında olan daha özsel bir şey
diyeceğim ama öz, özsel bir tekrar oldu. Fakat özseli günümüz Anadolu
Türkçesindeki anlamında kullanıyorum. Daha zeminde daha ana dilimizde söylersek
essensiyalist bir temel oluşturur. O açıdan öz, her geçtiğinde Yesevî’nin ifade
ettiği insanın birey olarak fert olarak yaşama atılımını mümkün kılan en temel
taşıyıcıdır. Bunu nasıl yakalayacağız? Böyle bir özün bilgisini nasıl elde
edeceğiz? Şüphesiz bunu Kur’an-ı Kerim’den hadislerden hareket ederek elde
edebiliriz. Bunu eğitim öğretim yoluyla; terbiye ve talim yoluyla da
aktarabiliriz. Ama burada bahsedilen dışarıdan bir öğretim değil, içeriden
eğitim nasıl mümkündür? Burası önemli. Çünkü tasavvuf ve irfanda nihai amaç,
yapılıp edilenlerin dışarıdaki bir sahneye göre yapılması değildir. Yani
dışarıda bir müzik çalıyor, ona göre oynamak tasavvufî bir tavır değildir.
Müzik içerden çalması lazım. Makamlar içeriden gelmesi lazım. Siz o müziğe ve
makama göre kendinizi ayarlamanız gerekir. Çünkü dışarıya göre yapılan her
ayarlama, bir riyadır. İnsanın kendini dışarıdaki bir miyara göre ayarlaması;
dışarıdaki bir ölçeğe göre kendine çekidüzen vermesi ilk başlangıçta olmasa
bile nihayetinde bir hesaba dayanır.
Öz
kavramı, benim teşbihimle bir atom bombası patladığında nasıl bir enerji ortaya
çıkartırsa, öz, Ahmet Yesevî’ye göre böyle bir enerji yoğunlaşmasıdır. Yani
bütün o insan dediğimiz bireyin ferdin, en yoğun çekirdeğidir. Dolayısıyla
kararların, nihai yorumların, ilkelerin bu yerde alınması gerekir. Öz bilinci
ya da özlük bilinci ya da kendilik bilincinin sahih bir şekilde inşa
edilebilmesi için, ölüm bilinciyle birleştirilmesi gerekir. Burası son derece
önemli. Şaşırdım. Çünkü ben bu konularla ilgili Dîvân-ı Hikmet’i okumadan önce
de yazılar yazmıştım. Demek ki, hani ben Ofluyum, direkt Allah’a bağlıyım,
derdim. Demek ki herkes direkt Allah’a bağlıymış. Böyle bir problem yaşadım
açıkçası. Şaka bir yana, ben bunlarla ilgili birkaç yazı yazmıştım. Ölüm
bilinciyle alakalı olarak. Ahmet Yesevî’nin Dîvân’ında neredeyse dörtte birlik
bir bölüm, ölüm bilinciyle alakalıdır. Çıkarttığım otuz sayfalık özetin
neredeyse on sayfası, ölümle alakalı. Şimdi burada bu konu üzerinde biraz
durmak istiyorum.
Kur’an-ı
Kerim’de bildiğiniz gibi ayet-i kerimede “El-hayatü’d-dünya ve’l-ahire”
tamlaması vardır. Bu son derece önemli. Çünkü bu tabirde dünya hiçbir zaman
isim olarak kullanılmamıştır. Kur’an-ı Kerim’de dünya, isim olarak kullanılmaz;
sıfat olarak kullanılır. Ahiret de öyle. Burada mevsuf olan, sıfat olan, öz
olan, taşıyıcı olan ya da mantık terimiyle mevzu olan, hayattır. Dolayısıyla
İslam dünya görüşüne göre, hayat süreklidir. Dünya, yakın hayat, yakın demektir
malumunuz. Ahiret ise öteki hayat. İkisi de sıfattır. Sıfatları attığınızda
mevsuf kalır; mevsuf da hayatın kendisidir. Hayat, Cenabı Hakk’ın el-Hayy
isminin bir tecellisi olması bakımından ebedî ve ezelîdir. Bu nedenle ölüm, yok
olmak değildir, İslam hayat anlayışına göre.
Ben
bunu şöyle ifade etmiştim: Müslüman var olur; var ölür; ama yok olmaz. Yani
varlığı hep devam eder. Şimdi benzer ifadeleri Yesevî’de de görmek şaşırtıcı.
Gerçi Hz. Ali’ye nispet edilen bir cümlede “Kim ölümün yokluk olduğunu
zannederse, onun yokluğu doğmakla başlar.” der. Çok ilginçtir. Doğduğun
anda yokluğun başlıyor; eğer ölüm yokluksa. Çünkü niye? Yine Ahmet Yesevî’nin
ifade ettiği gibi; daha önce Ömer Hayyam’ın ifade ettiği gibi; ölüm, insana
özgü bir şey; insan ölür ve doğduğu anda ölüme hazırız demektir.
Daha
doğrusu, anne karnında canlandığımız an ölüme hazırız. Ölüme doğrudur insan,
insanın yönü ölüme yönlenmiştir, der sufiler. Bu açıdan zaten İslam medeniyeti
bununla alakalı, Yesevî’nin dile getirdiği ifadelerle alakalı olarak, hazır bir
veri sunuyor bize.
Ancak
burada ölüm bilinci ile ölüm korkusunu birbirine karıştırmamak lazım. Ölüm korkusu,
bilincin eşlik ettiği bir duygu değildir ve bilincin eşlik etmediği tüm
duygular ahlaksızlığın kaynağı olurlar. Dolayısıyla burada Yesevî’nin,
tasavvufun ve irfanın bahsettiği ölüm korkusu değil; ölüm bilgisidir. Sır
tabirini de kullanır Yesevî. Bu çok ilginç bir şey, sır. Nitekim Alman filozofu
Schopenhauer benzer ifade kullanıyor, ayrı kültürlerde olmasına rağmen “Işk ile
verileni ölüm ile alan nedir?” diyor. Aynı ifadeyi Yesevî’de görüyoruz. Aynı
ifade. Bu sır nedir? Şimdi dolayısıyla İslam hayat görüşüne göre, öz bilincini
elde etmemizin asgari şartı; kendimizi, benliğimizi, özümüzü ölümle
ilişkilendirmemiz gerekir. Bu da yetmez. Aynı zamanda kökenimizle de
ilişkilendirmeliyiz.
Dolayısıyla,
üç temel kavramı, bir süreklilik içerisinde, idrak etmeliyiz: Mebde’,
me‘âş ve me‘âd. Yani (mebde’) köken, (me‘âş) yaşam ve (me‘âd) geri dönüş.
Bu üçünü konuşurken, belirli bir bilgi analizi yaparken, farklı kavramlarla
ifade etsek de -çünkü bilmek ad vermektir; kavramsallaştırmaktır, başka çaremiz
yok, idrakin doğası bu- ama Yesevî’ye göre bunlar tek bir sürecin farklı
adlarıdır. Nedir o süreç? Hayat. Hayat süreci. Hayat, Hayy isminin bir
tecellisi olduğu için ezelî ve ebedîdir. İnsan da özü itibariyle ezelî ve
ebedîdir. Öyleyse benlik bilinci elde etmemizin asgarî şartı, hayatı bir
süreklilik olarak idrak etmek ve ölümü yokluk olarak görmemek. Bu muazzam bir
tespit. Yani olmayı ve ölmeyi, varlığın ik farklı tecellisi olarak görmek, iki
farklı yüzü olarak görmek. Ölmeyi yok olmak değil de; var olmanın başka bir
ifadesi olarak fark etmek. Fakat sadece bir enformasyon bir malumat olarak
değil, bir bilinç hâline getirmek son derece önemlidir.
Daha
önceki yazılarımda ifade ettiğim gibi modernizm, ölümün itibarsızlaştırmasıyla
başlar. Çağdaş dünyada ölüm, itibarsızlaştırılmıştır. Nasıl ki börtü böcek “öldüğünde”
toprağa karışır giderse, insan için de benzeri bir sürecin geçerli olduğu dile
getirilmiştir. Ölümün itibarsızlaştırılması, özellikle Batı Avrupa’da Rönesans
ve modern bilimin ortaya çıkmasıyla başlayan, bizim bilim felsefesi “dis-enchantment”,
anlamdan arındırma dediğimiz bir sürecin sonucudur. Anlamdan arındırma, esas
itibarıyla kelamın başlattığı harekettir. Onun özeti şudur: Teknik konulara
girmek istemiyorum. “Maddî evrende Cenab-ı Hak dışında spiritüel, mistik,
fail bir güç yoktur; her şey maddedir. Mutlak anlamda tek fail Tanrı’dır,
diğerleri hep âmildir.” ilkesi, özellikle İbn Meymun’un Delâletü’l-Hâirin
adlı eseri Latinceye tercüme edildikten sonra yayılan bir fikirdir. Ama bu
mübalağa edilmiş, insana da uygulanmıştır. İnsan da anlamdan arındırılmıştır.
Hâlbuki anlam, insanın kendisidir; bizim geleneğimizde.
Ağaçta
anlam var mı yok mu? Bu bizim bilgimiz dışında. Bilemeyiz. Evrende anlam var mı
yok mu? Bunu bilemeyiz. Bunları biz yüklüyoruz, olabilir. Ama o anlamı üreten
ve yükleyen insan, özellikle insanın o kendiliği, benliği anlamın kaynağı
olduğu için, insanı da anlamdan arındırmak demek, Kant’ın ifadesiyle, “İnsanı
makineleştirmek” demektir ki, yine Kant’a göre, insan onuruna yapılmış
en büyük saldırı budur.
Şimdi
iki farklı kültürden gidiyoruz dikkat ederseniz. Bir tarafta Batı Avrupa,
özellikle Alman kültürü, buradan hareket ederek gaistik bilimleri, manevî
bilimleri kurma hareketini başlatmıştır Kant, Heidegger, Schelling,
Schopenhauer, efendim Fichte, Haeckel ta Meinecke’ye
kadar gelen süreç içerisinde, insanın makineleştirilmesine karşı çıkarak,
insanı şiir üzerinden, müzik üzerinden, tarih üzerinden gaistik yani manevî
bilimler dediğimiz bilimleri kurarak, anlam bilimleri hatta meşhur Arendt’i
bilir sosyal bilimci arkadaşlar, açıklamacı bilimler explanation yapan ve
anlayıcı bilimler, understanding; işte açıklamacı bilimler, doğa bilimleri,
anlayıcı bilimler beşerî sosyal bilimler. Bu ayırımı da Alman kültürün
yaptığını biliyoruz. Dolayısıyla benzer bir meselenin aynı çerçevede; fakat
başka bir bağlamda gündemde olduğu görülüyor.
1860’tan
sonra Avrupa’nın büyük şehirlerinde mezarlıkların şehir dışına taşınması da
ölümün itibarsızlaştırılmasıyla son derece ilgilidir. Çünkü mezarlıklarla
yaşamak, modern insanı rahatsız eder. Benim gezdiğim Berlin, Viyana ve
Budapeşte’de bunu yakinen müşahede ettim. Arabayla gidiyorsunuz mezarlıklara.
Hâlbuki biz ise, sadece İslam medeniyeti değil, bütün kadim medeniyetler,
mezarlıklarla birlikte yaşarlar. Onun için Yahya Kemal’e 1950’lerde “İstanbul’un
nüfusu kaç” dendiğinde, “90 milyon” diyor. Türkiye’nin
nüfusu 18-20 milyon, verdiği cevap çok ilginçtir: “Biz, ölülerimizle
birlikte yaşarız. Nüfus sayımızda bizim mezarlıklarımız da dâhildir o nüfusa.” Bugün
böyle bir bilincimiz var mı? Hiç zannetmiyorum. Hepimiz ölümden kaçıyoruz,
gürültüye sığınıyoruz. Burada anlattığımızı kendi nefsimize uygularsak
tehlikeli bir hâl alabilir. Onun için onu geçiyorum hemen.
Biraz
önce ifade ettiğim gibi ne Yesevî, ne de diğer arifler, sûfîler, ölüm
korkusundan bahsediyorlar. Zaten mü’min bir insanın ölümden korkması
düşünülemez elbette. Biraz önce dediğim gibi, bilincin eşlik etmediği her eylem
nasıl ahlaksızlık yaratıyorsa, Yesevî’ye göre, ölüm korkusu da, -korku bilincin
olmadığı yerde ortaya çıkar- ölüm korkusu da, eğer ona bilinç eşlik etmiyorsa,
bir bilince dönüşmüyorsa ahlaksızlığın kaynağıdır.
Şimdi
burada Yesevî’de benim daha önce pek görmediğim, okumalarımda rastlamadığım bir
durum var. Karşılaştım ve şaşırdım biraz açıkçası. Bilgi ile hikmet ilişkisi
ilginç bir şekilde kuruluyor Yesevî’de. Bilgiyi son derece önemser. Yeri
gelmişken şunu söyleyeyim: Söz önemsiz değildir Yesevî’de; eksiktir sadece.
Bunu da göz önünde bulundurmalıyız. Yani klasik, kadim İslam düşüncesi, olgu ve
olayları yan yana koyarak düşünmez, üst üste koyarak düşünür; ya ya da ayırımı
yoktur bizde. Her şey yerinde olmak kaydıyla, alt ve üst eşiği belirlenmek
kaydıyla, insan için gereklidir. Sözü reddetmiyoruz diyor Ahmed Yesevî.
Çünkü söz, dünyayı mamur eder. Ne demek? Bilim, bilgi, kavl/ söz dünyayı mamur
eder. Çünkü biz bütün bu yapıları bilgiyle koruyoruz; sözle kuruyoruz. Devleti,
milleti, toplumu sözle idare ediyoruz. Bu tek başına kaldığında problem
yaratır. Yani eksik kaldığında. Yoksa sözün başladığı ve bittiği yer, iyi
tespit edilirse -buna alt eşik ve üst eşik adını veriyoruz- her insanî eylemin,
her insanî yeteneğin alt ve üst eşiği iyi tayin edilebilirse ve yerinde
kullanılırsa; yerinde tutulursa hiçbir mahzuru yoktur; hiçbir sakıncası yoktur.
Dolayısıyla sözü reddetmiyor Yesevî.
Sadece
sözde kalmak, bir süre sonra riyakârlığa neden olur. Onu tamamlamamız lazım;
hâle çevirmemiz, manaya çevirmemiz gerekiyor. Bilinç, manadır. Öz, manadır.
Kendilik bilinci, manadır. Burada dediğim gibi dışarıdan bir şey kastetmiyorum.
Basit bir cümle anlamı değil bu. Sözlük anlamı değil. Doğrudan insanın
yüklediği özsel atılımla yüklediği yapıdır.
Burada
bilgi, bilgi olması bakımından değerli olmakla birlikte, hikmete nasıl
dönüştürülmelidir? Şimdi bu çok ilginç. Biz, hikmeti genelde felsefî
çalışmalarımızda, bilginin bir üst ifadesi olarak kullanıyoruz. Ama Yesevî
bilginin hikmete dönüştürülmesinden bahsediyor. Nasıl yapacağız bunu? Şöyle
söyleyebiliriz. Söze anlam katmak; ya da söze mana katmak eşittir hikmet.
Doğru. Fakat bunu anlattıklarımızla ilişkilendirerek şöyle der: Bilginin
hikmete dönüştürülmesi, bilgiye ölümün bilgisinin katılmasıyla mümkündür. Bu
bilgiyi genişletir; derinleştirir. Şimdi bu çok ilginç bir şey. Yani şunu demek
istiyor: Eğer bilgi, Hz. Ali’ye nispet edilen Kelam-ı Kibar’daki gibi
düşünülürse, yani Hz Ali diyorlar ki, bilgi nedir? Diyor ki, “Bilgi,
ilmü min eyne, ilmü fî eyne, ilmü ilâ eyne’nin toplamıdır.” Ne demek?
Nereden bilgisi? Nerede bilgisi? Nereye bilgisi bir araya getirildiğinde bu
ilimdir, diyor. Bir kere bilgiyi bu şekilde gördüğünde o hikmet adını alır
Yesevî’ye göre. Şimdi biz genelde modern hayatta sadece buranın bilgisini
önemsiyoruz. Atom altı yapılara iniyoruz küçük ölçekle; büyük ölçekle
astrofizik yaparak evrenin sınırlarını paralel evrenlere kadar gidiyoruz.
Burada bir sıkıntı yok. Bu sağı ve solu eksik olan bilgidir; ya da altı ve üstü
eksik olan bilgidir. Köken ve dönüş bilgisini mebde’ ve me‘âd bilgisini
kattığımızda, o bilgi hikmete dönüşür. Peki, yeterli midir? Bu da çok önemli.
Yeterli değildir; bu neticede nazarî, teorik kalan bir eylemdir. Ne yapacağız?
Bunu eyleme dökeceğiz.
Ele
ve eyleme inmeyen bilgi, yine Hz. Peygamber’in hadisinden ilham alarak
Yesevî’nin kullandığı gibi, eşek olmaktır. Yani taşıyorsun o kadar yükü. Kitap
yüklü merkep olmak demektir. Bilgi eyleme inmelidir. İbn Haldun’un
Mukaddime’de söylediği gibi, insanı insan yapan iki temel yeti
var: Akıl ve el. Bu iki gücün ürettiği iki yapı insanlığı kurar. Fikir ve iş,
amel.
Dolayısıyla
Yesevî de başka bir açıdan bunu söyler. Bilginiz, tabi burada artık bilgi
sadece buradanın bilgisi değil, buradan yani “-den”, “-da” ve “-e”
bilgisi. Nasıl diyeceğiz bunu anlayamadım ki? Yani ‘İlmü min eyne, ilmü fî
eyne, ilmü ilâ eyne’ bu bilginin toplamı, bilgi artı eyleme dönüştürdüğümüzde
hikmet eylemiş oluruz. Hikmet, adaleti doğurur. Dolayısıyla itidal üzerine
yaşamış oluruz. Denge üzerine yaşamış oluruz. İtidal. Yani ümmet-i vasat
tabirini, itidal olarak tercüme, tefsir edebilirsiniz. Oradaki vasat olmak
demek, matematiksel geometrik bir orta değildir, itidal üzerinde olmak. İşte
Yesevî’ye göre hikmet, itidali yaratır. Zaten biliyorsunuz klasik ahlak
teorisinde de hikmet, itidal ile aynı şubeye mensuptur.
Evet
toparlayalım. Bizar geniş hacimle bir toparlama yapalım. Peki, bir insanı bütün
bu anlattıklarımızı düşünmeye nasıl sevk edeceğiz? Tamam, terbiye yapıyor
aileler. Okullarda eğitim de veriyoruz. Toplumsal bir organizasyonumuz da var.
Sürekli eğitim dediğimiz bir şekilde insanları eğitiyoruz da. Her insan bununla
hemhal olmuyor mu? Bunu nasıl yapacağız? Bu yakaza hâlini, bu uyanıklık hâlini,
bu sözden manaya geçiş ya da ikisini birlikte bir arada tutma, bu özlük bilinci
-saydıklarımız bütün konuşma boyunca- bunu nasıl gerçekleştireceğiz? Burada
Yesevî’nin söylediği, insanları dertlendirerek. Dert, bütün bu arayışı
boşandıran tetikleyici güçtür; enerjidir. “Dertsiz insan, insan değil.
Bunu anlayın. Aşksız insan, hayvan cinsi bunu dinleyin.” diyor Ahmed
Yesevî. Başka ne söyleyeyim. Yoruma açık, yorumlanacak cümle değil bu.
Dertsiz insan, insan değil. Burada dert, tabîi geçinme derdi, kira derdi, makam
mevki derdi değil ha. Hele biraz Türk iseniz, siyaset derdi de değil. Ankara’da
da bu laf söylenir mi be? İstanbul’dan gelince böyle ayar bozukluğu oluyor.
1991’de
Şam’a gittiğimde üniversiteyi ziyaret ettim. Yaş elliyi geçince hatıraları
anlatmak lazım. Meslektaşlarımızı ziyaret ettik üniversitede. Konuşuyoruz. Dedi
ki orada bana bir Profesör: İhsan Bey, bir Türk bir şehre gittiğinde,
geldiğinde ilk neyi sorar? Bu gerçekten başka kültürlerin ve
milletlerin sizin hakkınızda kanaatlerini çok ciddi bir şekilde okumanızda
fayda var. Sizin göremediğiniz şeyleri görüyorlar. Dedim: Ne bileyim ben.
Türk olduğum için bilmiyorum. “Burayı kim yönetiyor? Müdür kim?” Şaşırdım.
“Niye?” dedim. “El koyacak” dedi. Adam kimin
yönettiğini bilecek ki, onu devirecek el koyacak. Bu işin esprisi. Efendim.
İngiltere mi? Hayır yok. O başka; o kadar derin gitmeyelim; yanlış anlar
arkadaşlar. Hepsi vazifelerinden istifa eder şimdi; sıkıntı yaratmayalım.
Evet,
buradaki dert metafizik bir dert. İnsanın doğrudan anlamına taalluk eden bir
dert. İnsan nedir? Niye vardır? Bir varoluş sorusudur bu. Oradaki derdi
kastediyor. Yoksa günlük hayatta onlar da dert. Her zaman alıntılamaktan
bıkmadığım Gazalî’nin bir cümlesini söyleyeyim: “Emân olmadan iman olmaz.
Maddî güvenlik olmadan manevî güvenlik, metafizik güvenlik olmaz”. Âşık
Paşa bile Anadolu’nun hec ü merci içerisinde benzer şeyler söyler
Garib-nâme’de: “Önce emân, maddî güvenlik sonra iman”. Emânın
kalitesi imanın kalitesine etki yapar. Gayet doğal bir şey; insanî bir şey.
Yani insan ölüm korkusundayken ben neyim sorusunu sormaz herhâlde. Ne
olacağım ben? Zaten oluyorsun. Ne olacağım? diye sorulmaz. O açıdan
burada kastedilen maddî bir soru değil. Doğrudan kişinin kendisine ilişkin
muhasebesi ve sorgulamasıdır. Dert, budur. Bir kere kendine bu soruyu sormak ve
buradan yola çıkmak bütün bu ve bundan önce anlattıklarımızı idrak etmek,
yakalamak için şarttır. Onun için, dertsiz insan, insan değil. Bunu anlayın,
diyor; vurgu yapıyor.
Neticede
bütün anlattıklarımız söz ile mana, söz ile yaşamak ve mana ile yaşamanın
özetidir. Yesevî şöyle diyor: “Söz, başka gönül başka olmasın, İş bu
sözün manasını talip olanlar anlasın”.
Teşekkürler.
Kaynak:
Dîvân-ı Hikmet Sohbetleri (2018).
Editör: Zülfikar Güngör. – Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak
Üniversitesi, 53-65.
Konuşmayı mp3 olarak indirmek için aşağıdaki bağlantıdan istifade edebilirsiniz:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder