"Kitap Okumak İnsan Öldürmekten Daha Zordur"
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın Sayın Selim
Tiryakiol tarafından yöneltilen sorulara vermiş olduğu yanıtlardan
oluşan ve Okur Dergisi’nde (http://www.okurdergisi.com) yayımlanan “Okumak İnsan Öldürmekten Daha Zordur” başlıklı röportaji istifadenize sunuyorum.
Bu sayede kültüre
dair haberciliğin adresi Okur Dergisi’ne ve bu değerli röportajı bizlere ulaştıran Sayın Selim
Tiryakiol’a katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları
tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet
NEGİZ
09.07.2018
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi-IX: "Kitap Okumak İnsan Öldürmekten Daha Zordur"
Yayın hayatımızın ilk
sayısında İhsan Fazlıoğlu ile “Neler okunmalı?” ve “Nasıl
okunmalı?” soruları etrafında hem kitap okuma âdâbını hem de kitap okumanın
tarihini konuştuk. Kapak konumuza uygun olarak “kitapların bizi nasıl bir
millet yaptığı”na da değindik. Okuma, yazma ve kitap üzerine verimli bir
söyleşi oldu. Okumasının da öyle olacağını düşünüyoruz.
Söyleşimize sizin
okumalarınızdan başlasak. Siz nasıl okursunuz?
Öncelikle Okur Dergisi‘nin
Türk ilim ve kültür hayatı için hayırlı olmasını diliyorum… Sorunuza gelince,
her şeyden önce mutlak bir mekân-zamanda yaşamıyoruz; bu nedenle her türlü
insanî eylem mukayyettir; mekân-zamana hâs niteliklerle kayıtlanmıştır. İnsanî
bir eylemin gerçeklik kazanması da bu niteliklerle, koşullarla ilgilidir. Bu
koşullar eylemin dışına ilişkin olabilir; bizâtihi eyleme içkin olabilir. Okumak eylemi
de buna dâhildir; öyleyse koşullarla mukayyet bir okuma eyleminden
bahsediyoruz; vektörel bir uzayda hareket içre olan bir eylem… Bu çerçeveden
bakıldığında, diğer koşullar bir kenarda tutulmak şartıyla, insanî bir eylemin
asgarî metafizik zemini niyet ile amaçtır.
Başka bir deyişle insanî bir
eylemi niyet ile amaç örgütler; düzene sokar ve en nihâyet o eyleme anlamını
verir. Niyet ile amaç, muttehidun bi’z-zât, muhtelifun
bi’l-itibâr ıstılahlardandır; yani anlamları itibârlar nedeniyle
farklılaşır. Eylemin başlangıç noktasında niyet denilen, eylemin sonunda amaç
olarak karşımıza çıkar. Zaten amacı içeren gâî illet, düşüncede önce gelirken
eylemde sonradır ki, ikisi birlikte eylemi bir arada tutarlar ve ona anlamını
verirler. Bu şu anlama gelir ki, bir niyetiniz ve amacınız yoksa okuma eylemi
de herhangi bir anlam taşımaz.
Nitekim ehl-i irfân şöyle der: Niyetinden
şüphelenen yola çıkamaz; amacından şüphelenen yol alamaz… Niyetsiz ve amaçsız
çıkılan yol ise, bedelini ödetir. Bu nedenle “Okumak için okumak” hem vakit
kaybıdır hem de kapitalizme yarar; kaldı ki, M.Ö. 479’da ölen Kŏng Fūzĭ’nin
ifadesiyle “düşünmeden yapılan her okuma zaman kaybıdır.” Okuma özelinde niyet
ile amaç, sorun ve soru adını alır. Başka bir
ifadeyle sorununuz yok ise sorunuz da olmaz; sorunuz yok ise, araştırma ve
inceleme yapmanızın da bir anlamı bulunmaz; o hâlde tüm bu istidlâlin sonucu
şudur: Okumanızın da bir anlamı yoktur.
Tüm
bu denilenlerin hâsılası sorunuzla bağlantılı olarak şudur: Sorunlarım var; bu
sorunları sorulara dönüştürüyorum; akabinde yanıtlarını bulmak için araştırmaya
ve incelemeye başlıyorum. Bunun için de okumalar yapıyorum; notlar alıyor,
özetler çıkarıyorum. Bu çerçevede okumamın nasıllığı ve niçinliği; zamanı ve
sıklığı hep bu sorular tarafından belirleniyor.
Okunan, karıştırılan, gözden
geçirilen kitap sayısını da bu soruların şiddeti belirliyor. Kendi özelimde
şöyle bir durumla karşı karşıyayım şüphesiz: İlmî ve akademik sorular ile merakıma
dayalı sorular arasında bir ayrım yapıyorum kendimce…
Doğal olarak soruların bu ayrımı
okuma eylemini de farklılaştırıyor. İlmî ve akademik okumalar kendine hâs belirli
bir yöntemle yapılır; çünkü bizâtihi soruların yapısı bunu gerektirir. Zîrâ bir
sorunu, öncelikle varsayımsal bir soruya dönüştürür; akabinde de onu
denetlemek, doğrulamak, kanıtlamak -artık ne ad verirseniz veriniz- için
okumalar yaparsınız; notlar alırsınız; özetler çıkarırsınız. Sırf bu nedenle
alanınızla ilgili yazılı, basılı, görsel her türlü materyali takip edersiniz;
özellikle süreli yayınları, konferans ve sempozyumları…
Bu süreç, emin olunuz, kolay bir
süreç değildir; insanı yorar. Hiç kimse bir masanın önünde, en mütevazı
ifadeyle, 3-4 saat kesintisiz zevk ile oturup kitap okumaz, okuyamaz; eğer bir
derdi, bir sorunu, bir sorusu yok ise elbette… Ve bu dert bir de ilmî ve
akademik sorumlulukla birleşir, sizin için bir vazife hâlini alır; hatta ahlâki
bir gereklilik olur. İşte bu nedenlerle ilmî ve akademik araştırmalar
esnasında, Karamanlı Karasakal Hoca’nın dediği gibi “Kitap okumak, insan
öldürmekten daha zordur.”
Merakıma dayalı sorular için
yaptığım okumalara gelince, bu tür okumalar bir tür zevk okumalarıdır; çünkü
herhangi bir dış dayatma dolayısıyla yapılmazlar. Bu tür okumalar doğrudan
öğrenme, en basit ifadeyle haberdar olma maksadıyla yapılırlar. Not almanız;
özet çıkarmanız zorunlulukla gerekmez; isteğe bağlıdır. Kanaatimce, yeni bir
şey öğrenmenin, merakı gidermenin zevki hiç bir şey ile ikame edilemez. Bu
nedenle kendimce bir insanın entelektüel seviyesini yeni bir bilgi karşısında
duyduğu heyecanın şiddetiyle ölçerim. Heyecanlanmıyorsa, gözleri parlamıyorsa,
daha derine inmeye çalışmıyorsa, o kişinin bilgi, dolayısıyla kitap ile
ilişkisinin meslekî kaygıları aşmadığını, merak makamına çıkmadığını
düşünüyorum. Bu nedenle bu tür kişilerle ortak bir şarkı terennüm etmem mümkün
olmuyor.
Hangi sıklıkla ve günün hangi
saatlerinde okursunuz? Size göre ideal bir okuma saati var mıdır?
İlmî ve akademik okumaların
belirli bir saati olmuyor şüphesiz; çünkü görev bilinciyle ne zaman gerekiyorsa
o zaman o okumayı yapmak zorundasınız. Ancak meraka dayalı ilmî okumalarımı
genellikle gece yapmayı tercih ediyorum; çünkü ancak böyle bir ortamda okuyan
kişi, okunan kitap ve öğrenilen bilgi arasındaki ayrım alabildiğince kalkıyor, bir
ittihâd hâsıl oluyor. Bu hâli edebî olarak şöyle ifade etmiştim: Gece çayı
zifiri karanlıkla demlenir; dert ile tatlandırılır; hüzün ile içilir ve kitap
okumakla anlamlandırılır… Gerçekten bu tasvir ettiğim bir hâldir; hâl de kâl
ile ancak bu kadar ifade edilebilir. Yeri gelmişken şunu belirteyim: Okumaya,
kitaba ilişkin en nefret ettiğim “boş zamanlarımda kitap okurum”
ifadesidir. Bu sözün sahiplerine şunu söylüyorum: “Boş zamanlarımda kitap
okurum” demek-ile “ara-sıra insan olurum” demek arasında mefhûm açısından bir
fark yoktur.
Satranç ustaları aynı anda bir
kaç farklı kişiyle satranç oynarlarmış, zihinlerini açmak için. Siz de aynı
anda birden fazla kitabı okuyanlardan mısınız?
Bu sorunun yanıtı sanıyorum
kendiliğinden ortaya çıkmıştır: Ne ilmî ve akademik ne de meraka dayalı
okumalarımda tek bir kitap oldu. Bir soruyu yanıtlamak için çıktığınız yolda
soru soruyu doğurur; en iyi, doğru ve güzel okuma tarzı soruların peşinden
koşmak değil, akmaktır, su gibi… Bu şekilde bilgiyi öğrenmezsiniz sadece; bilgi
sizi ıslatır zaten…; sırılsıklam olursunuz. Gençken mekânları dikkate alarak
bir sınıflandırma yapmıştım okunacak kitaplar için… Kitapları zordan kolaya
doğru sıralayarak evde, okulda, otobüs beklerken, gemide vb… şeklinde…
Kitap okurken, bir süre sonra dış-dünya
ile irtibatım kesildiği için kalabalık mekânlarda kitap okumak ile ilgili bir
sorunum hiç olmadı; çünkü kitabı muhatap aldığımda benim için diğer her şey
gâib mesabesindedir; yani kaybolur gider… Allah’a şirk, okunan kitaba da şerîk
koşulmaz…
“Usûl olmadan vusûl olmaz.”
demişler. Bu anlamda okumada vuslata ermek, menzile ulaşmak için okuma usulümüz
nasıl olmalıdır? Bilhassa okumaya meraklı olan; ama nasıl okuması gerektiğini
bilmeyenlere ne tavsiye edersiniz?
Yukarıda işaret edilen niyet ile
amaç ilkeleri baki kalmak şartıyla belirli bir konuda başlangıç aşamasındaysak
bir giriş kitabı ile başlamak; akabinde o alanın tarihine
ilişkin bir kitabı müzakere etmek en doğrusu gibi… Bir konuyu ya dışarıdan, en
geniş daireden içeriye, en dar daireye doğru hareket eden bir şekilde ya da
içerden, en dar daireden başlayarak dışarıya en geniş daireye doğru ilerleyen
bir biçimde okumak sağlıklı geliyor bana… Birincisi bir konuya yeni
başlayanların takip etmesi gereken bir tarz iken ikincisi bir uzman okuyuşudur.
Gençlikte yapılan en büyük
yanlışlardan biri de bir konuda yayımlanmış tüm kitapları okuyarak nüfuzun
artacağı zehabıdır. Edebu’t-talîm eserlerinde dendiği
üzere, bir konuda bin kitap okunacağına o konudaki iyi bir kitabın bin
kez okunması daha verimlidir. Okurken en genel anlamıyla temel ıstılahları
ve ana yargıları tespit etmek kitabın maksadını tahsil için asgarî
şarttır. Daha derin bir deyişle, okunan kitabın kendine konu aldığı nesneleri
(ontolojik şematizm), bu nesneler için kullanılan ıstılah ve yargıları
(epistemolojik şematizm), kitaba içkin olan, yazarın anlam-değer dünyasını
(aksiyolojik şematizm) ve fikir ile yargıların tarihî sıra düzenini (kronolojik
şematizm) dikkate almalıdır. Anlamlı bir okumanın bu dört şematizme bağlı
olduğunu düşünüyorum.
Elbette bilginin bir tür menzil
işi olduğunu unutmamalıyız; büyük filozof Taşköprülüzâde’nin dediği üzere, her
bilginin bir menzili vardır; o menzile varmadan, o bilgi nâzil olmaz; çünkü
nuzûl, menzile tabidir. Yanıtlar, sorularımız ile birikimimiz arasındaki oranın
ritmik ifadesindedir; oran yok ise cevap ile karşılansa bile anlaşılmaz,
anlaşılamaz… Bu nedenle bulmak için acele etmek, arananın varlığını tehlikeye
atar. Sabır, tahammül etmek değil; güç biriktirmektir. Her ne olursa olsun feyz
îcâbîdir; yeter ki zaman ve zemini gelsin…
Anadolu özelinde
düşündüğümüzde, bu topraklarda yüzyıllar boyunca hangi kitaplar okunmuştur;
yani bu toprakların hamurunu hangi kitaplar yoğurmuştur? Kitaplarla birlikte
bizi yetiştiren müelliflerimizden, okuma ve yazma serüvenlerinden bahsedebilir
miyiz?
Bu güzel bir soru ancak bir döküm
ortaya koymak için çok uzun soluklu konuşmayı talep eder. Kültür, heremî yani
piramidaldir. Her bir katmanının kendine has bir okuma kültürü ve kitapları
vardır; ayrıca konulara göre de kitaplar değişir. Elbette halk seviyesinde bu
talep başkadır; istidlâlî bilginin mekânı medreselerde ya da irfânî neşenin
yurdu tekke ve konaklarda daha başka… İslâm medeniyeti, kendinden önceki tüm
ilmî mirâsı temellük ederek kitaba dökmüş, kitaplaştırmıştır; bu nedenle, bir
yazı, bir yazma, bir kitap medeniyetidir.
Gerçekte kitabın mâcerâsı
bizâtihi İslâm medeniyetinin, mâ-cerâsıdır…. İslâm medeniyetinde metin (kitap)
en genel anlamıyla üçe ayrılır: Kitâb-i tekvînî yani
Evren; kitâb-i tenzîlî yani Kur’an-i Kerîm;
nihâyet kitâb-i tedvînî yani insanların değişik
alanlarda kaleme aldıkları metinler ki, henüz tam bir envanterine bile sahip
değiliz… Ki, bu metinleri kaleme alan müelliflerin her birinin kitap ile ilgili
hikâyeleri, serüvenleri üzerine konuşmak apayrı bir iştir. Yakın zamanlarda Arka
Kapak dergisinde Kutbuddin Şîrâzî’nin İbn Sînâ’nın el-Kânûn
fî’t-tıb ile ilişkisi üzerine bir yazı kaleme almıştım; bu örnek
bile bir kitabın nasıl bir bilginin hayat macerası haline gelebildiğini
gösteriyor.
Başka bir haysiyetle ise metin
(kitap) yine üç kısımda mütalâa edilebilir:
- Ø Birincisi kurucu metinler: Kur’an-i Kerîm ve temel hadîs külliyatı İslam medeniyetinin kurucu metinleridir. Kurucu metinler, o medeniyetin anlam-değer dünyasının, hayat görüşünün hermeneutik atıf noktalarıdır[1]. Bu işlevleriyle medeniyetin anlam-değer dünyasının asgarî/minimal metafizik‘inin sınırlarını, anlam-ufuk yayını belirler ve denetlerler.
- Ø İkincisi taşıyıcı metinler: Daha çok kurucu metinlerin yorumlarını ihtiva eden, ancak her çağın ruhuna uygun olarak yeniden ifadelendirilmiş metinlerdir. Başka bir deyişle taşıyıcı metinler, farklı mekân ve zamanlarda kurucu metinlerin anlamlarını muhtelif kültürler için yeniden ifadelendirirler. Yeniden ifade etmek, temelde, kurucu metinleri bir kültürdeki farklı idrâk katmanları için güncelleştirmek, anlaşılır kılmak demektir. Bu işlevleriyle taşıyıcı metinler tüm bir medeniyet yapısı için olmasa da o medeniyet içinde varlık kazanan kültürlerin kurucu metni hâline gelebilirler.
- Ø Üçüncüsü öğretici (talîmî) metinler: Bu metinler hem telif tarzları hem de işlevleri bakımından iki alt kümeye ayrılırlar. Birincisi, daha çok sözlü kültürün imkânları içinde varlık kazanan ve okuma-yazma bilmeyen ya da yüksek kültürün mensubu olmayan insanların beslendikleri, Yazıcı-zâdelerin Ahmediyye ve Muhammediyye adlı eserleri gibi hemen tüm Türkçe konuşulan dünyada mütedâvil halk eserleridir. İkincisi ise, bir medeniyetin ve kültürün anlam-değer ve bilgi dünyasını nesiller arası aktarıma sokan ya da daha üst seviyede medeniyetin ve kültürün seçkinlerini besleyen ders kitaplarıdır. Medreselerde muhtelif sahalarda tedris edilen talîmî metinler ile muhtelif alanlarda derinlemesine bilgi edinmek isteyen tahsilli sınıfların baş-vurdukları kaynak kitaplar bu alt-türe örnek olarak gösterilebilir. Öğretici metinlerin en önemli özelliği olarak medeniyetin ve kültürün ürettiği bilgiyi kamusallaştırmaları ve toplumsallaştırmaları gösterilebilir. Böylece bir bütün olarak öğretici metinler, süreç içindeki mümârese[2] ile birlikte bir kültüre mensup fertlerin farklı seviyelerdeki idrakleri için anlam katmanları oluşmasına imkân verirler.
Okuma-yazma biçimleri arasında
milletler arasında farklar olduğunu söyleyebilir miyiz? Mesela Osmanlı nasıl
okur-yazardı? Bugünkü okuma-yazma biçimimizle Osmanlının okuma-yazma biçimi
arasındaki farklar nelerdi? Yine bugün mesela bir Türk’ün okuma-yazma biçimiyle
İngiliz’in okuma-yazma biçimi arasında ne gibi farklar vardır? Her milletin
kitaba yaklaşımı farklı olsa gerek?
Elbette okuma-yazma biçimlerinde
hem farklar var hem de benzerlikler… Ayrıca yine dediğiniz gibi kitaba
yaklaşımda da kültürlerin benzerlikleri ile farklılıkları mevcut… Hem geçmişte
hem de günümüzde… Bu en genel anlamıyla bilginin o toplum içindeki yeri ile
alakalıdır; en dar anlamıyla da maddî koşulların ürettiği imkânlarla… Ayrıca
kitabın malzemesi de belirleyicidir; yazma bir kitap ile matbu bir kitabın
ürettiği etkinlik aynı değildir.
Şimdiye değin söylediklerim genel
cümleler: Okuma, yazma ve kitap açısından Osmanlı kültürü için henüz nihaî bir
yorum yapmak zor; ayrıca hangi yüzyıldaki Osmanlı ve dahi hangi coğrafyadaki
Osmanlı… Bu tür soruların sıfatlarına dikkat etmeliyiz; sıfatsız sorular
tehlikelidir; bizi mekân ve zamandan dolayısıyla hareketten uzaklaştırır;
mutlak, sabit, hareketin bulunmadığı boş bir uzayda düşünmeye zorlar… Sonuç,
tüm yanıtlarımızın tarihî olanı ıskalamasıdır.
Osmanlı kitap kültürü için İsmail
Erünsal hocamızın çalışmalarına müracaat edilebilir. Osmanlı kitap kültürü ile
başka bir kültürü, mesela İngiliz kitap kültürünü mukâyese ise uzmanca bilgi
ister ki bu uzmanlık bende mevcut değil; câhilim kısaca; genel kültür ile de bu
tür konular üzerine konuşmak doğru değildir. İslâm medeniyetinde kitap kültürü
için ise yabancı dillerde bazı çalışmalar yapılmış; bunların bir kısmı Türkçeye
çevrilmiş; bir kısmı da çevrilmeyi beklemektedir. Kondrad Hirschler’in The
Written Word in the Medieval Arabic Lands: A Social and Cultural History of
Reading Practices adlı eseri gibi…
Bugün için bu ülkenin
okullarında okuyan/okumuş bir gence “Aman bunları okumadan geçme!”
diyebileceğiniz kitap isimleri rica edebilir miyiz?
İlkelerim gereği belirli kitap
isimleri vermiyorum; ancak genel bazı mülahazalarda bulunabilirim: Her yeni
yola çıkan öncelikle her sahadaki kamusal ortalama bilgiyi temsil eden
kitapları okuyarak işe başlamalı…
Bir kültür hem vicdânı terbiye
eden hem de aklı talîm eden birikimini kendi nesline aktarmak ister; işte
kamusal ortalama bilgi bu birikimin hem vicdânî hem de aklî bir ifadesidir. Bu
bilgi de en iyi şekilde ders kitaplarında tecessüm eder, en azından etmelidir.
Yeri gelmiş iken soralım: Bu tür
ders kitaplarımız var mı? Unutmayalım ki, vicdanları terbiye etmeden yalnızca
idrâkleri eğiten milletler kendi mensupları tarafından aşağılanmaya hazır
olmalıdırlar.
Gençlere sadece akıl
yürütmeyi değil gönül yürütmeyi de öğretmeliyiz. Bu süreç
belirli bir yaşa kadar sürmelidir; ondan sonra kişilerin bir kuş gibi
uçmalarına ve kendi okumalarını yapmalarına fırsat vermeliyiz. İnsanlar kendi
adımlarını atmalı, kendi yollarını inşa etmelidir. Biz terbiye ve talim ile bir
genci ancak yola koyabiliriz; yolda yürütemeyiz. Bu nedenle gençlere sahîh
bir niyet ve kavîm bir amaç vermeliyiz. Unutmayalım
ki, mekânı yola dönüştüren niyet sahibi bir kişinin adım atmasıdır. Bir niyet
ile adım atmak da kişiyi basit bir yürüyenden, yolcuya dönüştürür. Bırakalım
yolcu, kendi yolunu kendi bulsun, kendi kursun.
[1]
“Hermeneutik” bildirme, haber verme, çeviri yapma, açıklama ve
açımlama (hermeneuein) sanatıdır (tekhne).
Adını Yunan mitolojisindeki
tanrı Hermes’ten alır. Hermes, tanrısal buyrukları ölümlülerin diline çeviren
tanrıdır. Hermes’in bu işi, hermeneutik etkinliğin doğasını belirler
niteliktedir: “Hermeneutik etkinlik, bir başka dünyaya ait anlam
bağlamını, o an içinde yaşanılan dünyaya aktarma etkinliğidir” (Gadamer
1995: 11). Hermeneutik ilk kez Sofistler tarafından ünlü ozanların deyişlerini
yorumlama yöntemi olarak kullanılmıştır. Sofistlerin kullandığı bu yöntem,
henüz belirgin bir anlam ya da anlama teorisi olmaktan uzak olsa da, uzaktaki
bir şeyin yakına getirilerek yabancılığın aşılması, yani, ‘bir zamanlar’ ile
‘şimdi’ arasında bir köprü kurulması probleminin doğuşuna işaret ettiği için
bir hermeneutik formudur (Gadamer 2002d: 1). Platon ise
Devlet’te hermeneutiği bir sanat türü olarak ele almıştır. Ona göre bu sanat
düşüncelerin ifade edilmesiyle değil, bir kral buyruğunun ya da tanrısal
iradenin açımlanmasıyla ilgilenir. Daha sonraları Aristoteles,
önermeleri nicelikleri, nitelikleri ve tarzları bakımından inceleyerek bir şeyi
dile getirmenin olanaklı bütün çeşitlerini ele aldığı Yorum Üzerine’yi
(Peri Hermeneias) yazmış, ancak bu eser hermeneutik tarihine yalnızca adı
dolayısıyla girmiştir. Kaynak: http://www.fenomen.org/hermenotik/51-gadamer-ve-hermeneutik.html
[2] Mümârese:
el alışkanlığı, alışma, yatkınlık.
Kaynak:
Tiryakiol, S. (2010). Okumak İnsan Öldürmekten Daha Zordur.
Okur Dergisi, http://www.okurdergisi.com/kitap-okumak-insan-oldurmekten-daha-zordur,
08.07.2018.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder