Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu hocamızın Dergah Dergisi’nde (twitter.com/dergahdergi) yayımlanan “Tarih, Türk Tarihi,
Dünya Tarihi ve Biz” başlıklı röportajını istifadenize sunuyorum. Bu
sayede Dergah Dergisi’ne katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim.
Bu değerli röportajın
yararlı olmasını diler, hocamıza dair elinizde bulunan benzeri dokümanları
tarafımızla paylaşmanızı rica ederim.
Muhammet
NEGİZ
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi-XIII: "Tarih, Türk Tarihi, Dünya Tarihi ve Biz"
Türk tarihini yorumlayan birbirine zıt iki görüşle
karşılaşıyoruz. İlki sürekli yücelten, hiç toz kondurmayan; ikincisi ise
analizden uzak, peşinen reddeden yaklaşım. Buradan başlayalım: Sağlıklı bir
tarih tasavvuru nasıl inşa edilebilir?
Tarihin
ne anlam ifade ettiği ve tarihi nasıl yorumlamamız gerektiği konusunda önce
nazarî bir çerçeve çizmeliyiz. Çünkü bir şeyi yorumlayabilmek için öncelikle
yorumlayacağımızın ne olduğunu bilmemiz gerekir ki üzerinde konuşabilelim.
Burada İbn Heysem'in o meşhur ilkesini kullanabiliriz: "Bilgimizin
iki ayağı vardır: bir ayağı dışarıdan gelen unsur, yani malzeme; ikinci ayağı
ise bizim aklımızdaki yapılar, yani şemalar..."
Tarih
üzerine konuşurken, yalnızca zihnimizdeki şemaları kullanır ve dışarıdan gelen
malzemeyi dikkate almazsak, hafif bir tabir olacak ama 'atmış' oluruz.
Böyle bir durumda eder tutar hiçbir şey söylememiş oluruz çünkü ortada üzerinde
konuştuğumuz nesne yok. Yalnızca dışarıdan gelen malzemeyi dikkate alarak iş
gördüğümüzdeyse yorumlayacağımızı belirli bir formel düzene kavuşturmadığımız
için, kafa karışıklığına neden oluruz.
Demek
ki dışarıdaki malzemeye muhatap olmadan, yalnızca kafalardaki formel
yapılardan, meselâ ideolojik ya da dinî kalıplardan hareket ederek tarih
hakkında yargılarda bulunmak, iki türlü tezahür edebilir: övgü ve sövgü... Övgü
ile sövgü, en temel noktada kesişen iki tavırdır. Çünkü ikisi de cehalete
dayanır. Yani üzerine konuştuğu nesnesi hakkında bir bilgisizliğe dayanır. Öven
ile söven kişi, nesnesini anlamaktan çok, nesnesine yargı yüklemeye çalışan
kişidir.
Bir tarihçi bu kadar temel bir noktada nasıl oluyor da hataya
düşebiliyor?
Bilginin
çeşitli basamakları var. Birincisi, nesnenin tasviri... Çeşitli özellikleri
bakımından karşımızdaki nesneyi 'tasvir' ederiz. Niteliklerini, niceliklerini,
durumunu yahut ilişkilerini tasvirin ardından, tasvir ettiğimiz nesneyi 'tahlil'e
tâbi tutarız; ögelerine ayrıştırırız. Daha sonra, ayrıştırdığımız bu ögelerden
hareket ederek, nesnemizi yeniden inşa ederiz. Buna da 'terkip' diyoruz.
Son aşama ise değerlendirme aşaması; 'takyim' dediğimiz aşama.
Dolayısıyla bir nesne hakkında değer hükmü ortaya koyma, ancak o nesneyi
tasvir, tahlil ve terkipten sonra gelen aşamadır. Eğer yargı, hüküm tasvir,
tahlil ve terkibi aşar ve onlardan önce gelirse ona 'ön-yargı' deriz. Demek ki
haberdar olmadan, alimdar olmadan, fehimdar olmadan değerlendirmeye kalkanlar,
konumuza uyarladığımızda, tarihe hem övgü hem de sövgü mantığıyla
yaklaşanlardır; aslında onlar, kendi sahip oldukları değer dünyasını, tarihe
yansıtmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Bu
kişilerin yaptığı tarihi anlamaktan çok, kendi kafalarını tarih yapmaktır. Bu
açıdan olaya baktığımız zaman, örnek olarak Türkiye'de Osmanlı ya da Selçuklu
ya da İslâm tarihini ya da genel anlamda tarihi bir vakıayı yorumlayan kişiye
ilk soracağımız şey, üzerinde konuştuğu vakıanın ne olduğu hakkındaki
bilgisinin oranı, o vakıayı ne kadar tahlil ettiği ve üzerinde ne kadar
düşündüğü olmalıdır. Vakıa üzerindeki yargısını en sona bırakması gerekir. Aksi
takdirde, biraz önce söylediğim övgü-sövgü ikiliği içerisine sıkışıp kalır.
Bu girişten sonra böyle bir sorunun tuhaf kaçmayacağı
kanaatindeyim: Tarihle niçin ilgilenmeliyiz?
Dilerseniz
önce konumuzu tamamlayalım. Şimdiye kadar söylediklerim sorunun bir tarafıydı.
Şimdi diğer tarafına bakabiliriz. Sait Halim Paşa'nın güzel bir ifadesi var.
Belki bu ifadeyi kendi yorumumla aktaracağım, ancak içerik olarak ona ait:
Vatan, çift anlamlı bir kavramdır. Bunun bir tarafı maddî, fizikî coğrafya
dediğimiz, insanların üzerinde yaşadığı toprak parçası; ki biz buna maddî vatan
diyebiliriz. Bu, vatan kavramının mekân boyutudur. Bir de bu maddî vatan
üzerinde yaşayan insanların, o toprakla kurduğu ilişkinin adı olan ve vatan
kavramının zaman boyutunu oluşturan tarih ya da diğer anlamda 'mânevî vatan'.
O açıdan, tarihle uğraşmak, tarihi anlamaya çalışmak, insanın aslında kendi
yaşadığı topraklarla kurduğu ilişkiyi anlaması demektir. İnsanın üzerinde
yaşadığı toprakla girdiği dostluğu, arkadaşlığı, kavgayı anlamlandırması, kendi
mânevî dünyasını oluşturan anlam dünyasını anlaması demektir. Burada mânevî
dünya, dinî anlamda değil yalnızca, topyekûn ahlâkî, estetik, felsefî, ilmî, kısaca,
toprakla kurduğumuz ilişkilerin oluşturduğu anlam dünyası, değer dünyası
demektir.
Bu
açıdan, bir kişinin kendi tarihiyle uğraşması ile genel tarihle uğraşması
arasında çok ince bir fark var.
Nedir o fark?
Biz
kendi tarihimizi çalışırken, tarafsız olamayız. Niçin? Çünkü biz zaten o değer
dünyası içerisinde yaşıyoruz. 'Dürüst olma' ile 'tarafsız olma'yı
bu açıdan birbirinden ayırmak zorundayız. Çin tarihiyle, Endonezya ya da Bantu
kabilesinin tarihiyle ilgilenirken tarafsız olmanız mümkün olabilir. Çünkü
Bantu kabilesinin tarihi, bizim sadece aklımıza konu olan bir şeydir ve
hissimize konu olmaz. Bantu kabilesinin tarihi ile bizim anlam dünyamız
arasında bir ilişki yoktur; yalnızca aklımızın bir objesi olarak karşımızda
durmaktadır. Bu rahatlıkla da onu analiz ederiz, sentez ederiz, doğrarız,
biçeriz. Tam olarak aynı olmasa bile, üç aşağı, beş yukarı, bir maddeye
uyguladığımız bir süreci ona da uygularız. Fakat insan kendi tarihiyle
uğraşırken, kendi mânevî dünyasıyla, anlam dünyasıyla uğraştığı için tarafsız
kalamaz; bu insanın doğasına aykırıdır. Ama dürüst olabilir.
Demek
ki biz kendi tarihimizle uğraşırken dürüst olmak zorundayız ama tarafsız
kalamayız. Bu nedenle, kişinin kendi tarihiyle uğraşırken dikkat etmesi gereken
en önemli nokta, hem övgü hem de sövgü mantığından kurtulması için, 'dürüst
olması'dır. İlmî ölçütler neyse, tarihî bilginin tabiatı neyi
gerektiriyorsa, hangi yöntemleri kullanıyorsa, kendi tarihini, hesabını
vererek, gerekçelendirerek ve de denetlemeye açık bırakarak incelemelidir.
Sorunun
bir de bilgi nazariyesi açısından incelenmesi gerekir: Ben hiçbir zaman kendi
tarihimle, Çin tarihiyle uğraştığım gibi uğraşamam. Niçin? Çünkü kendi tarihimi
bilmem, biraz da benimi bilmektir, kendimi bilmektir. Kendime ilişkin bilgi,
husûlî bilgi değildir.
Efendim, biz yalnız tarihimizden değil kültürümüzden de
uzaklaştırıldık. O yüzden husûlî bilgi kavramını açıklamanızı istememi mazur
görünüz.
Bir
kavram üzerinden bile olsa, tarihimizle aramızda açılan mesafenin kapatılmasına
yardımcı olmak, beni ancak sevindirir. Düşünürlerimiz bilgiyi ikiye ayırırlar:
Husûlî ve hudûrî bilgi. Hudûrî bilgi, kişinin kendisine ilişkin bilgisidir.
Kendime ilişkin bilgide dikkat etmem gereken en önemli nokta, 'bilen' ile
'bilinen' arasında bir ayrım olmamasıdır. Yani bu bilgide obje ile suje, bilen
ile bilinen, karşı karşıya konulamaz. Aksi takdirde ortaya bir parçalanmışlık,
dolayısıyla bir bunalım çıkar. Ben, kendimi, kendimi nesnelleştirerek değil,
doğrudan, dolaysız olarak biliyorum ki buna 'hudûrî bilgi' diyoruz.
Husûlî
bilgide ise elde edilen, tahsil edilen bir bilgi söz konusu. Bir şeyi tahsil
etmek için, o şeyin karşıda durması gerekir. Yani âlim ile malum ilişkisi,
burada son derece açık ve seçiktir. Meselâ ağacın bilgisi, husûlî bir bilgidir
çünkü malum karşımdadır; onu tahsil eden âlim de benim. O açıdan, kendime
ilişkin bilgi, âlim ile malum ayrımını şart koşmuyorsa, tarihle ilgili bilgi de
bir tarafıyla benim kendime ait bir bilgi ise, o zaman tarihî bilgiyi, bilen ve
bilinen olarak, radikal şekliyle bölemem. Çünkü hakkında konuştuğum şey, biraz
da kendimdir.
Burada
dikkat edilmesi gereken hassas bir nokta var: İnsanın içinde gömülü bulunduğu
toplumu bilmesi, anlaması ve yorumlaması, onu nesne kılmadan mümkün müdür?
Sosyal bilim araştırmalarında bu önemli bir sorudur. Bu aşamada kendimize çıkış
noktası aldığımız bilgi anlayışı ve yöntemi önemlidir. Belki bilme düzeyinde
başka unsurlar da vardır ama anlama düzeyinde, -anlamaktan kastımız nüfuz etmek
ise- elbette kişi, kendi mensup olduğu toplumu ve değer dünyasını başka
birisinden çok daha iyi anlayacak, ona çok daha iyi nüfuz edecektir.
Kendi dünyamızın dışındaki doğruları kabul etmemenin, yanlış
değerlendirmelerimizde bir payı olabilir mi?
Kesinlikle!
Şöyle düşünelim: Doğru, neye nispetle doğrudur? Bir hadis ilmindeki doğru ile
bir mantık ilmindeki doğru, bir mantık ilmindeki doğru ile bir fizik ilmindeki
doğru aynı şekilde tanımlanamaz. Biz bunlara "manâda müşterek
kavram" adını veriyoruz ya da "teşkikî kavramlar"
diyoruz. Doğru kavramı, tek anlamlı bir kavram değildir. Aynı şekilde,
medeniyet kavramı da, değer kavramı da tek anlamlı kavramlar değildir. Estetik
bir nesneye ilişkin bir değerimiz de olabilir, dinî bir değerimiz de olabilir.
Kavramın
harflerle yazılışının ve ses yapısının aynı olması, anlam ve medlûliyetinin de
aynı olmasını gerektirmez. Kavramın kendisi ile karşılık geldiği nesne illâ da
aynıdır diyemeyiz. O açıdan, insanın değerlerindeki doğruluğa inanması ile -ki
bu bir inanç konusudur- maddî dünyadaki yapıp ettiği bilgilerdeki doğruluğu
kabul etmesi -bu da bir kabul konusudur-, kurduğu aksiyomatik yapıyla,
benimsediği yöntemlerle ve sistemle kayıtlı bir şeydir; orada mutlak doğrudan
bahsedemezsiniz.
Şöyle
bir örnek verelim: Aristotelesçi bilim sistemi içerisinde ortaya koyduğunuz
bilginin, sistemin bütünlüğü ve sınırları içerisinde bir doğruluğu vardır. Ama
bu doğruluk, başka bir sistem için geçerli olmayabilir. Burada, sistem
mensubiyeti itibariyle bilginin doğruluğu söz konusudur. Değer dünyasına
gelince, hiçbir insan kendi değerlerinin doğruluğundan şüphelenerek, o değer
dünyasına mensup olamaz. O zaman ortada bir hastalık söz konusu olur. Bu işin
bir tarafı... İkincisi: Değer dünyamızı belirleyen doğrular, zaten, bizim doğal
varlığa ilişkin ürettiğimiz bilgiler değildir. Değer dünyamız, bizim inanç
dünyamızdır. Bu ya dindir ya da ideolojidir. İnsanın varlığa ilişkin tavrını
ikiye ayırabiliriz: Dünyaya ilişkin resmimiz ve dünyaya ilişkin değer yargımız.
İlkine 'dünya tasavvuru', ikincisine de 'dünya görüşü' diyoruz.
Bu ikisi arasındaki temel fark nedir?
Dünya
tasavvurumuz, elbette bizim üzerinde konuştuğumuz dünyayla kurduğumuz ilişkinin
sonucudur. Diyelim ki güneş nasıl hareket ediyor, yağmur nasıl yağıyor,
mevsimler nasıl oluşuyor; yıldızlar nasıl oluşmuş, atom-altı yapılar nelerdir? Bunlar
benim varlığa ilişkin ürettiğim resimler, tasavvurlardır. Burada benim yapmam
gereken, hakkında resim üreteceğim nesneyle birebir ilişkiye girmek, onu
kendime konu edinmek, onun üzerinde düşünmek. Ama dünya görüşünde ise ağaçları
incelemekten ve maddeyi analiz etmekten iyi ya da kötüyü çıkartamayız; güzel ya
da çirkini üretemeyiz. Değer dünyası, insana verili olan bir dünyadır. Bu en
basit anlamıyla, toplum ve kültürde bulduğumuz bir dünyadır. Doğarız ve
kendimizi orada buluruz zaten. Daha derine indiğimizde, bunun zemininde yatan
iki şeyin varlığını görürüz: din ya da ideoloji.
Bu
din, bir vahiy dini, putperestlik ya da Budizm olabilir; farketmez. İdeoloji
ise insanın belirli bir zaman ve zeminde, dondurarak elde ettiği kapalı sistem
şeklinde çalışan bir yapıdır. Marksizm, kapitalizm, liberalizm, faşizm, yani
her "izm" olabilir. Bu da sizin değer dünyanızdır; dünyayı bu
'görüşle' değerlendirirsiniz.
Demek
ki değer dünyası, kişinin inanarak, benimseyerek mensubiyetini belirlediği bir
alandır. O açıdan, tasavvur dünyamızdan ürettiğimiz yargıları, doğru ile
yanlışı günah ve sevapla, güzel ve çirkinle karıştırmamamız gerekir.
Günah-sevap, güzel-çirkin değer dünyasına aittir; doğru-yanlış ise tasavvur
dünyasına aittir.
Bir
bilgimiz, nesnesiyle olan ilgisi nedeniyle doğrudur ya da yanlıştır. Ama "Şu
eylemi yaparsam sevaptır, bu eylemi yaparsam günahtır." yaklaşımı,
benim değer dünyama ait bir durumdur. Herhangi bir nesnel bilgiyi ürettikten
sonra ulaşılan bir sonuç değildir. Bunu bana dış-dünya vermez. Kısaca, değerler
dış-dünyadan üretilmez. Ahlakî, estetik ve mânevî değerler tamamen içeriden
üretilir. Buradaki içeriyi çok geniş anlamda kullanıyorum. Yani bu, insanın
birebir kendi ürettiği bir şey olabilir ya da mensup olduğu vahyin, bir metnin
ya da ideolojik sistemin ona verdiği bir şey olabilir; durum değişmez.
O
açıdan, Osmanlı'ya ya da kendi tarihimize, kendi inanç dünyamıza, kendi dünya
görüşümüze ilişkin değerler, üzerinde şek ve şüphe edilecek, doğru-yanlış
kritiğine göre analiz edilecek bir yapı arz etmezler; çünkü onlar nesne
değildirler. Onlar, maddî dış-dünyada cisimlendirilemezler ki! Onları
cisimleştiren, bizim eylemelerimizdir. Bu da ancak bizim o değerlere
mensubiyetimizle alâkalı bir şeydir.
Tarihi yorumlamakta hata yapmak, başka hangi hataları doğurur?
Türk
tarihine yönelik menfi ve müspet yaklaşımları analiz ederken, biraz önce
söylediğimiz o övgü-sövgü mantığıyla birlikte, vurgulanması gereken başka bir
tespit daha var: Türklerin, kendi tarihlerini değerlendirebilmek için, geleceğe
ilişkin ne yapmaları gerektiğine dair bir karar vermeleri gerekiyor. Tarihi
yorumlamakla ilgili sorun asıl buradan kaynaklanıyor. Tarihi aşırı şekilde
kutsayanlarla, tarihi aşırı şekilde yük olarak görenler arasında, en önemli
müşterek noktalardan birisi, övgü-sövgü mantığının doğurduğu cehalet yanında,
bir de niyet ve maksat eksikliğidir. Her iki kesimin de geleceğe ilişkin bir
niyeti yok. Biz, millet olarak ne yapacağımıza henüz karar vermiş değiliz; bir
projemiz yok, bir hedefimiz yok. Geleceğe ilişkin bir maksadı olmayan kişi için
tarih ya bir nostaljidir ya bir yüktür. Tarih, ancak geleceğe ilişkin bir
projesi olan insan için anlamlı bir yapıdır.
Projemizin
olmamasının sebeplerine girersek, bizim yaklaşık 1774'ten, yani Küçük
Kaynarca'dan bu yana devlet olarak da, siyasî mensubiyeti olan insanlar olarak
da amacımız bekâ-yı devlet'tir. Bu, Cumhuriyet'e kadar İstanbul merkezli siyasî
odağın varlığını sürdürmeyi sağlamaktı; Cumhuriyet'le beraber ise sonuç olarak
yine, merkezin değişmesine karşın değer dünyamız devam ettiği için, Ankara
merkezli siyasî odağın varlığını devam ettirme şeklinde olmuştur. Bekâ-yı
devlet en önemli sorunumuz olduğu için, havâic-i asliyemizle uğraşıyoruz
aslında. Çünkü havâic-i asliyesiyle uğraşan insan, felsefileşmiş kültür, kısaca
medeniyet üretiminden geri kalır. Yani karnı aç olan bir insan varlıkla ilgili
bir soru sormaz. Bu doğal bir durumdur.
Nasıl
ki bir kişi, kendi aslî ihtiyaçlarını karşılamadan entelektüel üst soruları
soramazsa aynı şekilde bir millet de hâvâic-i asliyesini karşılamadan bir
medeniyet kuramaz. Hâvâic-i asliyenin iki ayağı vardır: maddî ve mânevî
emniyeti sağlamak. Maddî emniyet, karın tokluğu, yaşamını idame ettirecek kadar
bedenî, beşerî ihtiyaçlarını garanti altına almak; mânevî güvenlik ise
tehdidin, tahribin olmadığı bir ortamda, beşerî değil entelektüel hayatını
idame ettirebilmektir. Bunun için bir şehrin, ortak bir dilin ve kendisiyle
konuşabileceği kişilerin olması gerekir. Merak ancak bu şekilde ortaya çıkar.
Merak, -bu kavramı düşünce olarak da tercüme edebiliriz- en basit hayatî
ihtiyaç ile en üst hayatî ihtiyacın karşılanması için gösterilen bir eylem
değildir. Yani "karnımı nasıl doyururum?" ile "devleti
nasıl kurtarırım?"ın ikisi de sonuç olarak maddî karşılıkları olan
düşünce tarzlarıdır ama hür düşünce, bizatihi kendisi için yapılan bir iştir.
Felsefî
sorular, beşerî, siyasî ve medenî ihtiyaçlarını karşılamış insanın sorabileceği
sorulardır. O açıdan, biz iki yüz yıldır beşerî ve insanî ihtiyaçlarımızı
çözmekle uğraştığımız için entelektüel üst soruları sormaya muktedir değildik;
merakımızı giderecek, düşünce için düşünce üretecek bir konumda değildik.
Sonuçta cevabımız da "karnımı nasıl doyuracağım?" sorusunun
bir türevidir. İki yüz yıldır muhatap olduğumuz, iç ve dış mevcudiyetimizi yok
etmeye ilişkin saldırılara karşı bizim de işlediğimiz ya da bizi meşgul eden
sorular bu tür sorulardır.
Yine aynı gerekçeyle mi geleceğe ilişkin sorular soramıyoruz?
Evet,
bu yüzden geleceğe ilişkin henüz son derece hesabı verilmiş bir plan ve
projemiz, dahası maksadımız yok. Çünkü günü kurtarmaya, yaşamaya, ayakta
kalmaya, dayak yemekten korunmaya çalışıyoruz. Geleceğe ilişkin bir niyetimiz
sözel anlamda olabilir ama bunu tecessüm ettirecek belirli bir projeyi gündeme
sokamıyor isek, tarih de, orada öylece asılı durur; bizim için pek bir anlam
ifade etmez. Dediğim gibi, ya nostaljik bir atıf kaynağıdır ya da bir yüktür;
hem de taşınmaz bir yük... Yük olması da, tersinden baktığımızda, yine de
kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Çünkü en azından vicdanî düzeyde de olsa onu
yük olarak hissederken, ondan vazgeçilemiyordur.
Şuraya
gelmek istiyorum: Bu topraklarda yaşayan millet, tarihte şu an dünya
coğrafyasında herhangi belirli bir mekânı işgal eden, kolay bir millet
değildir. Türk milletidir bu millet. Afrika'da yaşayan bir kabile gibi, modern
dönemde millet haline gelmiş bir millet gibi, Asya'daki herhangi bir millet
gibi olmayıp, tarih yapan bir millet olduğundan dolayı, Türkler üzerine
konuşurken, Türklerin tarihini dikkate alarak konuşmalıyız. Tarih yapmamış,
felsefileşememiş, medenileşememiş bir millet değildir Türk milleti. Kültür,
medeniyet, devlet. Bunlar hep birbirinden ayrı kavramlardır. Toplumun bir
kültürü olabilir ama her kültür medenîleşemez.
Her
kültür, bir medeniyet haline gelemez. Her kültür devletleşemez, mahallî
kalabilir. Her devletleşen kültür, medeniyet haline gelemez. Bir devlet olur
ama herhangi bir devlet olur. Medenîleşmek, aynı zamanda bir misyon sahibi olmakla
alâkalıdır.
Bir devlet nasıl misyon sahibi olur?
Misyon
sahibi olmak, neyi nasıl ve niçin yaptığını bilmektir. Türk milleti aynı
zamanda bir misyon sahibidir. Türk milleti, devletleşen, medenîleşen ve
felsefîleşen bir kültüre sahiptir. Böyle olan millet ve devletler, bir elin
parmaklarını geçmez. O yüzden, üzerinde konuştuğumuz nesneyi çok iyi analiz
etmemiz gerekir. Herhangi bir nesne üzerinde konuşmuyoruz. Yani bir ağaç ama
herhangi bir ağaç değil, son derece önemli bir ağaç. Bu şekilde düşünebiliriz.
Bunu konumuza uyarlayarak söyleyelim: Türk milleti, Türk tarihi içinde
kalınarak anlamlandırılamaz. Bir Pigme kabilesini, içinde kalarak anlamlandırmak
mümkündür. Sonuç olarak, o, sadece o toprağı işgal eden, o toprakla kurduğu
ilişkiyle yetinen, o toprakla kurduğu ilişki sonucunda elde ettiği dünya
görüşünü bir misyon haline getirip dışarıya aktarmayı önemsemeyen bir
kabiledir. Ama Türkler, misyon sahibi olan, sahip oldukları değerleri dünyaya
aktarmaya çalışan, nizam-ı âlem dediğimiz, dünyayı yönetmeye talip olan bir
millet olduklarından, Türk tarihini, Türk tarihi içinde kalarak
anlamlandıramayız. Onun için, Türk tarihinin dışına çıkıp, Türklerin muhatap
olduğu ya da Türkler'le muhatap olan kültürleri, milletleri, medeniyetleri
dikkate almamız gerekir.
O zaman Türklerin tarihteki bu misyonu nedir sorusunu soralım...
Bir
şeye talip olan kişi, eğer o şeye başkası da taipse o kişiyle çatışma içine
girer. 1600'lerde Çin ile Fransa'nın çatışmasına hiç gerek yok. Çünkü Çin'in
dünyaya ilişkin bir talebi de yok, dünyaya yönelik bir misyonu da. Başka bir
tabirle, hakikati temsil ettiğini ve bu hakikati insanlara aktarmak istediğini
söyleyen bir iddiası yok. Ama Türklerin, Almanların, belirli bir oranda
Arapların, daha sonra Rusların belirli bir hakikati temsil etme iddiasına sahip
olduklarını görüyoruz. Bu tür milletler, sahip oldukları hakikati insanların
hizmetine sunmak ister. Buna isterseniz hakikati insanlara tebliğ etmek
diyelim, isterseniz aktarmak. O açıdan, Türkler tarihte hakikati temsil
ettiğine inanan ve bu hakikati dünyaya aktarmayı düşünen bir millet... Böyle
bir millet, ister istemez, başka hakikatleri temsil eden milletlerle çatışma
içine girecektir. Tarihe baktığımızda bu, son derecede ortada olan bir
durumdur. Bugün bulunduğumuz hali anlayabilmek için, bizim hakikatimizle
çatışmaya giren ve kendi hakikatlerini dünyaya yaymaya çalışan milletleri
dikkate almak zorundayız. Yani 1672'de Alman düşünürü Leibniz'in Türkleri
tarihten tasfiye etme projesini başka nasıl anlamlandırabiliriz! Niçin Leibniz,
Pigme kabilesinin tarihten tasfiyesi diye bir proje geliştirmiyor da, Türkleri
tarihten tasfiye etmekten bahsediyor. Bu tamamen, Leibniz'in mensup olduğu medeniyetin
hakikatinin, Türkün temsil ettiği hakikatle çatışmasından başka bir şey
değildir. O açıdan, Türklerin bugün içinde bulunduğu durumun, büyük oranda
Avrupa'nın, yani 'karşı-hakikat'in, bizim hakkımızda öngördüğü
projelerle son derece yakından alâkası vardır.
Sizin ifadenizle karşı-hakikatin bizimle ilgili ne gibi
projeleri var?
Şunu
demek istiyorum: Biz bu hale sadece gelmedik, aynı zamanda getirildik. Türkler
kendi içlerinde bir çürüme olduğundan dolayı bu duruma düşmüş değil, bir
çatışma sonucunda bu duruma düşmüşlerdir. Çünkü bazen medeniyetler, dışardan
bir saldırı gelmeden ya da o saldırı sonucunda yıkılmaya, önceden hazır hale
gelebilirler. Aile, iktisat ve devlet kurumları yahut ahlâkî, mânevî hayat
itibariyle, yani iç kurumları itibariyle çürürler. Artık o sistem, topluluğu
taşıyamaz hale gelir. Ya kendiliğinden dağılır ya da dışardan gelen bir güç, o
sistemi çökertir. Ama Türk devleti ya da Türk medeniyeti, kendi iç dinamikleri
itibariyle çürüdüğünden, gerilediğinden, onları kaybettiğinden, sistem o yapıyı
taşımadığından dolayı çökmedi.
Bunu
en güzel, şu vecizeyle izah edebiliriz: "Osmanlı-Türk medeniyeti,
yıkılmış değil durdurulmuş bir medeniyettir". Buradaki
durdurulmak, biraz önce söylediğimiz cümleleri özetleyen bir durumdur. Yoksa
herhangi bir organımızda bir problem olduğundan dolayı değil.
Ne
oldu? Bize kamyon çarptı. Böyle demekle, çarpan kamyonu hafifsemiyoruz tabii. O
ayrı bir tartışma konusu... Kaldı ki oralarda olanı da yine Türk tarihini
anlamadan anlamlandıramayız. Başka bir ifadeyle, Avrupa'da, özellikle Batı
Avrupa'da olup bitenleri anlayabilmek için yine Türk tarihini bilmek
zorundayız. Orada olup bitenler, bize karşı olup bitenlerdir. Pigme kabilesine
karşı, Bantu kabilesine karşı değil. Orada gelişen bilim, sanat, sanayi ya da
siyasî organizasyonlar, hep karşıdakini yenmeye yönelik, karşısındakini
tasfiyeye yönelik olarak geliştirilmiş çabalardır.
Şunu
söylemek, asla abartmak değildir: Tarihi anlamak için Türk tarihini anlamak
gerektir. Bizim burada kastettiğimiz Türk tarihi, Yemen'deki Türkmen
Devleti'nin tarihi anlamına gelmiyor. Yemen'deki Türkmen Devleti'nin tarihi,
genel Türk tarihinin bir parçası olabilir; ancak ben burada, olanları idrak
için, özellikle Oğuz boyundan, Selçuklu, Osmanlı çizgisini son derece iyi ve
derin bir şekilde anlamayı kastediyorum. Tekrar Türk ya da Osmanlı tarihine
karşı menfi yaklaşanlara dönersek... Övgü düzenleri bir kenara bırakabiliriz.
Çünkü onlar ciddiye alınacak işler yapmıyorlar.
Övgülerin psikolojik bir yararı olmuyor mu?
Olmuyor.
Öte yandan, tarihi överek, onu kutsal bir kuyu haline getirerek tapılacak bir
unsur haline sokanlar, zararsız varlıklar olarak düşünülebilirler. Çünkü onlara
bir şekilde tarihi anlatmak için elimizde bir kanal var. Tarihe menfi
yaklaşanların psikolojilerini anlamak daha önemli. Kanımca onları ikiye ayırmak
gerekir. Birincisi, tarihle yüzleşmekten, kendisine ağır geldiğinden tarihi yük
olarak görmekten dolayı tarihe menfi bakanlar. Bunlarla oturup konuşulabilir.
Sonuç olarak bunlar, Türk olmayı bir yük olarak gören insanlardır. Çünkü Türk
olmanın, Selçuklu-Osmanlı tarihini sırtlamanın, ona sahip çıkmanın bir bedeli
var. Belli bir misyonu sahipleneceksiniz; hem de bu, geleceğe ilişkin bir
misyon olacak. Bunun için de, geçmişteki misyonunuzu anlamaya çalışmak zorunda
kalacaksınız.
Buna
en güzel örnek, Kemal Tahir olabilir. Bu ülkede, kendi tarihiyle muhatap olan
hiçbir insan, bu ülkeye ihanet edememiştir; onu ister yük olarak görsün, ister
görmesin. Çünkü Türk tarihiyle muhatap olduğunuzda, bir misyonla muhatap
oluyorsunuz. Bu açıdan ben, mecazî anlamda 'Türkler seçilmiş bir
millettir' tabirini kullanıyorum. Buradaki kastım, hiçbir zaman ırkî,
kana dayalı ya da ilâhî bir seçilmişlik anlamında değildir. Tarihteki yapıp
etmelerin, misyonun ve o misyona bağlı olarak yapıp etmelerin ortaya çıkarttığı
bir seçilmişlikten bahsediyorum. Bu durumu şartlar oluşturmuştur. Yani
Süleymaniye bu topraklarda olduğundan, Kurtuluş Savaşı bu topraklarda
yapıldığından dolayı kazanılmış bir seçilmişlik bu. Tevarüs edilmemiş bir
asalet yani... Bu açıdan, Türk kelimesine ilişkin birkaç şey söylemek
gerekiyor.
Türkler
hiçbir zaman ırk ve kan birliğini önemsemiş bir millet değildir; bu halen de
böyledir. Cumhuriyet'i kuranlar da bunu son derece iyi tespit etmişlerdir. Kan
ve ırk birliğine dayanan bir Türk tasavvuru yoktur modern Cumhuriyet döneminde.
Bir töre birliği, siyasal ilkelere mensubiyetin oluşturduğu bir birlik söz
konusudur. Zaten Türk kelimesinde, anlam olarak "törelilik" de
vardır. Onun için, töreye uymayan Türklere biz Kazak diyoruz. Bu açıdan tarihe
baktığımızda, Türk törelerine, siyasî merkezin ortaya koyduğu ilkelere uymayan
Türkler, kan akrabası olmasına rağmen, özellikle Yavuz döneminde gördüğümüz
gibi İran'a itilmiş olabilirler. Ama Kürt etnik grupları, sırf Türk devletinin
siyasî ideallerine bağlı olduklarından Türk devletinin sınırları içine
alınmışlardır. Yine Bosnalılar, Türk siyasal birliğine, Türk töresine
mensubiyetlerini canlı ve sürekli tuttukları müddetçe, Türk olarak
kalmışlardır. Ama ırken Türk olup da, Türk devletinin töresine, siyasî
birliğine mensubiyeti olmayanlar ise çizgilerini koruyamamışlardır.
Ziya
Gökalp, ki hep ırkçılığın ideologu olarak bilinir, tam tersine, "Irkçılık
bir mikroptur." der ve şunu ekler: "Bizim birliğimiz
kan birliği değil, can birliğidir". Muazzam bir özettir bu
aslında. Hem Selçukluları, hem Osmanlıları, bu çizgideki Türk tarihini
özetleyen bir örnek...
Ziya Gökalp 'can birliği' derken neyi kastediyor? "Gelin
canlar bir olalım"ı mı?
Can
birliği, bir misyon birliğine, bir yoldaşlığa dayanır. Dolayısıyla o
yoldaşlıkta, o yolun ilkelerine, yolda bulunmanın şartlarına, o ideallere, o
ülkülere mensup olan, ait olduğunu ortaya koyan herkes, etnik mensubiyeti ne
olursa olsun, Türk olmuştur. O açıdan, Türk, bir ırkın değil bir milletin, bir
mensubiyetin adıdır diyebiliriz. Türk tarihini yük olarak görenlerin, aslında
ters taraftan müspet bir durumda olduğunu söyleyebiliriz de.
Bir
de, Türk tarihine menfi anlamda yaklaşanlar, tamamen tırnak içine alanlar, onu
bir yük olarak değil, tamamen bir yokluk olarak düşünenler var. Artık bunlara
Türk diyemeyiz. Bunların eğitimlerine baktığınız zaman, Türk değerleriyle
eğitim yapan bir eğitim sisteminin içerisinden geçmediklerini görürüz. Bunlar,
azınlık okullarından, yabancı okulların eğitim sisteminden, değer dünyasından
geçmiş kişiler...
Bugün
için Türk olmak bir bedel ister. Tabii ki tanımladığımız anlamıyla. Başka bir
tanım daha verebiliriz bu konuda: 'Osmanlı ordusu' Avrupa'da
ilerlediğinde 'Eyvah, Türkler geliyor!' diye bağırıyor ya
Avrupalı. Ve hâlâ böyle bir deyişleri var. 'Eyvah, Türkler geliyor!'
cümlesindeki 'Türklerden Avrupalı ne anlıyorsa bizim anladığımız Türk de o...
Töre birliği, bir misyonu olan, adalet tesisine çalışan insanlar. Biz hep öyle
görüldük. Ve bugün bizim modern Türk kaynaklarında göz ardı edilen ama
Machiavelli, Locke, Berkeley, Descartes gibi o dönemdeki Avrupalı düşünürlerin
üzerinde durdukları, Türk tarihini analiz ederken söyledikleri cümleleri şöyle
dikkatlice yokladığımızda, bizi 'adaletin mümessili, mutlak hayrı
gerçekleştiren, mutlak iyiliği temsil eden' şeklinde
değerlendirdiklerini görürüz. Locke, Türk Devleti'ni Absolute Truth'u
temsil eden bir devlet olarak görür. O dönemde Avrupa'daki düşünürler, kendi
klasik mensubiyetlerini sorgulayan insanlardı. Meselâ Hıristiyanlığı
sorguluyorlardı; tektanrıcılığa inananlar oluşmaya başlamıştı.
Avrupalı'nın Türkler hakkındaki bu yaklaşımını, demin
konuştuğumuz bağlamda dürüst olmakla mı açıklayacağız yoksa bu tür tespitleri
daha farklı mı değerlendirmek gerekir?
Kendi
klasik paradigmalarını sorguladıkları için, bu paradigmanın karşısındaki en
önemli karşıt değer olarak Osmanlı'yı gördüklerinden, Osmanlı'daki tüm olumlu
sıfatları, kendilerinin geleceğine projeksiyon yapmak için toplumlarının önüne
koyuyorlardı. Buna en güzel örnek, Fransız büyükelçisi Busbecq'in,
İstanbul'daki ziyaretlerinden sonra Fransız Kraliyet Meclisi'nde yaptığı
konuşmadır. Bir soru sorar: "Türklerin iş yapmada dikkat ettiği
hususlar nelerdir?"
Bunu tek bir kelimeyle özetler: "Ehliyet".
Sonra da açıklar:
"Türkler, ailesi, ırkî mensubiyeti ne olursa
olsun, kişinin yaptığı işe, o işe ilişkin bilgi birikimine bakarlar.
Dolayısıyla bir köylünün sadrazam olması mümkündür; belli bir eğitimden
geçtikten sonra tabii. Ama biz Fransızlar, falanca, filânca ailenin çocuğu ise
bir kişiye iş veriyoruz; ehliyetine bakmıyoruz".
Aslında
Osmanlı'dan bahsederken söyledikleri bu sözler, Fransızların olmak istedikleri,
geleceğe ilişkin düşündükleri projenin örnekleridir. Başka bir yerde de şunu söylüyor:
"Türkler kaderci değildir. Yapılabilmesi mümkün olan her şeyi
yaparlar ve Allah'ın yardımını o şekilde talep ederler". Bu
tamamen Eş'arî Kesb Nazariyesi'nin Osmanlı toplum yapısına uygulanmasından
başka bir şey değildir. Çünkü Kesb Nazariyesi'nde esas olan, insan ile
Tanrı'nın iradesinin sentezidir. Yani bir işi mümkün kılan küllî irade ile
cüz'î iradenin sentezidir. "O açıdan, bir Osmanlı ferdi, o iş için
kendisine ait bilgi birikimine dayanarak yapıp etmeleri tamamladıktan, cehdini
gösterdikten sonra işi Allah'a havale eder. Biz ise baştan bırakıyoruz."
diyor.
Bu
tür örnekleri çoğaltmamız mümkün. Fakat buna gerek yok. Konumuza dönecek
olursak, nasıl ki Türk tarihi, Batı Avrupa tarihi olmadan anlaşılamazsa, Batı
Avrupa'daki siyasî, entelektüel, felsefî, bilimsel gelişmeler de Osmanlı-Türk
tarihini dikkate almadan anlamlandırılamaz. Avrupa kendi içinde kalarak
açıklanamaz. Topu, ateşli silahları dikkate almadan Avrupa'nın sanayi devrimini
anlamlandıramayız. Osmanlı ateşli silahlarını anlamlandırmadan, Avrupa'nın
geliştirdiği teknolojiyi anlamlandıramayız; çünkü orada bir korku var.
Tam
burada çok daha iddialı bir cümle sarf edebiliriz: Modern astronomi, bir
tarafıyla, Türklerin kaderini tayin ve tespit için göklerden hareket ederek
üretilecek astrolojiye zemin teşkil etmesi için geliştirilmiştir. Avrupa'daki
dakik hesaplamaların geliştirilmesi, yeni bir matematiğin ve buna dayalı yeni
bir astronominin üretilmesi, Türklerin geleceğini tayin için yapılan
çalışmalarla son derece yakından alâkalıdır; dediğim gibi, bir tarafıyla tabii.
Şimdi siz astronominin, Türklerin geleceğini tayin etmek için
geliştirildiğini mi iddia ediyorsunuz?
Evet,
dediğim gibi, bir tarafıyla. Descartes'in kuyruklu yıldızlar hakkında
söyledikleri, Kepler'in astronomisi, astrolojik çalışmaları, Newton'un ve o
dönemdeki diğer birçok bilim adamının yaptığı çalışmalar, Türklerin kaderiyle
alâkalı yapılan çalışmalardır. Kuyruklu yıldızlara ilişkin Kepler'in yaptığı
astrolojik yorumlar, tamamen Türk tarihinin geleceğini ilgilendiren yorumlardır.
Bunları dikkate almadan, Türklerin o dönemdeki durumunu hesaba katmadan, bu
çalışmaları anlamlandırmak son derece zordur. Aynı şey, bugün için de
geçerlidir. Türkiye'deki insanların, bırakınız yapıp etmelerini,
psikolojilerini bile, Amerika'nın dünyadaki tasallutunu dikkate almadan
anlamlandıramayız, değil mi? Psikolojiler geliştiriyoruz, tepkilerde
bulunuyoruz, fikirler ileri sürüyoruz... Tüm bunlar dünyadaki konjonktürel
durumla son derece ilgili değil mi? O gün için de bu böyle.
Tekrar
toparlarsak, Türk tarihini tırnak içine alanları Türk olarak görmüyoruz.
Peki ne diyeceğiz onlara?
'Gâvur'
diyebiliriz. Bugün Batılılar bizim için 'az gelişmiş, üçüncü
dünya ülkesi' gibi kavramlar kullanmıyor mu? Üstelik Batılıların bu tasnifi
iktisadî bir tasniftir. Londra-Washington hattının dünya görüşünün temelindeki
kavram, pragma olduğu için, tasniflerini iktisadî olarak yapıyorlar. Biz de
varlığa, dinî bir değer çerçevesinden baktığımızdan, tasnifimizi dinî olarak
yapıyoruz. Onun için 'gâvur' demişiz onlara. Onların 'az gelişmiş'
demeleriyle bizim 'gâvur' dememiz arasında bu bakımdan bir fark yok.
Gâvur aynı zamanda 'zalim' demektir. Yani her şeyi yerinden eden,
nizâm-ı âlemi bozan... Türkler ise nizam-ı âlem için vardır. O açıdan, Türk
olmayan, gâvurdur. Etnik olarak Türk olabilir, bu çok önemli değil; önemli olan
mensubiyeti...
Belki de durdurulmuş bir medeniyetin çocukları olduğumuz için,
durdurulmadan önceki güzelliklerimizden habersiziz. Bu güzelliklerin bizim
tarihimizdeki kırılma noktalarında neler var?
Aslında
bu soruya bir nebze yanıt verdik. Osmanlı medeniyeti, esasta müstakil bir
medeniyet değildir. Osmanlı'ya ilişkin adlandırmalarda dikkat edilmesi gereken
en önemli nokta, Osmanlı'nın, İslâm medeniyetinin tabii bir devamı olduğudur.
Çünkü bağımsız bir medeniyet olmak farklı bir durumdur. Bir medeniyetin
metafizik tanımını şu şekilde yapabiliriz: İlk ilke (Tanrı), evren, insan ve
bunların ilişkileri hakkında sorulan sorulara verilen yanıtların cisimleşmiş
hali... Medeniyetin metafizik tanımı budur. Bir medeniyeti diğer bir
medeniyetten ayırabilmek için, varlığını sorgulamamız gereken en önemli ilke, o
medeniyetin teolojik ilkesidir. Yani Tanrı'nın tanımı nedir? Yunan
medeniyetinin teolojik ilk ilke tanımı ile İslâm medeniyetinin, İbranî
medeniyetinin ya da Çin medeniyetinin tanımı aynı değildir.
Sonra
evren tasavvuruna bakmamız gerekir. Çin'in kozmolojik tasavvuruyla bizim
kozmolojik tasavvurumuz aynı değildir Andırışmalar, benzeşmeler olabilir; o
ayrı bir konu. Çünkü sonuç olarak hepimiz insan türüyüz. Üçüncüsü, insan
tasavvuru... İslâm medeniyetinin insan tasavvuru ile Yunan'ın, Yunan'ınki ile
Çinli'ninki aynı değildir. Ve bu üç tasavvur arasındaki ilişkiler de bir ve
aynı değildir. Cami ile kilisenin, Budist tapınağı ile sinagogun arasındaki
fark, insan ile Tanrı arasındaki ilişkiler hakkında sorulan sorulara verilen
yanıtların farklılığından ortaya çıkar. Sonuç olarak her insanın, kendi
teolojik ilkesiyle bir bağlantısı vardır. Bu bağlantı da bir şekilde
cisimleşir. Günde beş vakit namaz kılmak, benim Tanrı'yla olan ilişkime
verdiğim yanıttır. Bir tarzdır bu. Bu farklıysa medeniyetlerimiz de farklı
demektir. Dolayısıyla, bir medeniyeti öteki medeniyetten ayıran asgari üç
kriter, bunlardır.
Bu
açıdan Osmanlı'ya baktığımızda, Osmanlı medeniyeti, ne yeni bir teolojik ilke,
ne yeni bir kozmolojik ilke, ne de yeni bir insan tasavvuru ortaya koyar.
Tersine, mensup olduğu İslâm medeniyetinin devamıdır, fakat önemli bir
devamıdır. Bir Malezya gibi, Afrika'daki bir devletçik gibi değildir. Ana
damarlardan birisidir. Başka bir deyişle Osmanlı ev sahibidir. Eve gelen bir
misafir değildir. İslâm medeniyetini bir büyük şehir olarak düşünürsek,
gecekonduda oturan bir kişi değil, şehrin merkezidir Osmanlı. Ayrıntılarda son
derece önemli katkıları var: mimarisinde, biliminde, sanatında, siyasetinde,
askerliğinde... Ama metafizik olarak İslâm medeniyetinin çok önemli bir
devamıdır Osmanlı medeniyeti.
Öyleyse Osmanlı medeniyeti deyimini nasıl değerlendirmek
gerekiyor?
Osmanlı
medeniyetiyle ilgili sorularımızı aslında, İslâm medeniyetiyle ilgili
sorularımız haline getirmemiz gerekiyor. Yani Osmanlı matematiği tabiri, bu
açıdan yanlış bir tabirdir. Osmanlı tıbbı, bu açıdan yanlış bir tabirdir.
Sadece kronolojik olarak söylüyorsak eğer, doğru; bir sorun yok. Ama bilimin
mantığı, dayandığı zihniyet, paradigmatik yönelimleri, ilkeleri itibariyle bu,
yanlış bir tabirdir. Çünkü bu, insanları yanlış sonuçlara getirebilir. Buna en
güzel örnek şu sorudur: Niçin Osmanlı'lar bir İbn Sinâ yetiştirmedi?
Aslında
bu soru, zihin bölünmesini kabul etmiş bir sorudur: Bir İslâm medeniyeti var,
bir de Osmanlı medeniyeti. Osmanlı niçin İbn Sinâ yetiştirsin ki! Osmanlı,
İslâm medeniyetinin tabii bir devamı olduğundan, İbn Sina yetiştirmesine gerek
yok. Çünkü İbn Sina zaten onun... Bazen sorduğumuz sorular, farkında olmadan,
önceden belirlenmiş zihnî tavırları içeriyor. O açıdan Osmanlı matematiğinde,
sadece Osmanlı döneminde yazılmış matematik kitaplarını dikkate aldık mı, hayal
kırıklığına uğrarız. Ama Osmanlı matematiği dediğimizde, tüm klasik İslâm
medeniyetinin matematik birikimini dikkate aldığımızda, Osmanlı matematiği
ortaya çıkmış olur. O yüzden, Osmanlı'ya ilişkin sorulacak sorulara verilecek
yanıtlar, şu ilke dikkate alınarak ancak anlamlı olabilir: Osmanlı, İslâm
medeniyetinin bir devamıdır.
Diğer
bir nokta, Osmanlı'nın ortaya çıktığı coğrafya son derece önemli bir
coğrafyadır. Büyük Selçuklu gibi Osmanlı coğrafyası da klasik İslâm coğrafyası
üzerinde şekillenen bir devlet değildir. Nitekim Moğol seçkin hanedanının
yanında her ne kadar Türkler varsa da, sonuç olarak onlar da putperesttiler.
Putperest bir siyasî hâkimiyet olarak Moğollar, İslâm dünyasına giriyor. Ama
Moğolların hâkim olduğu İslâm dünyasında, bilim üretimi canlılığını koruyor.
Niye? Çünkü Moğollar zaten birikimi ve üretimi mevcut olan bir toplumu
yönetmeye geliyorlar. Fakat Anadolu Selçukluları ile Osmanlılar, İslâm
medeniyeti açısından sıfır olan, daha önce İslâm'la tanışmamış bir toprak
parçasında şekilleniyorlar. Bu çok dikkatten kaçan bir noktadır. Niçin? Çünkü
önce oranın toplumunu, toprağını, halkını İslâm'laştırmak, müesseselerini
kurmak gerekiyor. Kısaca yurtlaştırmak gerekiyor. Daha önce söylediğimiz o
beşerî ve insanî, medenî zemini inşa ettikten sonra, ancak bir şey yapmak
imkânı bulabiliyor. Yani Osmanlı, İslâm açısından sıfır olan topraklarda ortaya
çıkan bir yapı olarak, bunun hem menfi hem müspet taraflarını omuzluyor.
O halde Osmanlı'nın İslâm medeniyetine yaptığı katkılar
nelerdir?
Bir
kişi ya da bir medeniyet, kendi sistematiğini kurduktan sonra, zamanla o sistematiğin
içerisinde iş görmeye başlar. Sistematiği dönüştürmek, geliştirmek kolay
değildir. Buna paradigma içi yaşam diyoruz; çerçeve içerisinde yaşam. İnsan
olarak buna gömülüyüzdür; bu tabii bir şey. Tüm medeniyetler böyledir. Türkler
kelimesini kullanmaktan şu anda kaçınıyorum. Çünkü Türklerin klasik İslâm
paradigması içerisine dahil olması, çok erken dönemlerde başlıyor ama o zaman
yekpare bir Türklük yok. Yani Karahanlılar, Tolunoğulları, Akşitler,
Gazneliler, Bağdat'a gelen ilk Türkler, filân. Bunlarla bizim fazla bir
alâkamız yok. Oğuz çizgisi, Büyük Selçuklu, Anadolu ve Osmanlı çizgisi, İslâm
medeniyetinin paradigmasına sonradan katılmış bir güçtür. Oğuzların katıldığı
İslâm medeniyeti, yaklaşık 400 yaşında bir medeniyettir o zaman. O yüzden
Oğuzlar, hem bir yenilik getirmiştir, hem de mevcut kadim ve yerleşmiş
paradigmanın kalıplarını kolaylıkla alamadığı için, farklı bir tarz ve tavır
belirleyebilmiştir.
Mevcut
paradigma içinde yenilik yapmak, o paradigmayı dönüştürmek zor bir olaydır. Bu
bilimde de böyledir. Bunun en güzel örneği Einstein'dir. Heisenberg: "Einstein'in
en önemli avantajı zamanının fiziğini ve matematiğini çok iyi
bilmemesidir" der. Çünkü mevcut kalıpları çok iyi bilen ve
kanıksayan biri, o kalıpları dönüştürmekte zorlanır. Ancak şunu yapabilir: O
kalıpları çok iyi tasnif ve terkip edebilir. İbn Sina böyledir. Bir düşünür,
filozof, bir bilim adamı ve bir tabip olarak İbn Sina'nın yaptığı en güzel şey,
kendine kadar gelmiş mevcut birikimi çok iyi tasnif ve terkip etmiş olmasıdır.
Ama o birikimi çok radikal dönüşüme uğratamamıştır. Uğratamaz da...
Büyük
oranda okuma-yazma dahi bilmeyen Oğuz boylarının İslâm medeniyetine dahil
olması, İslâm medeniyetine yeni vecheler katmıştır. Buna çok dikkat etmek
gerekiyor. Bir bütün olarak İslâm medeniyeti düşünüldüğünde, belki gözden kaçan
bir şey bu. Getirdikleri birinci yenilik, operatif-kalkülatif akıldır... Çünkü
Türkler, Helenistik yani Akdeniz havzasının Mısır, Mezopotamya ve Yunan
mirasından müteşekkil, Bağdat'ta sentezlenen, yeni unsurlarla zenginleştirilen
paradigmanın eğitimini görmüş insanlar değildirler. Dertli değildirler o
sorunlarla; kafaları o sorunlarla mukayyet değildir. Bu hem dezavantajdır, hem
avantaj. Dezavantajlığı tasvir etmek için şu söylenebilir: Selçukluların,
medreseleri kurması sadece Şiîlerle savaşmak için değildi. Selçukluların
medreseleri kurmasının başka bir anlamı daha var: Okuma-yazma bilmeyen Türk
gruplarını eğitmek; mensup oldukları yeni medeniyetin bilgisini aktarmak.
Medreseler bizim medenîleşmemizi sağlayan en önemli kurumlardır.
*Demek ki medreseler bunun için de kapatıldı?
Yani?
Medenîliğimizi elimizden almak için.
O
ayrı bir konu. Ama hukuk bilincini, varlık bilincini, soru sorma bilincini,
hatta bir millet olma bilincini kazanmamızı sağlayan en önemli kurumlar, medreselerdir.
Oğuz-Türkmen çizgisinin operatif-kalkülatif bir kafa yapısı vardır. Bunu her
açıdan görebiliriz. Oğuz Türklerinin yaptığı matematiğe bakın;
operatif-kalkülatif bir matematiktir. Son derece olumlu sonuçları olmuştur
bunun. Nedir bu? Ontik içerikli Phytagorasçı-Hermetik matematikten İslâm
matematiğini temizlemeye çalışan bu çizgi olmuştur. Bunu astronomide de
görebiliriz. Operatiflik, kalkülatifliği de getiriyor. Hesaba dayalı bir
kafamız var bizim. 'Hesab'ı, aklın bir düşünme tarzı olarak alıyorum.
Yoksa matematiksel sembollerle işlem yapmak değil. İşlevsel bir akıl var bizde.
Geldiğimiz yerdeki mevcut birikimi de alıyoruz. Ama bizim getirdiğimiz çok yeni
şeyler var.
Selçuklu
ve Oğuz aklının, operatiflik ve kalkülatifliğin yanı sıra, İslâm medeniyetine
getirdiği en önemli kavramlardan birisi de düzenlilik ile sürekliliktir.
Sürekliliği ele alalım: taş mimarî. Mimariye bile yansıyan bir anlayış bu. Oğuz Türklerinin, kalıcı
işleri, uzun ömürlü işleri önemseyen bir kafa yapıları var. 'Devlet-i ebed-müddet'
tabirini bizim türetmemiz, hiç yok olmayacakmış gibi iş yapmamızın, hadis-i
şerifteki "Yarın ölecekmiş gibi hazır olmak, hiç ölmeyecekmiş gibi
çalışmak." ilkesiyle çok yakından alâkası vardır. Bu dengeyi en iyi
koruyan bir üslubumuz var. Devlet teşkilâtından tutunuz, mimarî yapılara
kadar...
Dikkat
edelim, en büyük mimarî eserler, taş mimarînin kullanıldığı eserlerdir. Peki,
bunlar kimin eserleri? Selçuklu ve Osmanlı eserleri... Daha doğrusu, illâ
Selçuklu ve Osmanlı olması gerekmiyor. Bir şekilde Orta Asya aklıyla ilişki
kuran her yerde bu görülebilir. Meselâ Memlûk eserleri... Kahire'ye
gittiğinizde göreceğiniz, Kahire'yi Kahire yapan eserler, Kıpçak ve Çerkez
çizgisindeki taş mimari eserleridir. Bu bir tesadüf değil, bir tarz, bir
tavırdır.
Bu söyledikleriniz süreklilikle ilgili. Bir de düzenlilikten söz
etmiştiniz.
Oraya
da geleceğim. Eğitim kurumlarının yaygınlaştırılması, bilginin nesiller arası
aktarıma sokulması, bilginin sürekliliğinin sağlanması… Bunlar da yine süreklilik kavramıyla son derece alâkalı. O açıdan,
çok sistematik, formel eğitim geleneğinin Büyük Selçuklularla başlaması da bir
tesadüf değildir. Yani olup bitenlerin hep bir mantığı var. Düzenliliğe
gelince, Selçuklular, Oğuzlar, dağınıklıktan kaçan, fitneye neden olacak, birliği
bozacak tartışmalardan, çatışmalardan kaçan bir zihniyete sahiptir. O açıdan
İslâm medeniyetinde ideolojik ve dini düzenlemelerin yapıldığı dönem bu
dönemdir. Meselâ, itikadî konularda, ‘Kaç halife var, imanın şartları kaç,
İslâm'ın şartları kaç?’ gibi formülasyonlar, büyük oranda Selçuklular
döneminde vuku bulmuştur. İslâm dünyasında daha önce dinî-itikadî çatışmalara
neden olan unsurlar azaltılmıştır.
Bunlar
kuvve halinde, ilkeler halinde yoktu demiyorum. Bunları formülasyona
dönüştürerek, toplumsal yapıya aktaran, eğitime dâhil eden ve buna göre
nesiller yetiştiren, nesiller arası bilgi aktarımını sağlayan kafa
Selçuklu-Osmanlı, kısaca Oğuz-Türkmen kafasıdır. Çünkü tüm bunlar, devletteki
merkez-çevre ilişkisine göre düşünülmüştür. Yine, meselâ ortak dil üretimi...
Tüm bilginin ortak bir dil içerisinde ifade edilmesi, Selçuklular döneminde
vuku bulmuştur. Yani Gazalî'nin Selçuklu döneminde ortaya çıkması da bir
tesadüf değildir. Zaten o da aynı işi kendine düşen alanda yapıyor.
Neydi Gazalî'ye düşen iş?
Yunan-Helenistik
mirası ile İslâm dünya görüşünün mukayesesini yapmak. Mantık açısından da
Gazalî'nin yaptığı budur. Gazalî bu açıdan bir Selçuklu-Türk düşünürü olarak,
Selçuklu devletinin siyasetine hizmet eden bir düşünür olarak karşımıza
çıkıyor. Osmanlı'nın Gazalî'yi son derece önemsemesi de bununla alâkalıdır.
Tesadüf olmadığı gibi, sadece dinî gerekçelerle de alâkalı değildir. Bu konuyu
değerlendirirken, ideolojik, siyasî bir sürü diğer noktaların dikkate alınması
gerekiyor. Kurulan devlette, ortaya konulan askerî, eğitim ve hukuk
sistemlerinde görmek mümkün. O açıdan, İslâm medeniyetine Oğuz katkısı, daha
önceki İslâm medeniyeti birikimi içinde kalarak anlamlandırılamaz.
Elbette
İslâm medeniyetine katılan Oğuzlar, bu medeniyetin birikimini tevarüs ediyorlar,
oraya dâhil oluyorlar. Ama kendileri de bir şeyler veriyor. Çok basit bir
örnek: Ondalık kesirleri, bunlarda kullanılan notasyon ve sembolleri
anlayabilmek için Oğuz-Türkmen aklını iyi anlamak gerekiyor. Bunun
yansımalarını, bir sayı tanımındaki ortaya çıkan yeni gelişmeleri anlayabilmek
için bile, yine bu damarı, Türkistan damarını iyi anlamak gerekiyor.
Bunu
birçok noktaya yayabiliriz: Tasavvufta tarikatların ortaya çıkması ve
tarikatlaşma sistemi yine Oğuz aklıyla son derece alâkalı. İrfanî, beyanî ya da
burhanî, hemen hemen her türlü entelektüel faaliyetin belirli bir ortak dile
dönüştürülmesi, bir düzene kavuşturulması, eğitimde devlet kontrolünün gündeme
gelmesi, merkez-çevre ilişkilerinde düzenleme yapılması Oğuz-Türkmen aklıyla
son derece alâkalıdır. Bunlar üzerinde yeniden durmak gerekiyor diye
düşünüyorum.
Tarihi, ileriye taşınan bir değer olarak ele aldığımıza göre,
fert ve millet olarak, ileriye yönelik projeksiyonumuz nasıl olabilir?
Geleceğe
ilişkin sorularda temenni düzeyinde birçok şey söylenebilir ama gerçekten
tahakkuku mümkün olan bir projeksiyonda bulunmak istersek, önce bizim millet
olarak ne yapmamız gerektiğine karar vermemiz gerekiyor. Ne yapacağız? Bu soru,
bizim başka birkaç soruyu sormamızı gerektiren bir soru. Meselâ "Biz kimiz?"
sorusu... Bu sorunun yeniden sorulması lâzım. "Biz kimiz?"
sorusu, "Biz kimdik?" sorusuyla iç içe bir soru. Çünkü 'an',
'maziyi' içeren bir durumdur. 'Gelecek' de mazinin içinde
mevcuttur. Geleceği kurduğumuzu zannederiz ama gelecek kendini kurar zaten. Ve
bu anda mevcuttur o. Bu nedenle, gelecek, ontolojik olarak zaten yok. Gelecek, 'olacak
olan' bir şey. 'An' da 'anlık' bir şey. Aslında her şey,
geçmiş... 'An', çok küçük bir nokta. Gelecek ise 'olacak'
bir nokta. Bizim sahip olduğumuz, aslında, büyük oranda 'geçmiş'.
Vücudumuz
da böyle değil midir? Vücudumuz da belli bir yüzde oranında yenidir meselâ.
Teşbih yapıyoruz tabii. Bir 'ben', sırf 'yeni olma' iddiasıyla
ortaya çıkarsa 'benliğini' kaybeder. Şuur, maziyle kaim olan bir şeydir.
O nedenle, esas olan geçmiştir. Aslında müstakbel, geçmişe yapılan koşudan
hareketle ortaya çıkacak bir durumdur. Yani "Biz kimiz?"
sorusu, "Biz kimdik?" sorusunu yanıtlandırmayı
gerektirir. Eğer bu soruya sağlıklı bir yanıt verebilirsek meseleyi halletmek
için önemli bir adım atmış oluruz. Ki bu konu, daha önce formülasyonunu yapmaya
çalıştığımız şahsiyetle alâkalı bir şeydir. Şahsiyeti olmayan bir kişinin iş
yapması, ilkece mümkün değil. Çünkü neyi, nasıl yapacağını bilemez. Şahsiyet,
kendini tanımlamak, nerede olduğunu bilmek, niçin yaşadığını bilmek hususunda
insana bir misyon yükler.
Şahsiyet tek başına yeterli olmasa gerek. Başka meziyetlerin
olması da gerekmez mi?
Doğru,
şahsiyet tek başına yeterli değil. Şahsiyetin var ama ehliyetin yok. Ehliyetin
olması lâzım. Ehliyeti olmayan insanlar, koyun sürüsü gibidir. Üçüncüsü de
mensubiyettir. Bir de mensubiyetiniz olmalı. Türkiye'de yaşayan herkes, bu üç
soruya yanıt vermek zorundadır: Şahsiyet, ehliyet ve mensubiyet...
Nietzsche'nin
şöyle bir benzetmesi var: "İnsanla koyun arasındaki fark şudur:
Koyun, otlağa yayılıp otlayan bir varlıktır; orada öylece durur. İnsanı otlağa
yayılmaktan alıkoyan şey, tarihtir. Çünkü geleceğe ilişkin kaygı, tarihî
mensubiyetle alâkalı bir şeydir". Mazisi olmayan, tarihi olmayan
bir kişi, sadece otlar, ama sadece otlar. Çünkü o andaki ihtiyacını gidermek
durumundadır. Yarın olduğunda, yarın da otlayacaktır.
Ama
hiçbir koyun, gelecek için, çimen kesip istif etmez. Bir depo oluşturup, üç ay
sonra kar yağacak, dolayısıyla ben çimenimi otumu şimdiden ayarlayayım demez.
İstif etmek, geleceğe ilişkin biriktirmek, ancak geçmişi olan, bilinci olan bir
varlık için söz konusudur.
İnsanlar
bugün otluyor; yayılmışlar, coğrafyada otlamakla meşguller. Günü kurtarıyorlar.
Hâlbuki istif etmek durumundayız. Hesap etmek zorundayız. Hesap etmek bizatihi
tarihtir zaten. Hesap etmeye başladığınız an, her türlü tarihî durumla ilişkiye
giriyorsunuz demektir; girmek zorundasınız. Bugün Türkler, hesap etmekten
kaçıyor. Çünkü çoğu hesap etmenin sonucunu çok iyi biliyor; büyük bir yükü
var... Hesap etmeye başladığı anda, kendisinin bir Pigme, bir Bantu, bir
Kızılderili, bir Aztek, bir Afrika yerlisi olmadığını, kısaca herhangi biri
olmadığını fark edecek; bu da onu rahatsız edecek, rahat uyuyamayacak, rahat
yiyemeyecek, Çeçenistan'da, Filistin'de, Irak'ta, Bosna'da olanla ilgilenecek;
Amerika'daki düzenin değiştirilmesini düşünecek ve bunu sadece temenni olarak
istemeyecek, eyleme dökmeye çalışacak; yani başına iş alacak. Anadolu ve
Balkanlar'daki bir Türkün bunun bilincine varması demek, işe soyunmakla
eşanlamlı aslında. Yola çıkmasıyla eşanlamlı. Rahat edemez, rahat uyuyamaz o
insan.
Bugün
Türk halkının bilinçaltını şöyle bir sorgulayın, bu yapının bizde olduğunu
görürsünüz. Çeçenistan ya da Balkan olayları çıktığında, sanki dünyayı hâlâ biz
yönetiyormuşuz gibi yürüyüş yaptık. Azerbaycan'ıyla ilgilendik, Çin'iyle
ilgilendik... Dünyanın ötesinde berisinde okul açan başka bir Müslüman millet
zor bulursunuz.
"Kudüs-ü
şerif" tabirini
Türkler koydu. Arafat'la yapılan bir röportajda, Türkiye'deki sadece adı Türk
olan bir kanalın spikerine şöyle diyor: "Hanımefendi, Kudüs bir Türk
ismidir. Türklerin verdiği bir isimdir". Bunu anlıyorsa o kişi,
Türktür. Turnusol kâğıdı gibi yani, anlamıyorsa Türk değildir. Kudüs'e Kudüs
diyen ve bunu resmileştiren Türk kültürüdür. Kudüs isminin bizim tarafımızdan
verildiğini bilmek, Kudüs hakkında susmamayı getirir.
Ne Türk'ü İslâm'dan, ne de İslâm'ı Türk'ten ayrı düşünmemek
gerekir mi demek istiyorsunuz?
Demek
istemiyorum, diyorum! Yalnızca ben böyle düşünüyor değilim. Yahudi asıllı
Bernard Lewis'in bir cümlesi var: "Tarihte hiçbir millet, Türkler
kadar, kendisini İslâm içinde eritmemiştir; Araplar dahil". Bakın
bizim halk dilimiz de, İslâmî terminolojiye göre düzenlenmiştir. 'Kaza'
deriz, araba kazası... Arap, 'kaza' demez. Arap, halis Arapça olarak
söyler bunu. O açıdan, Türkiye'de yaşayan bir insan, mümin olmayabilir ama Müslüman
olmak zorundadır. Mümin olmayabilir çünkü iman, içsel bir şey; Allah ile
kendisi arasında bir itikadî sorun. İtikad, akt kelimesinden geliyor ya,
Allah'la bir sözleşmedir iman. Orada insan radikal bir özgürlüğe sahiptir.
Size ne kadar baskı yaparlarsa yapsınlar,
inanıp inanmamaya siz karar vereceksiniz. Zahiren inanmış görünmeniz hiçbir
anlam ifade etmez. Ama Müslüman olmak. Türkiye'de sen buna mahkûmsun! Çünkü biz
bu topraklara Müslüman olarak geldik; bu topraklarla o şekilde ilişki kurduk.
Bizim
İslâm dışında, bu topraklarla Müslüman olarak kurduğumuz ilişkiler dışında
geliştirdiğimiz yerel bir kültür yok. Bir Kazak için, bir Kırgız için, bir Arap
için böyle bir kültür var. Ama Anadolu ve Balkanlar'daki Müslümanlar, yani
Türkler, buraya Müslüman olarak geldiler. Değer dünyaları, dünya görüşleri
İslâm'dı ve bu toprakla o şekilde ilişki kurdular. Onun için, bu toprakla
ilişkimizi sürdürecek, Müslümanlık haricinde başka bir kültürümüz yok! Burada
bulunmamızın meşruiyetini sağlayacak başka bir kültürümüz yok ki...
Yeri
gelmişken, şunu vurgulamak lâzım. Müslümanlık, törensel tarafı olan bir dindir.
Hurafe, hakikatin mümaresesinden ortaya çıkar. Her hakikat, kendi hurafesini
üretir ve bu hurafeler, o hakikatin korunmasını sağlarlar. Hakikati bir
çekirdek olarak düşünürsek, hurafeler bu çekirdeğin pratiğinden ortaya çıkıp, o
hakikati hâleleyen, o hakikati saran yapılardır.
Önüne gelenin hurafelere saldırdığı bir dönemde hurafe hakkında
söyledikleriniz çok ilginç. Hurafeye alışılagelmişin dışında bir değer
yüklüyorsunuz. Bir bilim tarihçisi, bir felsefeci olmanıza karşın, siz hurafe
deyince ne anlıyorsunuz?
Şöyle
düşünelim: Türkiye'de hacca ilişkin hurafeler olmasaydı, insanlar, ömür
boyunca, hacca gitmek için para biriktirebilirler miydi? Çok radikal
bir örnek vermek gerekirse çaput bağlamak, İslâmî bir hakikatin mümaresesinden,
pratiğinden ortaya çıkmıştır. Onları kaldırıyorsunuz; peki stadyumlarda, müzik
gösterilerinde yapılan modern hurafeler, hangi hakikatin hurafeleri?
Hurafelerin
tasfiyesi, aslında o hurafeleri üreten hakikatin de bir süre sonra tasfiyesini
getirir. Halk, hakikate belirli bir toplumsallaşma ile, belirli bir hurafeleşme
sonucunda katılabilir. Gazalî'nin hakikate katılımıyla benim ya da herhangi bir
köylü vatandaşın katılımı aynı olmaz. Başka bir ifadeyle fikir, hissiyata
dönüşmezse toplumsallaşamaz. Fikir, fikir olarak kaldığında, hakikat, hakikat
olarak kaldığında, yani bir fikir manzumesi olarak kaldığında, kitapta yer alır
yalnızca; entelektüel insanın zihninde kalır. Onu hissiyata dönüştürmek, onu
pratize etmek, ancak ve ancak ona belirli törensel yapılar kazandırmakla
mümkündür.
Hacca
gitmek nedir? Belli bir maddî imkânın vardır, gidersin. Ama haccı öyle bir
tören haline getirmiş ki Osmanlı!.. Surre alayları vs. o hakikatin etrafında
öyle muazzam törenler oluşmuş ki, o hakikati de koruyor. Zemzem suyuna
gösterilen hürmeti düşünün! "Tüm sular yılda bir hacca gider".
Böyle bir inanç vardır halk arasında. Kuruyan bir nehir ya da kuruyan bir kuyu
gördüğünde, "Bunun suyu hacdan dönmemiş, zemzeme katılmış."
diye ifade ederler. Bu bir hurafedir. Bunun ontik bir karşılığını aramak,
abesle iştigaldir. Ama bu, belirli bir hakikate atıfta bulunan bir hurafedir ve
son derece de olması gereken bir hurafedir. Çünkü hakikatle insanların ilişki
kurmasını kolaylaştırır.
İşte
bu yüzden hurafelerimizi korumak zorundayız. Bir hakikatin binlerce hurafesi
vardır ve o hakikat o hurafelerle varlığını sürdürür. Temsili değerleri vardır.
Ama sorun şudur: Uleması olan bir toplumda hurafeler tehlike arzetmez. Bugün
hurafelerin tehlike arzetmesi, ulemamızın olmamasıyla alâkalı bir şeydir.
Kıssalar gibi. Doğrusu, hangi kıssa gerçektir ki? Ama her kıssa, bir gerçeğe
işaret eder; trafik işaretleri gibi. Trafik işaretleri, hiçbir zaman kendisine
işaret etmez; yapılması gerekene işaret eder. Hurafeler de hakikate işaret
ederler, kendilerine değil. Düşünün, ölülerine rahmet okumayan, mezarlıklarının
önünden geçerken Fatiha okumayan insanlar, okumayı hurafe olarak gördüklerinden
dolayı okumazlar. "Ölüye okursan ne olacak okumasan ne olacak, nedir
ki?" derler.
Şunu
açıkça söyleyeyim, ölülerine rahmet okumayı terk eden bir toplum, zamanla 'şehit'
kavramını da hurafe olarak görmeye başlar. Öyleyse bırakalım insanlar
türbelerini ziyaret etsin.
Bu konuşmayı herhalde ileriye yönelik projeksiyonlarımız neler
olabilir sorusunu sormadan bitiremeyeceğiz...
Dilerseniz
önce konuyu tamamlayalım. Dediğim gibi, şu an hurafeler bir tehlike arz edebilir.
Ama şu an halk dini, üst din haline getirildiği için problemler söz konusu;
ulemamız yok çünkü. Ama geçmişte, ulemanın kontrol ettiği bir tedricîlik söz konusuydu.
İşte tam da bu yüzden toplumun hurafelerini korumasına yardımcı olmamız lâzım.
Tören, evet rahatsız edicidir, vakit alıcıdır ama yaşamayı mümkün kılan ortamı
yaratır. Çünkü insan sırf akıl değildir. Sırf akıl soğukluktur, yalnızlığı
getirir. O aklın etrafında hâlelenen hissiyat yoksa, toplumsal yapının
organikliği kaybolur. Bunu Amerika'da görebilirsiniz. Amerika'da bugün o
hissiyat olmadığından, insanî ilişkiler sıfırın altındadır. Hakikaten o
insanların birbirine ilgisi, saygısı, o aklî, mekanik ilişkilerin gerektirdiği
kadardır. Muhabbet yoktur. Ama bizim toplumumuzda hâlâ var; kırıntıları bile
bizi taşıyor.
Bizim
halkımız, devletinin durumuyla her zaman ilgilenir. Çünkü o 'Adalet Kulesi'
oradadır... Biliyorsunuz Topkapı'da Adalet Kulesi var. En yüksek kule odur. Bu
şu demektir: "Burada adalet var, talep eden gelsin, alsın. Söke söke
alsın". Onun için bizde halk, her zaman devletin yapıp ettikleriyle
ilgilenir. Adil mi davranıyor? Zulmediyor mu? Ve isyanlar da bizde hep tatbik
edenlere karşı yapılmıştır. Hiçbir zaman devletin varlığına yönelik olmamıştır.
Şöyle
bir şey söylenir: "Devlet kutsal mı?" Tabii ki devlet kutsal!
Ancak devlet kutsallığını temsil ettiği değerlerden alır. "Devlet, baba
mı?" Devlet, babadır bizim tarihimizde. Bundan gocunanlar var.
Şöyle
bir örnek verelim; Lawrens hatıralarında: "Kahire'de tren garında
birden bire birisi şöyle bağırsa: 'Herkes yatsın!' Tüm Arapların, bir kısmı
bakar, bir kısmı da yatar. Bir karışıklık çıkar ortaya. Üç kişi yatmıştır, üç
kişi ayaktadır; üç kişi de 'Kim bağırıyor?' diye bakar. Niye? Çünkü onların bir
kısmının iradesi vardır. Ama Haydarpaşa Tren Garı'nda 'Herkes yatsın!' diye bir
ses duyulduğunda istisnasız herkes yatar". Aslında şunu söylemek
ister: "Herkes yatsın!" dendiğinde, Türkiye'de bunu diyen bir
ses ve bu sese güvenen bir millet var. Herkes yattığında, ayakta kalan 'sap'
gibi ayakta kalır ve tokatlanır. Binaenaleyh Lawrens işlerini iyi yürütemiyor
Türkiye'de. Çünkü Türkiye'de sistem o kadar dakik işliyor ki, biri "Yat!"
dediğinde, Lawrens 'sap' gibi ayakta kalıyor. Ama Arap âleminde,
Lawrenslerin işi kolay, çünkü o kargaşa içinde işlerini rahat yürütebilirsin.
Rahatsız
olunan nokta budur ve bu noktada ben şöyle bir teşbih yapıyorum: Bin yılda bir
kilim örüldü bu topraklarda. Bin yıl... Bu kolay değil ve bunu şimdi ilmik
ilmik sökmeye çalışıyorlar. Bazı ilmikleri, matematikte hidden variable
dedikleri var ya, gizli değişken; bizde de böyle bazı gizli ilmikler var. O
ilmikleri kanaatimce bizim ölülerimiz hâlâ sürdürüyor. Bizim ölülerimiz hâlâ
gizli değişkenlerimizdir. Ama görünen değişkenleri, görünen ilmikleri teker
teker sökmeye çalışıyorlar. Kilimi söktüğünüzde, ilmikleri olmadan ipler
dağılır, artık iş kolaydır, değil mi?
"Ne yapacağız?" sorusuna yanıt almadan bırakmayız...
İlmikleri
söktürmemek, sökülenleri yeniden takmak gerekli. Hemen olacak bir şey değil
bu... Ve o gizli mânevî mimarlarımıza, mânevî ilmiklerimize sahibiyetimizi,
dostluğumuzu artıracak davranışlarımızı geliştirmemiz lâzım. "İstanbul'un
nüfusu kaç milyon?" diye Yahya Kemal'e sorulunca, "80
milyon!" diyor. "Çünkü biz ölülerimizle yaşayan bir
milletiz" diye ekliyor. Ölülerimiz demek, tarihimiz demek zaten.
"İleriye
yönelik projeksiyonumuz nasıl olabilir?" sorunuza karşılık bir tespitle bitirmek istiyorum: İslâm
dünyasını, özellikle Türkleri zor günler bekliyor. Toynbee, 1930'lu yıllarda
şöyle demişti: "Siyasî ve askerî savaşta Batı, İslâm dünyasını
yenmiş, ancak kendine özgü ruhunu koparamamıştır. Bu da ideolojik savaşın henüz
başlamadığı anlamına gelmektedir". Kanımca 11 Eylül 2001 tarihi,
Batı dünyasının İslâm dünyasına açtığı ideolojik savaşın başlangıç tarihidir.
Artık ideolojik saldırıya muhatabız; ideolojik savaş başlamıştır.
Ne
mi yapmalıyız? Üzerimize düşeni. Gerisi, Mevlâm görelim neyler, neylerse güzel
eyler!
KAYNAK:
Tarih, Türk Tarihi, Dünya Tarihi ve Biz, Dergâh (Edebiyat -
Sanat - Kültür Dergisi), C. XIV, S. 165, s. 12-18. Kasım 2003.
https://www.nadirkitap.com/dergah-edebiyat-sanat-kultur-dergisi-sayi-165-ihsan-fazlioglu-tarih-turk-tarihi-dunya-tarihi-ve-biz-ali-aycil-bal-kan-kitap10865983.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder