Bir
x düşünelim, bu x’in başına İslâm’ı getiriyoruz ve İslam x’i diyoruz. İslâm
devleti meselâ, devlet burada mevsuftur. Soru şu: Bir şeyin başına İslâm’ı
sıfat olarak kullandığımızda ne değişir, ne değişmez? İslam devleti dediğimde
devleti İslam yapan nedir? Çünkü devlet hep var. Bu devleti İslâmî kılan nedir,
kılmayan nedir? İslâm ekonomisi mesela. Bir ekonomiyi İslâmî kılan nedir,
İslami kılmayan nedir? İslam devleti, ekonomisi, sineması dediğimizde aslında
büyük hata yapıyoruz. Nedir hatamız? Mutlaklaştırıyoruz. Mutlak kelimesi talak
kelimesinden gelir boşamak demektir. Allah mutlaktır Allah boşandırılmıştır
demektir. Ne demek bir şeyin mutlak olması? Zaman ve mekân kategorisinden
ayıklanmış olmasıdır. Halbuki Cenab-ı Hak dışında melekler dahil tüm Kur’ân-ı
Kerim’de anlatılan uhrevî nesneler dahil her şey, zaman ve mekân içindedir.
Dolayısıyla her şey muhdestir. Muhdes olmanın yada hâdis olmanın asgarî iki
şartı mekan ve zaman kategorileri/değişkenleri içerisinde idrak edilebilir
olmalarıdır. Bu sebeple kelâmcılar varlığı ikiye ayırıyorlar: hâdis ve kadim.
Kadîm yani mekan ve zaman kategorisinin dışında olan. Onun için Allah lafzı
insan aklının sınırıdır. Neden? Çünkü insan aklı zaman ve mekan kategorileriyle
mukayyettir. Dolayısıyla biz tefekkür ederken mutlağı bile mukayyede çevirerek
düşünürüz. Çünkü mutlak üzerindeki tefekkürümüz zihni olduğu için, zihni ve
fiziksel olanı da zaman mekan kategorileri içşnde düşündüğümüz için mutlağı
düşündüğümüzde onun ucunu da zihinsel varlığa dönüştürür ve bu da mukayyettir.
O açıdan Hz. Peygamber “Herkesin tanrısı kendi zannı üzeredir” diyor. Niye? Çünkü
tefekkür ederken Cenab-ı Hak ile ilgili tüm idrakimi kendi zihin kategorilerime
dönüştürürüm. Yani mekan ve zaman kategorisine dönüştürürüm dolayısıyla onu
mukayyed hale getiririm. Bu sebeple O’nun için “ötesi” diyoruz. Yani Cenab-ı
Hak hakkında yaptığımız her türlü tefekkür 'ötesi'dir. Neden? Çünkü tenzihi
korumamız lazım, yoksa teşbihe dönüşür.
İslâm
matematiği nedir diye sorulduğunda hemen cevap veriyor hocalar, ben ise cevap
vermem. İslâm matematiği nerede, hangi coğrafyada? Endülüs ya da Kuzey Afrika,
hangi coğrafyayı kastediyorsunuz? İslâm matematiği derken hangi matematik, İslam
devleti derken de hangi devlet? Hepsinin tecrübesi farklıdır. Bu sebeple mekan
ve zaman kategorilerine göre fiilin tecessüm etmesi değişiyor. Zaman ve mekan
üstü bir İslâm devlet anlayışı var mı bilmiyorum. İslâm matematiğinin
kullandığı teknikler M.Ö. 5000’den itibaren Akdeniz dünyasında gelişen
tekniklerin tevatürü gibi bir şey. Onlara İslâmî demiyorsunuz da müslümanlar
bunu yapınca neden İslâmî oluyor? Diyelim ki astronomi ilmini kullanmak XIX yy.ın
sonuna kadar İslâm dünyasındaki aritmetik 60 tabanlı sayı sistemidir. Bu, Babilliler
tarafından keşfedilmiştir. Babilliler bunu kullandığında İslâmî değil de ben
kullandığımda niye İslâmî? Ya da diyelim ki gök teorileri ve gezegenler
dünyasına ilişkin tüm eserler, buradaki tekniklerin %75’i veya %80’i milattan
önce 3400’den itibaren başlayan bir sürecin doğal sonucudur. Bu gök teorileri
Babil’de kullanıldığında İslâmî demiyoruz da şimdi İslâmî diyoruz, nedir bunu
İslami kılan? Sorunun ciddiyetini farkediyor muyuz? Burada İslam devleti veya
medeniyetiyle alakalı bir soruyla muhatap kaldığınızda mekan ve zaman
işlevlerini hemen gündeme getirmeliyiz. Bu fıkıh için de geçerli. Bir soru
soruyorsun ve adam cevap veriyor, bu fetva hangi mekanda verildi? Hangi zamanda
verildi? Şafiilerde bir kadının kocası kaybolduğunda 2 yıl beklemesi gerekir,
Hanefilerde 9 ay 15 gün. Niye? Çünkü İmam Şafii bu fetvayı verirken bir tıp
teorisini kullanıyordu. Hanefiler ise başka bir tıp teorisine göre iş
yapıyorlardı. Şimdi tıp teorisi değişti. Hamilelik 9 ay 15 gün. Şimdi ne
yapıyoruz? İmam Şafii'nin bu fetvayı verirken dayandığı dönemin tıp bilgisini
dikkate almayacak mıyız, mutlaklaştıracak mıyız? Şimdi demek istediğim şu: Mekan
ve zaman kategorisini dikkate alarak hemen soruyu yeniden formüle edeceksiniz. Hangi
konuda olursa olsun kelâmî meselelerde dahil. Nesefi akaidi çalışıyorsunuz, onun
dönemindeki kozmoloji ve tıp anlayışı tümüyle kendi dönemiyle alakalı bir şey.
Cevheri ferd, cüz'ün nihayeti. Nasıl tercüme ediyor arkadaşlar atom. Ne atomu?
Demokritos'un atomu. Ama atom bölündü. Fatma Aliye hanım bence toplasan tüm
ilahiyatçılardan daha iyi biliyor bu konuları, kesinlikle bunu atom diye
tercüme etmedi, monad diye tercüme etti, ama ruhani bilim anlamında monad değil.
Görünemeyen en küçük bilim monaddır da ondan. O bağlamda üretilmiş yapıyı
dikkate alarak meseleyi değerlendirmek lazım. Öyleyse birinci şeyimiz İslam x'i
dediğimizde muhakkak mekan-zaman kategorisini işin içine dahil etmemiz gerekir.
Bu bizim ufkumuzu açar ve bizi rahatlatır. Bunu dile getirip uygulayan Şah
Veliyullah Dihlevi İslâm tarihinde XVIII. yy.ın en önemli Hint asıllı müslüman
alimidir. Müslümanlar sadece kendi mahalli coğrafyasıyla yetinerek düşünmedi. Merkezimiz
evet orası, fakat diğer müslümanların tecrübelerine de aşina olmak zorundayız.
Burayı tamamlamış olduk.
Şimdi
sorunun en son formülasyonu olan şu formüle şöyle bir itiraz yapılabilir: Peki
vahyin buradaki yeri nedir? Şimdi muhdis olmayı yada hâdis olmayı iki cihetten
ele alabiliriz:
ı)
Olgu ve olay cihetinden. Ağaç bir olgudur, hâdis bir şeydir, galaksi, kara
delik bunların hepsi bir olgudur. Olay diyelim ki gezegenlerin hareketi, deprem
de bunlarda bir olaydır. Bunların hâdis olduğundan zaman-mekan kategorisi
içerisinde gerçekleştiğinden hiçbir şüphemiz yoktur.
ıı)
İdrak cihetinden. Niye? Çünkü evrende şu ana kadar tespit edebildiğimiz hâdis,
inanılmaz bir hadis. Son yapılan sayımda trilyonlarca galaksi var, yıldız ya da
gezegen demiyorum galaksi var. Üç türlü galaksi var; küçük ölçekli, orta
ölçekli ve büyük ölçekli. Büyük ölçekli galaksilerin bazıları milyarlarca
gezegen ve yıldız içeriyor. Evrende trilyonlarca galaksi var, inanılmaz bir
hacim, trilyonlarca mesafe. Cenab-ı Hak için küçücük bir şeydir, bilemezsin.
Katolik kafa yukarıyı aşağıdan bakarak belirlemeye çalışır. Bugün müslümanlarda
da bu çok yaygın. Halbuki n boyutlu bir uzayda olan bir vakıanın üç boyutlu bir
uzaydan idrakiyle mesûluz biz. Ötesinde de matematik bilen arkadaşlar şunu
hemen anlarlar; dört boyutlu bir cisim iki boyutlu bir uzayda dağılır. Farklı
bir şekle bürünür. Bunu en güzel üç boyutlu şekilleri kağıda çizerken görürüz.
Güneş saatine bakın görürsünüz yada usturlaba baktığınız zaman görürsünüz,
orada bir kürenin usturlabda nasıl yayıldığını. çünkü orada bir düzleme
çiziyorsunuz. İdrak cihetinden baktığımızda, bu koca evrende müdrik olan şu ana
kadar tespit ettiğimiz tek varlık biziz. Tüm canlılarda idrak vardır ama
idrakin basamakları aslında olaya bakıyor, idraki idrak. Fahreddin er-Razi'nin Metalib'in
girişinde dediği gibi formülasyonu şöyle vereyim: İdrak bir şeyin idrakidir,
çünkü şey olmadan idrak olmaz, şeyin idrakinin idraki ve şeyin idraki bir
durumdur. Kelam kitapları bunu müthiş analiz ederler. Ama o şeyin idrakini
idrak etmek ayrı bir durumdur. Esas insanlık orada başlar. Bu şeyin yerine
Fahreddin er-Razi nefsi koyar: Nefsin idraki, nefsin idrakinin idraki, idrakü
idrakin’n-nefs ki buna zât denir. Bu aşama zât aşamasıdır. Zât olmak kolay
değil yani nefsinin idrakini idrak etmek. Bunun bir aşaması daha var ama biz
burada kalalım. İdrak budur. Diğer canlılar kendini idrak edebilirler ama
kendilerini idrak ettiklerini idrak edemezler. Şimdi bu anlamda evrendeki tek
varlık biziz. “Evrende bizim gibi varlıklar vardır” cümlesini de biz söylüyoruz;
fakat bu haliyle bile idrak muhdistir. Çünkü zaman mekan kategorisi içerisinde
maddeye bağlıdır. Beynin içerisinde cereyan ediyor ama beyne eşit değildir.
Bugün modern tartışmalarda bile beyin beyni düşünemiyor, enteresan bir şey. Beynin
bir fonksiyonudur ama beyne eşit değildir çok enteresan. Tüm tecrübemizi mümkün
kılan bilincimizdir fakat bilinç tecrübe işi değildir. Bilinç nedir bilmiyoruz
sadece fonksiyonları karşımızda. Buna rağmen idrak tarihseldir yani tarihsel
demek mekan-zaman kategorilerinin içerisinde iş görür.
Peki
vahyin buradaki fonksiyonu nedir? Gayet açık; idraki bir sınır olarak
düşündüğümüzde idrakin üstünden gelen vahiy tarih üstüdür, meta-historik ve a-historiktir
ama idrak uzayına girdiğinde, idraki cihetinden dolayısıyla yorum cihetinden
vahiy nedir? Muhdestir, hâdistir; aksi takdirde bir alim gelir her şeyi
halleder giderdi. Yoruma ihtiyaç var. Büyük İslâm alimlerinden Zerkeşî’nin (ö. 1392)
çok ilginç bir cümlesi var: ''Cenab-ı Hakkın ahkâmını zannî kılmasının hakikati,
insanlara hareket alan açmaktır.'' Çünkü zannın olduğu yerde usul olur. Her
şeyin mutlak olarak belli olduğu yerde usul kitabı yazmanıza gerek var mıdır?
Usul nedir? Şu, şu yönteme göre bir ahkâm çıkarıyorum demektir. Her şeyin açık
seçik olduğu mutlak olduğu bir yerde usûle ihtiyacımız yoktur. Diyor ki: ''Bil
ki Allah bütün şer‘î hükümler için kat‘î deliller tayin buyurmuş değildir,
aksine şer'î delilleri kasten zanni kılmıştır ki mükelleflere genişlik olsun.''
Emin olun biz bu zihniyetten çok gerideyiz. Onun için diyorum ya müslümanlar
tarihinden geri kalmış bir millettir. ''Böylece mükellefler delilin kat'i
olması sebebiyle bir tek mezhebe bağlı olmak gibi bir durumda kalmamışlardır.''
Bununla ilgili çok metin var. Dolayısıyla İslâm’a ilişkin tüm idraklerimiz
tarihseldir. O açıdan biz Kurân-ı Kerim'i tarihsel kabul edenlerin tuzağına
düşmüyoruz ama mutlak anlamda gelenekselcilerin tuzağına da düşmüyoruz. Nesefi
Akaidi tarihseldir dediğim için beni sosyal medyada linç etmeye kalktılar.
Akaid metinleri bir formulasyondur İslâm inanç umdelerini kendi kuşağında ve
döneminde ifade etmektir. Dolayısıyla vahiy yani Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamberin
sünneti özellikle Cenab-ı Hakkın ismet sıfatı gereği kontrol ettiği sünneti
meta-historiktir a-historiktir; ama onun idraki ve durumu insan zihninin
dereceli olması vb. tarihsel şartlar sebebiyle nedenlerle tarihseldir.
İkince
mesele: Temeddün kelimesini çok kullandığımı görmüşsünüzdür. İslam temeddünü. Başlığımız
da; “İslam Temeddününü Okumak: Hayat Görüşü, Dünya Resmi ve Dünya Tasavvuru Açısından
Bir Değerlendirme idi. Niçin temeddün kelimesini kullanıyorum? Usûl-i fıkıh ve
kelâm kitaplarında temeddün olarak geçer. Böyle bir yazı yazdım: Tefe'ul babı
son derece önemli bir babtır, diye. Benim kişisel kanaatim, müslümanca
düşünmeye en yakın bab. Nereden çıkarıyorum bunu, onu da söyleyeyim. İslâm
kaynaklarında özellikle akaidde bu konu tartışılıyor. Kurân-ı Kerim’de genelde
fiiller tefe'ul babından gelir. Tefekkür, teakkul, tedebbür hep tefe'ül babıyla
geçer. Tefe'ül babının birkaç özelliği var: i) Oluş bâbıdır; mesela tealleme; “cahil
yavaş yavaş öğrendi” demektir, bir oluş, bir süreklilik vardır. ii) Tefe'ul
babındaki eylemlerde irade ve ihtiyar iş başındadır. İrade (istemek) ihtiyar
(tercih etmek) yani eylemi yapan tefekkür eden kişi, dışardan gelen bir
baskıyla bir ilzam hareketiyle değil kendi irade ve ihtiyarıyla bu işi yapar.
Böyle olduğu içinde tef'eul babında eylemin tüm meşakkatini üstlenir. Yani
tealleme bir süreçtir, kişinin kendi isteğiyle kalkıştığı bir durumdur ve aynı
zamanda öğrenme sürecinin tüm meşakkatini ve yükünü omuzlamaktır. Ne kadar
enteresan bir bab! Çünkü öbür türlü tealleme yani eğitim öğretim zor bir şey
değil mi? Meşakkatini üstlenmezsen yürütemezsin bunu. Dolayısıyla tefe'ul
babında eyleme mensubiyet ve o eylemin sana yüklediği mesuliyet arasında sıkı
bir ilişki vardır. Mesela Hintli bir alimin Nesefi Akaidi şerhi var en-Nibrâs.
Onu yazan Abdurrahman Ferhari, buradan bunları okuyabilirsiniz. Kuran-ı Kerim’de
akıl ve ona ilişkin kavramlar isim halinde el-akl diye geçmezler. Hep fiil
haline gelir, bu önemli bir nokta diye düşünüyorum. Onun için İslâm basit
anlamıyla bir fikir değil aynı zamanda bir ameldir. Sadece bir ilim değil aynı
zamanda bir ameldir. İnşâî önermeler ihbârî önermelerden farklı olarak doğruluk
ve yanlışlık ölçütlerini eylemde kazanırlar. Ne demek bu? “Ağaç yeşildir”
önermesi ihbârî bir önermedir ama “Yarın yağmur yağacak” önermesi inşâî bir
önermedir. Yarın yağarsa önerme doğrudur yağmazsa yanlıştır. Dolayısıyla “Namaz
kıl” önermesi inşai bir önermedir, müslümanlar namaz kılarsa önermeyi
doğrularlar, kılmazlarsa yanlışlarlar. Onun için din aktif bir katılımdır.
Cenab-ı Hakkın emir ve nehyine aktif bir katılımdır. Din statik bir şey
değildir, dinamik bir şeydir. Çok önemli bir nokta yani sen aslında namaz
kılarak ya da oruç tutarak Cenab-ı Hakkı doğruluyor veya yanlışlıyorsun; yani
sana çok ciddi bir değer yüklemiş Cenab-ı Allah. İbn Haldun'nun teorisinden
hareket edersek insan önce tekevvün aşamasından geçer. Tekevvün “fiziksel oluş”
demektir. Bilebildiğimiz kadarıyla evrende durağan hiçbir nokta
yoktur. Sadece yasallık durağan gözüküyor birde alt limitlerle üst
limitler. Diyelim ki plank sabiti var, bütün fikri var ama bunun içindeki her
şey sürekli bir dinamizm halindedir. Bilim felsefesinde kullandığımız tabirle,
güneş yerini korumak için sürekli hareket halindedir, evrende her şey yerini
korumak için sürekli hareket etmek zorundadır. Biz buna Kuran-ı Kerim'in
diliyle tesbih diyoruz; her şey sürekli tanrıyı tesbih etmek zorundadır. Her
şey kuldur ve kul demek kendisine yüklenen işi yapmak demektir. Dolayısıyla
evren de tekevvün halindedir ve tamamlanmamıştır, kıyamete kadar devam ediyor. Çünkü
tamamlanmış sistemler statikleşirler ve dururlar. Tamamlanmamış sistemler ise
sürekli dinamiktirler. Evren/kainat ise genişliyor, içe ve dışa doğru sürekli
iş yapıyor. İnsan gayet doğal olarak tekevvünün bir sonucudur. Bunu
fizyolojimizde ve kimyasal yapımızda biliyoruz ama insan tekevvünün içerisinde
değildir. İnsan ne yapar: temeddün. Temeddün dünyayı imar etmektir. Tekevvün
bize tabiatı verir temeddün ile hayata geçiririz. En basit insan topluluğu bile
temeddün eder; temeddün etmeyen hiçbir insan evrende tek başına tekevvün
halinde yaşayamaz. Çocuk doğar doğmaz hayata çekilir tabiata bırakılmaz; en
sağlıklı bebek bile bugünün şartlarında üç saatten fazla tabiatta yaşayamaz.
Temeddün insanın üç temel ihtiyacını giderir: Zaruriyat, havâic ve tezyînât.
Zaruriyat fizik varlığımızı muhafaza etmek için sahip olmamız gereken asgari
şartlardır. Mesela bir mağarada yaşamak. Çünkü soğuk ve sıcak bizi öldürebilir
üzerimize bir şeyler örtmek zaruriyattır. Fakat insan zaruriyatın dışında birde
havâic-i asliyye yani ihtiyaçları olan bir varlıktır. Yemek, içmek gibi bir de
tezyinat ya da müzeyyenat dediğimiz bir aşama var. Herhangi bir yaprakla bir
hayvan postuyla üzerini örtmek zaruriyattandır bir elbise giymek ihtiyaçtandır
ama falanca markayı giymek tezyinattandır. İnsan enteresan bir şekilde bir sıralama
yapmıştır. Diyelim ki bir mağarada yaşamak zaruriyattandır herhangi bir
kulübede yaşamak ihtiyaçtandır ama boğazda bir konak yapmak tezyinattandır.
İnsan maalesef böyle bir varlık ve bu müzeyyenat temeddün aşamasında bizi
konformizm (insanlığın en büyük belası) lüks, refah gibi bir merhaleye getirir
ve bu arada tefessüh (çürüme) başlar. Tefessühten kurtulmanın yolu nedir? İbn Haldun'a
göre tedeyyündür. Hepsi tefe'ul babından. Tedeyyün demek bir yaşama yolunun
olmasıdır ama elbette ki sahih bir yol, sırat-ı müstakîm; istikameti, yönü olan
bir yol. Tedeyyün tek başına yeterli midir? Tedeyyün de bir tefessühe neden
olabilir, aşırı biçimselleşebilir ve bir dini yok eden bir duruma dönüşebilir.
Tedeyyün bir üst aşamayı talep eder buna İslam düşünürleri teellüh diyorlar.
Teellüh yani Cenab-ı Hakkın ahlakıyla ahlaklanmak, buna tasavvuf da diyoruz.
Tasavvuf bir isyan hareketidir yoksa göbek şişirip kırmızı mercedesle gezmek
değildir. Tasavvuf şehre, tefessühe bir isyandır. İnsan olmaklığı kaybetmeye
bir isyandır, var iken yok gibi yaşama işidir. Yani varlık içerisindesin
herşeyin var ama yok gibi yaşıyorsun. Teellüh aşaması ilimleri ve sanatları
türetir. Mukaddime üç cilttir bir buçuk cilde yakını ilimler ve sanatlarla
ilgilidir. Dolayısıyla temeddün müslümanlar için ideal bir hedef değildir tek
başına. Bugünkü çağdaş ideolojinin dayattığı şekliyle medeniyete ulaşacağız. Temeddün
bir ara durumdur. Neyin ara durumudur? Teellüh noktasına gelmenin bir ara
durumudur. Çünkü siz ancak şehirde ilim ve sanat üretebilirsiniz. Şehirleşmek,
temeddün aşaması o açıdan önemlidir ama orası tek başına bir amaç değildir.
Tefessühün en önemli sebeplerinden biri de asabiyeti kaybetmektir. Yani
asabiyet sinir sistemi demek bizi bir arada tutan. Bakın şu anda ümmet
diyorsunuz bırakın ümmeti mezhep diyorsunuz mezhebi bıraktık aynı tarikattaki
adamlar bile asabiyet yapıyor aynı meşrepteki insanlar farklı neşvelerinden
dolayı birbirlerini boğazlıyorlar.
Şimdi
tefe'ul babını açıklamak için tekrar sorumuza geri döneceğiz. İslam devleti, İslam
ekonomisi hakkında konuştuk. İslam ekonomisi o kadar riskli bir kavram ki
üniversitelerde bölümler var. İslam bankacılığı var. Gidiyorsun pek bir
fark yok sadece adını değiştirmişler. Faize kar payı diyorlar. Bir katılım
bankasına gittim, şartlarda hiçbir fark yok sadece lafız değişikliği yapmışlar.
Bu İslam ekonomisi o kadar enteresan bir şeydir ki düşünün siz İslam ekonomisi
uyguladığınızı varsayıyorsunuz Türkiye'de. Diyelim işler kötü gidince halk ne
diyecek böyle İslam ekonomisine? Sonra ekonomiyi atacaklar ve böyle İslâma
diyecekler. Diyecekler mi, derler. Örnek mi istiyorsunuz gidin bugün İran'a
orada gençliğin %67 sinin dinsiz olduğunu ve bismillah diyip her şeye nasıl
küfrettiklerini görün. Bu bir problemdir. Burayı geçelim, şimdi İslam tıbbı
diyoruz. Ebu Bekir Razi'yi de aynı başlık altında inceliyoruz İbn Sina'yı da
İbn Nefis'i de. Üçünün de tıp anlayışı birbirinden farklı. Nasıl oluyor da
bunları aynı başlık altında topluyoruz. Esas sorumuza geri döndük. İbn Cebr'in
yazdığı kitapları nasıl İslam tıbbı başlığı altında inceleriz? Ama inceliyor
muyuz? İnceliyoruz. Bir sürü Yahudi hekim var bizde. Daha radikal bir örnek
verelim İbn Meymun. İbn Meymun'un kitaplarını açıyorsunuz bir taraftan İslam
felsefesi başlığı altında inceliyorsunuz bir taraftan da yahudi felsefesi
başlığı altında. Şimdi İbn Meymun'u İslam felsefesine dahil kılan unsurlar
neler? Bunun üzerinde konuşmak zorundayız. Bir taraftan Meşşailik bir taraftan
İşrakilik bir taraftan kelam okulları bir taraftan irfan okulları. Bunların
hepsini İslam medeniyetinin temeddününün parçası olarak görüyoruz ama
birbirinden ayrı kabul ediyoruz. Daha radikal bir örnek verelim: Gazzali ile
İbn Sina'yı birarada tutan ve ayıran şeyler nelerdir? Bir arada tutan unsurlarla
ayıran unsurların aynı olmaması gerekir. Çünkü aklın çelişmezlik yasasına
aykırı. İbn Sina ile Gazzali'yi bir arada tutan unsurlar üzerinde
düşünmemiz lazım. Şimdi örneğin Lui Zhi XVII yy.da yaşamış ve Çinli
müslümanların Gazzali'si olarak kabul edilen bir adam. Gerçekten son derece
önemli bir adam bu, Neokonfüçyanist bir müslüman. Bu adam inanılmaz bir şeyi
başarıyor o dönemde. Çünkü Çin hanedanı iktidarda, tüm yabancı dinleri yok
ediyor. Budizm, Taoizm, Konfüçyanizm dışında tüm dinleri yok ettiler ve bu adam
sayesinde sadece müslümanlar kurtuldu. Niye? Çünkü oturdu ve “varlığımızı ikame
ettirmek için hangi ağırlıklardan kurtulmamız lazım” diye düşündü. Müslümanlığı
korumak adına diğer her şeyden vazgeçip İslamı Neokonfüçyanist felsefenin
kendisiyle yeniden kurdular ve Çin devleti bunları yok etmedi. Bugün 150 milyon
bunlar. Uygur ya da Türk kökenli müslümanlar değiller. Çin'li olmayan, Han
olmayan, Hundur; tarihte yerleşik olan Orta Asyalılara Hanlar denmiş yerleşik
olmayanlara ise Hunlar. Lui Zhi 1724 yılında müthiş eserler yazıyor, kelimenin
tam anlamıyla eşşek gibi çalışıyor. Sekiz yıl Çin medeniyeti yedi yıl İslami
ilimler, bir yıl Budizm bir yıl Taoizm ve bir yıl da Batı klasikleri çalışıyor.
Ondokuz yıl bilfiil okuyor. Tabi varlık korkusu var. Kendi inançlarının
mensubiyetlerinin ortadan kalkmasından korktuğu için ondokuz yıl bilfiil
çalışıyor. Ondokuz yıl sonra bütün Çin'i dolaşıyor, oradaki müslümanları tek
tek ziyaret ediyor ve eserler yazıyor. Öncelikle Usulu'd din yazıyor sonra
fürûu'd-din kitabı yazıyor burada İslam ibadet felsefesi yapıyor. Üçüncü önemli
eseri de siyer: Bir örnek olarak Hz.peygamber. İnanılmazı başarıyor adam. Şimdi
Lui Zhi'yi İslam’ın adına nasıl koyacağız. Çin İslam düşüncesi diyorsun ama bu
adam Neokonfüçyanist terminolojiyle İslamı üretmiş. Abdurraif Sinhilî (ö.1693) de
Malayların Gazzalisi. Bunlara o dönemde Gazzali diyorlar, bu gayet doğaldır,
çığır açan insanlar. Gazzali merkez İslâm dünyasında İslâm zihniyetini
Hintleşmekten İranlılaşmaktan ve mistikleşmekten kurtaran bir adam. Aynı rolü
icra eden Abdurraif Sinhilî de Malay İslâm dünyasının Gazzali'sidir. 1670’lerden
itibaren Mekke ve Medine'de özellikle de Medine'de kurulan bir ulema hareketinin
yetiştirdiği bir elemandır. Tabi bunları biz hiç bilmiyoruz. XVII yy.ın ikinci
yarısı İslâm dünyasında müthiş bir arayışın müthiş bir hareketlenmenin olduğu
dönemdir. Bu hareketin en önemli ismi kürt asılı İbrahim Kuranî'dir. Osmanlı
siyasetinin temsilcisidir. Kurani ve ekibi İslâm dünyasındaki çürümüşlüğü,
durgunluğu nasıl yeniden bir hareketle aşabiliriz diyerek bir hareket başlattı.
Çok önemli adamlar var hepsi bunların talebesi; Abdurraif Sinkilî, Lui Tzi'nin
hocası, Muhammed b.Abdulvehhab, Osman b.Fudi, Muhammed Şevkani, Sinkilî,
Senusî. Bütün bunlar Medine ve Mekke'deki entelektüel çevrenin uzantılarıdır.
Mesela Şah Veliyyullah Dihlevî, Hint alt kıtasında Kuraânî'nin oğlu Ebu Muhammed'in
talebesidir. Sinkilî Medine'ye gelip Kurânî'nin bizzat öğrencisi oluyor.
Sinkilî ne yapıyor Malay dünyasındaki isyanı koruyabilmek için? Yepyeni bir
entelektüel faaliyete giriyor. Hala bugün Cana’ya gittiğiniz zaman büyük bir
veli olarak ziyaret edebilirsiniz. Çok ilginç bir şey söyleyeyim. Malayca'da
fakih kelimesi yoktur, mütekellim kelimesi yoktur bu adamların fakihi var mı
var, mütekellim yani kelamcısı var mı var. Peki hepsinin ortak adı ne? Sûfi.
Sufi diyince bu adamlar hem mütekellimi anlıyorlar hem fakihi hem de bildiğimiz
sufiyi anlıyorlar. Niçin? Hint İslam düşüncesinin bir parçası. Sadece
yaşadığımız merkez diyoruz. Biz çok Batı merkezciyiz. Bir de çok Arap merkezci
ya da Osmanlı merkezci bakıyoruz olaylara. Ama İslam dünyası basit anlamıyla
dedik ya mekan zaman kategorilerine kapı açıyor. Dihlevi (ö.1762) yine aynı yy.da
Hindistan'da Hint İslam dünyasındaki entelektüel krizi aşmak için belirli
faaliyetler içine girmek için meseleler üretiyor. Peki bunu İslamî kılan ne,
kılmayan ne? Osman b. Fûdî Batı kaynaklarında Afrika'da bir İslamî hareket
başlatıyor, Senusi ise Kuzey Afrika’da. Senusî’nin yazdığı kelam kitapları
enteresandır mesela. Kübrâ ve Suğrâ diye bilinir metinleri. Muhammed Şevkani
Yemen'de bir Zeydi olmasına rağmen yeni bir entelektüel hareket başlatıyor ya
da Muhammed b.Abdülvehhab Vehhabiliği başlatıyor. Tıpkı felsefede tıpta
matematikte sorduğumuz soruları burada da sorabiliriz? Bu insanların
ürettiklerini İslamî kılan nedir, farklı kılan nedir? Kendinden önceki İslâm
düşünürlerinin, alimlerin ürettiklerinden farklı ne yaptılar ki kendi
coğrafyalarında medenice dirilmeyi ve canlanmayı sağladılar? Lui Zhi'yi
herhalde biz Gazzali ile ya da Seyyid Şerif Cürcani ile özdeşleştirmeyiz. Adam
çince baya eser yazmış ama bu adamı biz niçin müslüman bir düşünür olarak ele
alıyoruz? Başka bir örnek verelim: Ebü’l-Berekat el-Bağdâdî İbn Sînâ'nın hemen
sonrasında yaşamış başta Gazzali olmak üzere Sühreverdi, Fahreddin er-Razi gibi
bir İslam düşünürü. Ya da Samu el-Mağribi (ö.1171), büyük bir cebirci,
Mağrib'den geliyor. Mağrib dediğimiz has Endülüs'ten geliyor, babası rabbi. Ne
demek rabbi? Yahudilerde rabbilerin olduğu aileler bozulmamış tipik
yahudilerdir. Babası bu aileden geliyor kendisi müslüman oluyor. İslâm
tarihinin en önemli anti-Yahudi metinlerini yazıyor. Büyük bir cebirci. Biz
bunu İslam matematiğinin en önemli ismi olarak görüyoruz. Ama yahudi asıllı
eserlerde büyük bir Yahudi matematikçi olarak zikrediliyor. Aynı soru burada da
geçerli. Şimdi soruları çoğaltabiliriz ama neticede şu ortaya çıkıyor. Zaman ve
mekan kategorileri dahilinde İslam medeniyetinde olup biten olgu ve olayları
aynı kılan değişkenlerle farklı kılan değişkenler nelerdir? Birleştiren ve
ayrıştıran ögeler nelerdir? Bunların üzerinde ciddi bir şekilde durmamız lazım
ki bugün de benzer sorunları çözümleyebilelim. Şimdi burada şunu vurgulayayım: Tabi
bir medeniyet tarihi bu kadar spesifik olarak okunmaz elbette medeniyet tarihi
buyken bilim tarihi buyken dış şartlar dediğimiz fiziki şartlar nasıldır? İbn
Haldun coğrafya ile başlıyor iklim şartlarını. Elbette bir medeniyeti anlatmak
için onun coğrafi şartları, iklim şartları, su kaynakları, maddi şartlarını bilmemiz
lazım. Manevi şartlar dediğimiz toplumsal örgütlenme, ekonomik, iktisadi, ve ticari
ilişkileri de. Ticareti olmayan bir itikad medeniyet kuramaz. İnanç sistemi
kurarsın ama bir ticaretiniz yoksa iktisadı olmayan itikad bir temeddün
hareketi kuramaz. Gayet basit, fıkıh kitaplarında yok mu iktisad ilmimiz, var.
İtikadın bir temeddün hareketine dönüşmesi için ciddi bir iktisadi siyasi
askeri etkinlik içerisine girmesi lazım. Dolayısıyla maddi şartlar tarihsel
bağlam siyasi, askeri, ahlaki, içtimai, iktisadi imkanlar hatta iç
şartlar bilimlerin teorik dili kullandıkları sembolik sistemler önemli. Soruların
ve sorunların önemli olduğunu burada reddetmiyoruz. Maddi ve manevi şartlar bir
temeddün hareketini oluşturabilir ama bizim burada derdimiz bu değil. Sorumuz; İslâm
medeniyetindeki herhangi bir etkinliği biraraya getiren birleştiren, ayrıştıran
ögeler nelerdir? Aynı ve farklı kılan değişkenler nelerdir? Bunun üzerinde
durmamız gerekiyor şimdi.
Önce
şununla başlayacağız. Temeddünü nasıl tanımlayabiliriz, temeddünün metafizik
tanımını nasıl yapabiliriz, nedir temeddün? Temeddün şudur: İlk ilke, evren ve
insan, üçü arasındaki ilişkiler hakkında sorulan sorulara verilen cevapların
cisimleşmiş haline temeddün denir. İlk ilkeye tanrı dersiniz ya da başka bir şey
dersiniz farketmez bir evren anlayışı vardır insan anlayışı vardır bunların
arasındaki ilişkiler vardır. İlk ilke ve insan arasındaki ilişkiler ilk ilke ve
evren arasındaki ilişkiler mesela. Diyelim ki ilk ilke ve evren arasındaki
ilişkiler bizi tanrı fikrine götürebilir, sudûr teorisine götürülebilir,
üretici, mimar tanrı fikrine götürebilir. Yani tanrı tasavvurunuz bile ilk ilke
ve evren arasındaki ilişkiyi dair sorduğunuz soruların cevaplarından ortaya
çıkıyor. Camiyi ele alın, nedir cami? Esas itibari ile insanla ilk ilke
arasındaki ilişkinin ifadesidir, mimarimizi belirliyor. Çok daha radikal bir örnek.
Oda kavramı nedir? Haram ve helal kavramının ifadesidir. 1800’e kadar Avrupa’da
evlerde oda yoktu. Mobilya oradan türüyor, hareketli nesneler demek. Eşyaları
akşam açıyorlar yatıyorlar sabah kaldırıyorlar, hareketli olduğu için mobilya.
İslâm medeniyetinde mobilya olur mu? Olmaz neden çünkü oda var niçin oda var? Çünkü
bizler akıl baliğ olduktan sonra herkesin bireyselliği ortaya çıktığı için
odalar ve ayrı oda kavramı geliyor. Yani sizin sokak anlayışınız, pazar, cadde
anlayışınız bile inançlarınızla alakalı olmalı. Bugün öyle midir değil midir
bunu ayrı bir kenara koyalım. Temeddün size aitse sizin ilke, evren ve insan
hakkındaki sorularınız arasındaki ilişkiler hakkındaki soru ve cevaplarınızın
cisimleşmiş olması lazım. Devletinizde, ekonominizde, mimarinizde bu yapıya biz
teo-onto-loji diyoruz. Theo ilk ilkeye onto var olan evrene loji logostan
insana karşılık gelir. Her insan topluluğunun theontolojisi vardır. En basiti
Kanada'da Amerika'da kabile hayatı yaşayan çok basit bir kabile topluluğunda
bile theoontoloji vardır. Ulu manitu var, öyle basit de değil bu, zannetmeyin
ki çok ilkel adamın bir evren anlayışı var toprak anlayışı var, ben, biz anlayışı
var en basit kabilenin bile. Theoontolojiler mahalli kalırlar yada
evrensel olurlar. İslam teo-ontolojisini evrenselleştiren bir dindir. Her teo-ontoloji
evrenselleşmiş değildir. Evrenselleşen İslam temeddünü tarihte, özellikle
günümüz İslamcıları bunu yanlış yorumlamıştır. Evrenselleşen İslam temeddününe
biz daha teknik bir tabirle dâru'l-İslâm diyoruz. İslâm ülkesi, yani İslam teo-ontolojisinin
hakim olduğu iş başında olduğu temeddüne dârü'l-İslam diyoruz. 1) Ekonomik
birlik ya da politik birlik; çünkü tarihte devletler teşekkül ederken iki
şekilde teşekkül etti. Ya Asurlular, Fenikeliler ve Yunanlılar gibi ekonomik
birlikler oluşturdular ve bu ekonomik birlikler bazen ekonomik birlik olarak
kaldı bazen de devlete dönüştü. Asurlular mesela daha sonra devlete dönüşüyor. Bazıları
ise politik birlik olarak ortaya çıkmış, Persler ve Abbasiler gibi. Daha sonra
ekonomiyi de kontrol ettiler. Daru'l-İslâm özellikle XX.yy marksist felsefenin
etkisinde kalarak İslâmı ekonomik bir birlik olarak değil daha çok politik bir
birlik olarak gördüler. İslam devleti tabirini ürettik. İslam ekonomik bir
birliktir, halife ise bunun başıdır. Halbuki dârü'l-İslâm bir teo-ontolojik bir
birliktir, anlam değer birlikteliğidir. Hiçbir zaman politik bir birlik olarak
görülmemiştir, böyle bir şey yok hiçbir zaman da olmadı. Diyelim ki Amerika'da
yaşamış ve şu an yaşayan bir müslüman manevî olarak dârü'l-İslâm'ın bir
parçasıdır. Politik ve ekonomik olarak başka bir temeddün hareketinin
içerisinde yaşıyor olsa bile. Manevi demek dini demek değil, anlam değer
dünyası demek. Anlam değer birlikteliği olması bakımından parçası olarak kabul
edilmiştir o açıdan. Dârü'l-İslâm bir anlam değer birliği olarak görülmelidir. Şimdi
sorunu yeniden ifade edersek şöyle diyeceğiz: Eğer İslâm temeddünü, dârü'l-İslâm
bir teo-ontolojik birlik ise bir anlam değer birliği ise İslam temeddününde yani
dârü'l-İslâmda ortaya çıkan siyasi, dini, ilmi vb. farkları nasıl
açıklayabiliriz? Bu dârü'l-İslâm'daki sistemlerin siyasi, iktisadi, ilmi, felsefi
sistemlerin birliğini sağlayan unsurlarla farklılığını veren unsurlar nelerdir?
Sorumuz bu, halen soruyu formüle ediyoruz?
Mesele
bu ise eğer şöyle cevap vereceğiz: Bir teo-ontoloji üç bileşenden oluşur: i)
Hayat görüşü ii) Dünya resmi ve ikisinin sentezinden ortaya çıkan iii) Dünya
tasavvuru. Ne demek hayat görüşü? Hayat görüşünü Batı literatüründe
bulamazsınız, bize has bir şeydir. İslâm medeniyeti üç soruyu birden dikkate
alan bütüncül bir perspektif geliştirmiştir. Nedir o? Mebde‘, meâş ve mead yani
köken, yaşam ve ölüm ötesi. Bu söz Hz. Ali'ye nispet edilir, hem Mevakıf'ta
hem de Makasıd'da bulursunuz. Pek çok kelam kitabının girişinde bu söz verilir.
İlmi de buna göre ayırırız. İlmü min eyne, ilmü fî eyne, ilmü ilâ eyne. Nereden,
nerede ve nereye. İnsanın üç temel sorusu vardır ve bu üç temel soru üç yere
işaret eder aslında. Topladığımızda temel soru insanın yeri sorusudur. İnsan
yerini kanıksamaz insan yerini hep soru konusu yapar. Hiçbir canlı “ben niçin
buradayım?” demez insan bunu soruyor ve niçin buradayım, nereden geldim ve ne
olacak benim durumum? diyor. Bunları hep kendimize sorarız. Yer ve yön sorusu
bizim esas sorularımızdır .Yön yani nereye gideceğiz? Hiç olmak bizi çok
korkutuyor, bakmayın insan olduğumuz için unutuyoruz, düşündüğümüzde yaşama geri
dönemeyiz iyi ki unutuyoruz. Hiçlik korkusu kadar ağır bir korku yoktur. Onun
için diyorum ya insana en ağır gelen yine kendisidir. İslâm ne kökeni ne yaşamı
ne de ölümü öncelememiştir üçünü bir arada ele aldığı için el-hayâtü'd-dünya ve
el-hayâtü’l-âhireyi kullanıyor. Burada dikkat ederseniz dünya ve ahiret birer
sıfattır mevsuf olan hayattır ve ortak olan da hayattır. Bizde bunlar sıfattır.
Bizim bugünkü problemimiz dünyayı isim haline getirmektir. Müslümanlar dünyayı
isim haline getirdiler, ismin üzerine yükleme yapabileceğimiz cevher halini
aldığı için dünya bizim için çok önemli oluyor. Şaşırıyoruz sahabe otuz yıl
içerisinde hiç alakası olmayan coğrafyalara gidip nasıl ölüyor. Ölmek kolay bir
iş mi zannediyorsunuz insanın ortak temel iç güdüsü yaşam iç güdüsüdür. Yaşama
tutunmak varlığa tutunmak bütün kavgamız o değil mi? Ne okuyoruz? Niye kaygımız
ne şu andaki bütün faaliyetleriniz yaşama tutunma kaygısıdır. Tutunmaya
çalışıyoruz, bırakıyor muyuz kendimizi? Hastalanıyoruz doktora gidiyoruz, durum
kötü diye üç ay beslenmeye çalış. Şu bitkiyi bulalım tekrar demiyor muyuz?
Kendimizi yaşatmaya çalışıyoruz. İslâm hayatı merkeze alır, hayat Cenab-ı
Hakk'ın el-Hayy isminden gelen hayat. Sürekli bir aforizmamda dedim ki “Müslüman
var-olur, var-ölür ama yok-olmaz. Buna inanıyorsan zaten sen inanıyorsundur
onun için buna ben “hayat görüşü” diyorum “dünya görüşü” değil. Hayat görüşü,
çünkü biz öldükten sonra da hayy olmaya devam edeceğiz. Sahne değiştireceğiz,
uzay değiştireceğiz ama devam edeceğiz buna inanıyoruz. Hayatı tekrar merkeze
almamız gerekiyor, hayat meselesi son derece önemlidir. Müslümanlar o açıdan
bütüncül bir bakış açısı geliştiriyorlar. Modern zamanın en iyi göstergesi
ölümün itibarsızlaştırılmasıdır. Ölüm itibarsızlaştırılmıştır. Basit bir hadise
gibi öleceksin ve börtü böcek olacaksın. Bu 1860'da başlar. 1860 son derece
önemlidir. 1860-1914 Batı emperyalizminin zirve dönemidir. 1860’da Avrupa'da
mezarlıklar şehrin dışına çıkarılmıştır, rahatsız eder ölülerle beraber yaşamak
onları, korkutur. Halbuki klasik geleneklerde sadece bizde değil, ölüler ve mezarlıklar
şehrin içerisindedir bizde ise caminin etrafındadır. Şu an bizde de kalmadı,
yasak zaten. Yine neticede bazı mezarlıklar şehrin içerisindedir; mesela
Çanakkale'nin yeni mezarlığı şehrin dışında. Belki yerle alakalı bilmiyorum ama
ölümden korkuyoruz ölüden de korkuyoruz aman uzak dursun bize hatırlatmasın
hatta biri ne demişti: “Eyüp Sultan camisinde her nefis ölümü tadacaktır
yazıyor bu benim moralimi bozuyor, şunu kaldırın”. Haklı, ölüm insanı rahatsız
ediyor onun için modern hayat ölümü itibarsızlaştırıyor. Hayat görüşü bir medeniyetin
çanağıdır, özüdür. Metafizik çanağı. Her medeniyetin temeddün hareketinin her
teo-ontolojik hareketin bir çanağı vardır. Hatta bir yazımızda metafizik çanağı
olmayan medeniyetler başka medeniyetlerin metafizik çanak yalayıcısı olurlar
demiştik. Bizim bugün çanağımız yok var ama bilinç içinde değil. İslâm hayat
görüşü nedir? İslam hayat görüşü eşittir tevhiddir.
Tevhidin üç türlü tezahürü var. Burası son derece önemli. Bu üç tezahürü
yeniden yorumlamamız lazım. Birincisi, düşüncenin ilkesi olması bakımından
tevhid ki bu bize hakikat tevhid anlayışımızı verir. Hakikat ne demek? Hem
ontolojik anlamda gerçeklik tasavvurumuzu verir hem de bu gerçekliğe ilişkin
bilgi anlayışımızı verir. Düşüncenin ilkesi olması bakımından tevhid cümlesine
özellikle dikkat edelim. İtikadi anlamda tevhidi kastetmiyoruz yalnız başına.
İtikadi anlamda tevhid Yahudilerde de var, bozulmamış Hristiyanlıkta da. Ama bu
itikadi ilkeyi düşüncenin ve aklın ilkesi kılan, bu itikadi ilkeyi metafizik
düşüncenin zeminine yerleştiren emin olun tarihte ilk ve tek medeniyet İslâm
medeniyetidir ve bizi en güçlü kılan taraf da budur. Hala bunun kavgası
yapılıyor. Onun için kelâmcılarımız her şeyi müzakereye açıktırlar ancak
tevhidi müzakereye açık değildirler. O zaman İslâmın hayat görüşü gider başka
bir hayat görüşüne geçersiniz ama nasıl tevhid şimdi anlatıyorum.
i) Hakikat nedir: Varlıkta büyü yoktur, evrende fail ara nedenler yoktur,
spiritüel unsurlar metafizik aktörler mevcut değildir. Allah budur, varlık
büyülü değildir, evrende kainatta aşağısında yukarısında ara varlıklar
metafizik spitürel unsurlarla ilgili değildir. Failler yoktur aktörler yoktur. Bu,
şu demektir: Evren tanrının dışındaki tüm etkin güçlerden temizlenmiştir. Onun
için bir müslüman evrene spitürel unsurların aktif fail aktörlerin olduğu bir
yapı olarak bakamaz. Evren bir zaman mekan içerisinde muhdes bir teknedir var
olandır ve bu evrende mutlak fail Tanrıdır. Bu sizin kozmoloji, astroloji
anlayışınızı, fizik anlayışınızı, her şeyinizi değiştirir. Buna biz bilim
felsefesinde “arındırma/temizleme” hareketi deriz. Bu İbrahimî dinlerde başlar,
fakat bunu sistem haline dönüştüren, medeniyetin merkezi haline getiren İslâmdır.
Düşünün bakalım biz bugün evrene nasıl bakıyoruz? İslâm dünyasındaki çatışma,
klasik gelenekten aldıkları fail ara nedenlerin doğal hale dönüştürülmesi
kavgasıdır. Muhdes olan her şey insan tarafından bilinebilir. Bu bilgi
başkalarıyla paylaşılabilir. Yani evren vardır evren bilinebilir ve evrenin
bilgisi paylaşılabilir. Zaten bu tevhid anlayışı, birincil hakikat anlayışı
olmasa Nesefi Akâidi’nin girişi yazılamaz. O, hakikat anlayışının
ifadesidir. Kainat vardır kainat bir hayal ürünü değildir insan tarafından
bilinebilir ve bu bilgi insanlar arasında paylaşılabilir, burada büyü ve sır
yoktur, fail olan hiçbirşey yoktur.
ii) Tevhidin ikinci tecellisi toplumsal davranışın ilkesi olarak tevhid. Bu,
bize adaleti verir. Adalet tevhidin toplumsal tatbikidir. Özeti şudur; kula
kulluğun reddi. Kula kulluğun reddindeki kul basit anlamıyla insan demek
değildir. Kendisinde iktidar, güç vehmedilen her şey kul kavramına girer, kişinin
kendisi dahil. Kişi kendine kul olamaz. Kişi maddesine, parasına, siyasal
iktidara maddi ve manevi hiçbir olgu ve olaya kul olamaz. Bu insana müthiş bir
cesaret verir. Kula kulluk öyle basit bir hadise değildir. Şöyle bir kendinizi
yoklayın, kimin kullarısınız. Bir yazımda öyle demiştim ''Aklımızın sahibi
kimse Rabbimiz O'dur'.' Bu son derece önemlidir. Dolayısıyla adalet basit
anlamıyla hukukî bir sorumluluk değildir müslümanlar için. Tevhidin toplumsal ve
tatbiki uygulamasıdır. Kendi aleyhine bile olsa adil olabiliyor musun?
Müslümanlığı bile müslümancılık yapıyoruz, müslümancılık
yapmayacaksın. Kimin hakkıysa ona vereceksin. Müslüman değilse bile
yapabiliyor musun bunu? Yani önceleyebiliyor musun? Biz kabilecilik yapamayız
ki! Müslümancılık ise bir kabileciliktir. Yeri geldiğinde aleyhinde olacak
değil mi. Hz. Peygamber bunu uygulamış, Hz. Ömer bunu uygulamış. Bunu
yapabiliyor muyuz? Yapmıyoruz. Hakkaniyeti öne çıkartan hakikat anlayışı yok. Şunu
söyleyeyeyim; hak anlayışımız yoksa hakikat anlayışımız da olmaz. Hakikat,
hakkın küçük bir temsilidir. Adalet şu demek; toplumun farklı bölgelerindeki
güçlere karşı insanları korumaktır. Mesela üniversite hocalarına karşı
öğrencileri korumak bir adalettir. Tolumdaki yöneticiye karşı halkı korumak
adalettir çünkü gücü elinde tutan zulmeder.
iii) Tevhid bireysel davranışın ilkesidir, bu da mehabbeti verir. Mehabbet
kişinin hem kendisiyle hem de kendi olmayanlarla ilişkisini düzenler. Bu
kendi olmayanlar maddi ve manevi tüm varolanları kapsar. Toprakla, çevreyle,
hayvanla, bitkiyle ve gökyüzüyle,
her şeyle ilişkini belirler. Böyle bir inançta sorunlar ortaya çıkar mı?
Çıkmaz. Bir müslüman kendisini sevecek kendisine saygı duyacak. Bunu
kaybettiğin an başkasını sevemezsin ki. Burada psikopatlıktan bahsetmiyorum
kendimize ne kadar saygı duyuyoruz, kendimizi sevip saygı duyduğumuz kadar
görünüşümüze giyinişimize de dikkat edeceğiz. Bunun özeti de yaradılanı
yaradandan ötürü sevmektir. Hepimizin aynı hâlıkın yarattığı mahluk olduğunu
kabul etmek. Bu ne kadar büyük bir iştir biliyor musunuz. Elinizi ona göre
uzatacaksınız. Elini her uzattığında Cenab-ı Hakkın hâlık ve onun mahluku
olduğunu, onun halk ve eylemini temsil ettiğini bilmek. Yani bu müthiş bir
bilinç, bunu yapabiliyor musun? Yapamıyorsun. Eğer yaradılanı yaradandan ötürü
sevme işini becerebilirsek tevhidin bireysel davranış ilkesini uygulamış
oluruz. İslam tarihinde bunların hepsi konuşulan tartışılan konular. Burada şu
soruyu sorabiliriz. Bunlar ilkelerdi, ilke olmaları bakımından da sabittirler.
Tevhid, hakikat anlayışımız ilkedir değişmez, idrak ve yorum ise değişir. Çünkü
insanların zeka seviyeleri aynı değil. Burada her zaman atıf yaptığım Ramazan
Efendinin cümlesini söyleyeceğim. Ramazan Efendi II.Bayezid döneminde yaşamış,
sadece ismini biliyoruz başka hiçbir şeyi bilinmiyor. II. Bayezid döneminde bir
eser sunuyor Nesefi Akaidi şerhi. Girişte bu konuyu tartışıyor ve diyor ki:
''İtikadımızın yani hayat görüşümüzün ilkeleri değişir mi? ilke olmaları
bakımından değişmez ancak idrak durumundan değişir; çünkü ilkelere yönelik
şüpheler değişecektir, mutlaka sorular değişecek farklı bir inanç sahibi
tevhide yönelik öyle bir eleştiri yapacak ki şüphelenip yeni bir ispat anlayışı
yorum getireceksin. Dolayısıyla kıyamete kadar tevhidin yorumu hem hakikat hem
adalet bakımından değişir. Diğeri ise ahvâldir zaten hep değişecektir; fıkıh
vb. çünkü o topluma göre değişiyor. Peki bu değişmenin sınırı nedir? Burada İslam
alimlerinin kullandığı iki kelime hilaf ve hıyâr. İlkelerde yani usulde hilâf,
furûda ise hilaf olur. İhtilaf cihetinden değişirse hayat görüşünüz de değişir.
Usulde hilaf olmaz ihtilaf olabilir; ihtilaf rahmettir hadis-i şerifi de
bulunmaktadır. İhtilaf diyoruz, çünkü hilâf farklı mesela, Hristiyanlıkla İslâm
arasında hilaf vardır ihtilaf değil. Konfüçyanizm ile bizim aramızda hilaf
vardır ihtilaf değil. Fakat Mâturîdiler ile Eş'arîler arasında ihtilaf vardır
hilaf değil. İlkelerde ittifak furûda ise hilaf vardır. Aksi takdirde makineye
döneriz. Bu bir zenginliktir. İlkelerde hilafa düşersek yapıyı kaybederiz. O
açıdan ilkelerimiz sabittir idraki ve yorumu zaman ve mekan koordinatlarına
göre değişir, gayet doğal. Senûsî'nin bu ilkeleri yorumuyla Gazzali'nin, Kuşâşi'nin
yorumu ayrıdır.
Gelelim dünya resmine… Dünya resmi nedir? Dünya resmi, bir temeddünün
tabiat ve hayatla ilgili kanaatleridir. Çünkü biz bu tabiatın içinde yaşıyoruz.
Bu tabiata ve hayata ilişkin ürettiğimiz kanaatler, bilgiler, ilimler ve sanatlar
dünya resmi demektir. Kozmolojimiz, devlet anlayışımız vs. bunlar inanılmaz
çeşitliliktedir. Çin'de farklıdır Çin'in kendi tarihi içinde farklıdır. Hem
kronolojik hem de mekan olarak inanılmaz derecede değişiktir. Mustafa Sabri
Efendi Mevkıf'ta diyor ki; insan bir metafizik varlık olarak o kadar
ilginçtir ki kendisiyle ve kendisi olmayan her şeyle ilişkisi bilgi
üzerindendir. Kendi nefsini, zatını biliyor, göz gözü bilgi üzerinden
görebiliyor ama göz kendini göremiyor. Aynaya bakalım, ayna bilgidir. Kendine
ilişkin bilgi üzerinden, tabiata ilişkin bilgi üzerinden, topluma ilişkin bilgi
üzerinden, başkasıyla, ötekisiyle ilişkin bilgi üzerinden, Cenabı Hakla ilişkin
bilgi üzerinden. Bugünkü enformatik teoride evreni biliyoruz, evren bir
bilgidir. Bu irfani görüşte ki vahdet-i vücudda hala sabit. Evren Cenâb-ı Hakkın
zihnindeki yazılımdır diye bunun teorisini yapıyorlar. Mesela kara deliğe giren
bir cisim ne olur? Bunu biz ülkede tartışıyor muyuz hayır. Kozmolojide çok
önemli bir sorudur. Hawkings yok olur diyordu, itiraz ettiler ve dediler ki
hiçbir şey yok olmaz, varlığın korunumu yasası var. Buna itiraz etti ama 1990’lardan
sonra fikrini değiştirdi. Şimdi rakip görüşe katıldı. Ne diyorlar bilgiye
dönüşür. Nasıl bilgi? Kara deliğe gire cisim üçüncü boyutu kaybeder ışık onu üç
boyutlu yapar, aslında iki boyutludur. Işık ortadan kalktığı için iki boyuta
dönüşür, orada tekrar bekler ve beyaz delikten tekrar evrene dahil olur. Kara
deliğe giriyor, kara delikten bir süre sonra tekrar beyaz delikte yeni bir yapı
olarak ortaya çıkıyor. Beyaz delikler var, beyaz deliklerin ortaya çıkması
ışığa tekrar bulaşmak demek, ışık ne bilmiyoruz fotoğrafın ne olduğu konusunda
hiçbir bilgimiz yok. Bilim çok ilerledi. İlim balona benzer. Şişik bir balonun
çevresi de dahil ona. Balon şiştikçe çevresi de artar yani cehalet artar. Çok
enteresan bilgiler elde ediyoruz ama sorularımız da artıyor. Dolayısıyla
bilgidir her şey Mustafa Sabri Efendi'nin dediği son derece doğru. Evrendeki
her şey bilgiye, ışıkla üç boyuta dönüyor. Bilgi kısaca insanın gerçeklik
küresindeki olayları yakalamasıdır. İdrak yakalamaktır. Ne yapıyoruz yakalayıp
insancaya tercüme ediyoruz. Bilgi insancaya tercüme etmek demektir. Mahsusatı,
ihsası, hissiyatı, hassasiyeti bunların hepsi dikkat edin his ve duyumla
alakalıdır. İç ve dış duyular. Oradaki izlenimleri alıyoruz kendimize göre
yorumluyoruz. Makulü aklileştiriyorsun idrake taşıyorsun mahsus olanı makul
olana tercih etmek bilgi işidir. Her tercüme de bir yorumdur. Dolayısıyla
evreni ve kendimizi sürekli olarak yorumluyoruz. Kişi olarak kendi aklımızdaki
kanaatimizi de sürekli yeniliyoruz. Bu yorumdan vazgeçtiğimiz an biteriz,
tükeniriz. Sûfilerin dediği gibi oldum diyen ölür. Peki ne diyeceğiz? Bitirmeyeceğiz
yani o zaten kendisi bitiyor. Sûfiler yine çok enteresan bir cümle kullanırlar:
Hiçbir zaman bulmaya çalışma, bulunmaya çalış; sen devamlı ara, bulduysan gitti,
bulma, sürekli ara. Sen bulunursun bu son derece önemli bir noktadır. Bilmek
aslında rüya tabirinde çok fazladır. Tabir, itibar, ibret hep oradan geliyor;
bir yerden bir yere geçmek demek. İnsan ne yapar nesneyi, alır zihinde
itibarlarla entegre eder. Bilmek böyle bir şey, biz tıpkı rüya görüyoruz ve diyoruz
ki: “Şunu gördüm, bunu tabir edelim.” Aynı şekilde bilgiyi tabir ediyoruz.
Çin'in tarihi farklı, Yunan'ın farklıdır. Tabir işidir bu, hala devam ediyor. O
açıdan bu beşerî yorumların ortaya çıkardığı sisteme “dünya resmi” diyoruz.
Tabiata ve hayata ilişkin olgu ve olayları yorumlama işi bize dünya resmini
veriyor. Bu doğa, sosyal, formel, matematik, mantık gibi tabiata ve hayata
ilişkin tüm bu bilgi dizgelerine “dünya resmi” adını veriyoruz. Bunlar çok
basit ya da karmaşık olabilir. Tarihe baktığımız zaman Sümerler, Akadlar,
Yunanlılar gibi her kültürün kendine ait dünya resimleri var. Çin matematiği
ile Yunan matematiği aynı değil. Bugün aynîleşmesinin nedeni iletişim ve
ulaştırma araçlarının çok sofistike olması, mesafelerin ortadan kalkması. Hız
ve haz. Hız arttı haz da arttı. Herkes çok hızlı hareket ediyor. Eskiden
yürüyerek gittiği yere arabayla, araba yoksa uçakla, hızlı tren, daha hızlı
tren, süper hızlı tren. Hız ve haz modern medeniyette önemli iki kavram. Şimdi
dedik ki basitten karmaşığa doğru bir sürü dünya resmi var. Az önce hayat
görüşünün ilkece sabit olduğunu söyledik, dünya resminde ise sürekli değişim
var. Zaman mekan formatlarında değişir hem aynı kültür içerisinde değişir. Aynı
anda farklı dünya resimleri olabilir. Ebu Bekir er-Râzî'nin tıp anlayışıyla İbn
Sînâ’'nınki farklıdır. Matematik farklı olabilir İslam medeniyetinde sırf
geometri ve matematik yapanlar var aritmetikten nefret ediyorlar yapmamışlar;
nicelik anlayışı farklıdır, atomik nicelik ayrı sürekli nicelik apayrı. Yani
sayı nedir diyorsun? Bunu düşünmemiz lazım. Sayı ne olabilir? Dilciler, kelâmcılar
farklı bir şey söylüyor. Demek ki dünya resimleri, bilgi ve değişen sadece
doğaya ilişkin mi? Hayır. Devlet anlayışı da böyledir. Endülüs devletiyle Selçuklu
devleti aynı mı? Aynı değil. Aynı anda İslam tarihi coğrafyasında ki devletleri
mukayese edin bakalım sistemleri aynı mı mekanizmalar aynı mı? Hiç de aynı
değil. Tarihsel olarak, mevcut olarak birbirinden önce ve sonra hiç alakası yok.
Ateşli silahlar yoktu daha önce. Tıp bile değişiyor. Bayezid döneminde birden
cerrahlık yükselmeye başlıyor, neden? Çünkü ateşli silahların oluşturduğu
yaralar nasıl tedavi edilecek daha onun tecrübesi yok ki. Ok vb. silahlar vardı.
Şimdi orada kurşun yarası var. Bunu nasıl tedavi edeceksin? Top darmadağın
ediyor seni. Ne oldu Osmanlılarda? Cerrahlık bir sınıf oldu. Klasik gelenekte
cerrahlar seyyahtır. Aynı şehirde uzun süre kalamazlar çünkü ameliyatların %99’u
ölümle sonuçlandığı için öldürüyorlar adamları. Cerrahlık bir meslek değil,
niye? Çünkü anestezi yok. Hiç düşündünüz mü ameliyat nasıl oluyor? Nasıl
ameliyat edeceksin adamı? Karl Marx din halkın afyonudur derken hep olumsuz
yorumluyoruz resmi bilmediğimiz için. Halbuki Marx onu olumsuz anlamda
söylemiyor ki. Diyor ki; baktığınızda kapitalizm insanlara öyle zulüm ediyor ki
ancak din bunu engelleyebilir. Ameliyat ediyor bizi. Bu sistemle olumsuz
anlamda kullanmıyor bunu Marx. Ama resmi bilmeyince olmuyor. Çünkü biz bugün
afyon deyince ameliyat falan aklımıza gelmiyor ki bugüne göre
yorumluyoruz. Resmi bilmek o kadar önemli ki. O dönemdeki resim nedir bu
bağlamda bilmek gerekir. İbnü’l-Arabî, Füsusu'l-Hikem'de diyor ki; kainat
vehimdir. İlahiyatçılar ise diyor ki bir müslüman bunu diyemez, bu küfürdür. Çünkü
vehim sözcüğüne açtı sözlükten baktı, kuruntu olarak okudu, halbuki vehim
kelimesi klasik psikolojide bir idrak yetisidir vehmin kuruntuyla alakası yok.
Resim bilgisini hafife almayacaksınız. Şifa’nın mantık kısmını, nebat
kısmını, hayvan, astronomi, geometri kısmını okumuyor ama geliyor metafizik kısmını
anladığını iddia ediyor. Kesinlikle Türktür bu. Bir gün beni İslam edebiyatı
çalışan bir hocanız aradı. Hocam şair diyor ki “bu aşk illeti ne demek cezrü’l-esam.”
Cezrü’l-esamm üç anlama gelir; matematikte irrasyonel sayı mantıkta paradoks
şiirde ise çözümü mümkün olmayan illet, hastalık. Çünkü aşkın çözümü yok. Resmi
o kadar iyi bileceksin ki meslekleri anlayabilesin. Resim bilgisi son derece
önemlidir ve çok değişkendir hem medeniyetler arasında değişir hem de aynı
medeniyetlerin farklı zaman dilimlerinde değişir. İslâm matematiği hakikaten
hem coğrafya olarak hem zaman olarak apayrı. Endülüsteki matematik ayrı,
benzerleri şüphesiz var ama aynı değil. Astronomi bilimi derken hangi İslâm
astronomisini kastediyorsun sen hangi İslam tıbbını kastediyorsun hangi İslâm
devletini kastediyorsun? Hangi İslam ekonomisini kastediyorsun? Bedevilerin
ekonomik teknikleriyle İslamınki aynı olabilir mi? Adam İbn-i Haldun'la Osmanlıyı
açıklamaya çalışıyor. İbn Haldun'la Osmanlıyı açıklayamazsın çünkü İbn
Haldun'un sisteminde ateşli silahlar yok; adam at, deve, kılıç var. Ateşli
silahların olduğu bir devleti nasıl izah edeceksin İbn Haldun’un sistemiyle. Tek
başına eski sistemi bugüne yeni sistemi geriye taşıyamayız. Onun için dünya
resimleri olağanüstü derecede değişirler. Hayat görüşü sabit, idrak ve
yorumları farklı, fakat dünya resimleri hem farklı temeddünden hem de aynı
temeddünde aynı; zaman ve mekanda ise farklı olabili. Şimdi Yunan bilimi diyorlar
hangi Yunan bilimi? Yunan felsefesi diyorlar hangi Yunan felsefesi? O kadar
farklı görüşler var ki; Aristotelesçilik bile var. Dünya resimleri inanılmaz
derecede aynı medeniyet dairesi içerisinde çok farklı olabiliyor. Buna çok
dikkat edeceğiz. Klasik bir metin okurken en basiti Nesefi Akaidi’nden
ne anlıyorsunuz? Şahsen ben anlamıyorum. Lafız Arapçada artmak demek; mana
içine giriyor yakalıyorsun. O manayı bulabilmen için, içini boşaltman lazım.
Mananın tam Türkçesi, “denmek istenen.” Denmek istenen için ise o şeyin
kendisinin bilinmesi gerekir. İçeriği çok farklı olabiliyor. Metinler nasıl
okunur?
Gelelim dünya tasavvuruna. Dünya tasavvuru nedir? Tasavvur Arapça da
lafız ve mana birlikteliğinden ortaya çıkan bütüne denir. Dünya tasavvuru hayat
görüşüyle dünya resminin entegrasyonundan ortaya çıkan yapılardır. Bu dünya
tasavvuru son derece önemli bir kavram, basite almamak gerekiyor. Öyleyse dünya
tasavvurunun anlam değer tarafını hayat görüşü, dünya resmi tarafını da
bilimler ve sanatlar verir. Anlamla resim bir araya gelir ve tasavvuru
oluşturur. Peki dünya tasavvuru nedir? Dünya tasavvuru o kadar önemli bir
şeydir ki bütün fikri olmadan düşünemezsiniz. Parçanın bilgisi, anlamı ve
meşuriyeti bütünden kaynaklanır. Bir medeniyette bütün fikri yoksa o medeniyet
parçayı ne bilir ne anlar ne de o bilginin ve anlamın meşrûiyeti olur. Değer
üretemez. Bu kadar önemli. Modern bilim ortaya çıktı. Descartes Batıda bir
bütün fikri ortaya atmıştır. Bütün fikri ortaya çıktığı zaman bir referans
noktası ortaya çıkar. O noktayı dikkate almak gerekir. Güncel bir örnek
verirsek; başörtüsü olayını düşünün: Beşyüz yıl sonra bir bez parçası için
insanların hayatlarını karartmışlar demeyecekler mi? Tıpkı bizim Osmanlılar İstanbulu
kuşatmışken papazlar melekler dişi miydi eril miydi kadının kızı mıydı değil
miydi diye tartışıyorlardı.. Bütün fikri çok önemlidir. Bütünü yakalamadan
anlam ortaya çıkmıyor. Bütün aynaya benzer, aynayı parçaladığınız zaman tuzla
buz olmak diye bir tabir vardır ya! İşte bu aynayı tekrar oluşturmak çok
zordur. Geçmişten çok kopuk olduğumuz için bütünü göremiyoruz. Newton teleskobu
çıkardı çünkü o dünyada teleskop çıkartmak anlamlı bir şeydi. Ya da Kepler
annesinin cadı olmasından dolayı yargılanıyordu. Kepler büyük bir astrolog.
Zaten öyle para kazanıyor. Siz dönemin bütününü gözden kaçırdığınızda orada ki
olup bitenleri de küçümsüyorsunuz. Sudûr teorisinin bugün için bir anlamı yok.
Ne diyor Niels Bohr: Bugünün bilimi yarının efsanedir. Newton'un bilimi bile
bugün kısmen kurgu. Einstein kısmen kurgu. Kısmen tabi. Batlamyus sistemiyle
2500 yıl yaşadık. Onun üzerinden sistemi anlamlandırıyoruz ve yaşıyoruz. Bütün
fikri olmadan; i) bilemeyiz ii) anlayamayız ve iii) anlamlandıramayız.
Tüm bilme, anlama ve anlamlandırma faaliyetimiz dünya tasavvurları
içerisinde mümkündür. Bugün adam diyor ki; dünyada olup biteni anlayamıyoruz. Yahu
senin bir dünya tasavvurun yok ki! Tasavvur olmadan bilemezsin,
anlayamazsın ve de anlamlandıramazsın. En fazla, “üst akıl yapıyor bu işleri”
dersin. Başkalarının anlam dünyası ve tasavvuru içinde yaşıyoruz. Başkaları şu
işi çözsün diyoruz. Şu anda bizim en büyük sorunumuz dünya
tasavvurlarımızın bize ait olmamasıdır. Hayat görüşümüz konusunda bir yorumumuz
yok, dünya resmini zaten biz üretmiyoruz. Bilme, anlama ve anlamlandırma dünya
tasavvurları içerisinde mümkündür. Çünkü bütün fikrini verir. Bütün fikri
olunca cüz'ün/parçanın bilgisini ve anlamını elde ederiz. Aristo ve Tales neden
büyük bir adam? Aristo'nun söyledikleri parça parça mı çok önemli? Aristo
muazzam bir bütün fikri verdi. M.Ö 5000'den itibaren Akdeniz’de üretilen
matematik, astronomi, ahlak, felsefe aklınıza ne geliyorsa bunlara bir bütünlük
kazandırdı. Ali Kuşcu Şerhü't-Tecrid'i yazdığı zaman Kemalettin diye bir
kelâmcı var, araları çok iyi. Fakat o kitap çıkınca bozuluyor. Ali Kuşcu'yu
harcamaya kalkıyorlar. En büyük iddiaları ne? Sen burada yeni bir şey
söylemiyorsun. Bütün müzik dehalarının yaptığı sesler mevcut zaten; do, re, fa.
Notaları icat etmedi ama kompozisyonu o yapıyor. Bütün binalarda aynı malzeme
kullanılıyor ama mimari kompozisyon farklı, yeni bir bina olmuş oluyor. Gazzalî
bir başlangıçtır ama en önemli özelliği Yunânî olmayan bir felsefe sisteminin
mümkün olduğunu gösteriyor. Gerçekten de ondan sonra yeni kelâm, irfan gibi
İslâm medeniyetinin büyük sistemi kuruluyor. Bunu Gazzalî gösteriyor. Yeni bir
felsefi perspektif ve bakış açısı Yunânî olmamak koşuluyla mümkündür. Hemen
buradan dünya tasavvuruun da tek olmadığını çıkartabilirsiniz. Çünkü hayat
görüşünün yorumuyla dünya resminin entegrasyonu farklı olabilir. İbn Sina'nın İslam
hayat görüşü ile mevcut dünya resmi arasındaki entegrasyon farklıdır,
Gazzali'nin farklıdır. Çok değişik dünya tasavvurları mümkündür. Aynı
medeniyette aynı dönemde ve farklı zamanlarda farklı coğrafyalar da. Meşşâilik
bir dünya tasavvurudur. Dünya görüşü değildir, dünya resmi de değildir.
İşrakilik bir dünya tasavvurudur. İrfan, kelam bir dünya tasavvurudur. Kelamın
alt grupları da birbirinden az çok farklı dünya tasavvurlarıdır. Selçuklu
devlet modeli bir dünya tasavvurudur. Devlet hayata ilişkin olması bakımından
dünya tasavvurudur. Dünya tasavvurları farklı olabilir. Öyleyse şunu
söyleyebiliriz, farklı dünya tasavvurları arasındaki birlik yönünü hayat görüşü,
farklı yönünü, hayat görüşünün idrak ve yorumu ile de dünya resimleri
oluşur. O zaman İslâmî matematik dediğimizde ya da İslamî herhangi bir şey
dediğimizde, birlik yönü ortaya ne çıkaracak? Hayat görüşü. Farklılıkları ne
oluşturacak dünya resimleri. Farklı farklı dünya resimlerini kullanmışlar,
hayat görüşünü farklı şekilde yorumluyorlar gayet doğal. Mesela İbn Sina'nın hakikat
yorumuyla Gazzali'nin yorumu aynı olmaz, gayet doğal bu. Eş'arîninki de aynı
değil. Fahreddin er-Razi Eş'ari değil mi? Razi'nin hakikat yorumuyla Eş'ari'nin
hakikat yorumu aynı mı? Hiç alakası yok ve bu gayet doğal. Gazzali ile İb Sina'nın
hayat görüşü arasında hiçbir fark yok, ikisi de müslüman adamlar. Ama hayat
görüşünün ilkelerini yorumlamaları ve bilinen resmin entegrasyonları
birbirinden çok farklı. Bu gayet doğal. Gazzali'nin astronomi bilgisi yok ki,
Batlamyusçu sistemi takip etmiyor ki! İbn Sina'nın o önemdeki tıp teorileri
malumatının fazlalığı gereği, onlarla hayat görüşünü entegre etmesi çok
doğaldır. Dolayısıyla hakikat yorumu, adalet yorumu ve mahabbet yorumu da
farklı oluyor ama emin olun dünya görüşleri farklı değil. Öyleyse dünya
tasavvurlarının birlik yönünü hayat görüşünün ilkeleri; farklılık yönünü ise
hem hayat görüşünün temel ilkelerinin değişik idrak ve yorumları hem de dünya resimlerinin
muhtelif versiyonları oluşturur diye bir çıkarım yapabiliriz. Burada soru şu: İslâm
dünyasında dünya resimleri ne idi? İslâm tarihte bir hayat görüşü olarak ortaya
çıktığı zaman dünya çok mesafe kat etmişti. Düşünün neler değişmiş? Hesaplayalım:
Mezopotamyada onyedi medeniyet gelip geçti. Mısır, Urartular, Hititler, Lidyalılar,
Frigyalılar, Yunan, Helenistik, Persler, Sasaniler, Çin matematikleri kurulmuş,
devlet tecrübeleri oluşmuş. İslam Afrika'da ortaya çıkmıyor, tam orta dünyada
ortaya çıkıyor, çok ilginç bir şey. Yani bütün bu anlattıklarımın merkezi nedir?
Mezopotamyadır. İnsanlığın yazılımı Mezopotamya’dır. Aklınıza gelebilecek bütün
bu yol sistemleri, belediye teşkilatları, şiir, kütüphane sistemi hepsi Mezopotamya’da
kurulmuştur. Böyle bir ortamda çıkıyorsun hiçbir temeddün tecrüben yok Sâsînîlerden
Yunanlılardan peygamber çıksa gayet doğal yani. Ben şaşırmam. Öyle bir yerden
çıkıyor ki inanılmaz bir şey. Deve M.Ö 1000’lerde en eski hayvandır; köpekler,
kediler vs. evcilleştirilmiş. Böyle bir ortamda çıkıyor İslâmiyet. İslâm öncesi
Arapların ne bilgisi var? Çok primitif matematik çok primitif bir astronomi
çok primitif. Ve bu insanların hayat görüşleri var sadece. Bu hayat
görüşlerinin ifadesi de çok üst seviyede değil. Bizim bunu anlamlandırmamız
lazım. Otuz yıl içerisinde bir mucize oluyor; mucize derken nedenini
bilmediğimiz şeye biz mucize deriz. Biz düşünmekten kaçtığımız için bunu
yapıyoruz. İslâm sadece orta dünyayla yetinse, Hindistan’a ve Orta Afrika’ya
gidiyorlar Evereste çıkıyorlar. Bu kadar sistem bu kadar farklı dünya
tasavvurları var orta dünyada. Çok çeşitli felsefi sistemler bilim sistemleri
hem Hintte Çinde var. Bütün bunlarla insanın kafası karışmaz mı sizce? Düşünsenize,
şöyle bir hayal gücünüzü kullanın. Tanzimattan beri bu gelişmişliğin karşısında
kendimize gelemedik ve biz Osmanlıdan geliyoruz. Pigme kabilesinden birini alın
Harvard üniversitesine getirin. Orada ona dil, fizik öğretin ne olur sizce?
Maymuna döner. Ben insan değilmişim, bu ne bilgi der. Müslümanlar psikolojik
sıkıntı yaşıyorlar. Kindî gökyüzü niye mavidir, kılıç nasıl yapılır? Her konuda
eser vermiş, niye sizce? Çok büyük sıkıntı duyuyordu. Bağdat'daki müslümanlar
için insan bu psikolojik sıkıntı var. Bakın bunlara dikkat edeceksiniz. O
dönemdeki müslümanların psikolojisi. Bence başarı şurada; nasıl ezilmediler, nasıl
yamulmadılar? Nasıl kendi hayat görüşlerini muhafaza edip o büyük birikimle
hesaplaşıp yeni dünya tasavvuru kurdular? Sorun bu bence. Bu olağanüstü bir
çabadır, inanılmaz bir başarıdır. Dediğim gibi bunların tecrübesi olsa ben hiç
şaşırmam. Bunu İranlılar yapsa şaşırmam, Bizanslılar yapsa şaşırmam, bunu nasıl
yapıyor müslümanlar? Mesele bu! Büyük bir iş. Şimdi bunun bir nedeni var. Buna
gelmeden önce ortamı bir anlatalım:
İslâm ortaya çıktığı zaman bu bahsettiğiniz dünya, orta dünyadaki
entelektüel dünyadaki yapılar zannedildiği gibi canlı değil, ölü; bir problem de
bu. M.S 5.yy.da matematiksel felsefe ölmüş M.S. VI. yy.da felsefe ölmüş, yani
her tarafta filozof kaynamıyor. Sadece felsefe ve matematik hocaları var, ölü
bir kültür. Bu, çok önemli bir nokta. Bu ölü kültürü dirilteceksiniz,
müslümanlar bunu yapıyorlar. Neden yapıyorlar? Bırakın ölü kalsın, çünkü Hristiyanlık
böyle yaptı. Hristiyanlık bu kültürü yok etti, manastır kütüphanesine hapsetti,
şehirden uzaklaştırdı, mutlu mutlu insanlar yaşadı. Hristiyanlık kadim
kültürlerle yüzleşemedi. Yahudilik zaten kadîm kültürü hiç dikkate almadı. Fakat
İslâm niye ölü kültürü diriltip bununla yüzleşti. Bu ölü kültür yekpare bir
dağılımda gösterebilir, çok mahalli. İskenderiye’de bir miktar var Harran’da
bir miktar var. Belli bölgelerde odaklaşmış vaziyette, kesinliği ve entegrasyonu
zayıf, zihinlerde değil, canlı değil. Zihinlerde olmadığı için eğitim
programlarına dahil edilmiyor. Ölü olduğu için zihinlerde de değil. Üstelik
kağıt ve kitap olmadığı için bu her an ulaşabileceğiniz yerde değil tabletlerde,
papirüslerde ve kemiklerde idi. Kitap İslâm ümmetinin icadıdır. İslam’dan önce
kitap yok. Aristo bugün eğer varsa müslümanlar sayesinde. Çünkü bütün Antik
kültürü kitaba döken müslümanlardır. Kitap öyle sabahtan akşama ortaya çıkmıyor,
çok enteresandır hikayesi. Cahız'dan okuyabilirsiniz. İslâm medeniyeti kurduğu
büyük siyasi birlikle Akdeniz dünyasını genişletti. Akdeniz dünyası nedir? Mezopotamya,
Anadolu ve Yunanistan Kuzey Afrika'nın bir kısmı yani Tunus, Mısır tarafı.
Mesela İran İslâm öncesi Doğu Medeniyetlerine aitken bir baktık Akdeniz
dünyasına ait. Çin'in bir kısmı Akdeniz dünyasına ait, muazzam bir genişleme. Bu
ilk bakışta başarı ama büyük bir risk barındırıyor, neden? Çünkü buradaki tüm
farklı dünya tasavvurlarını toplayıp Bağdat'da tek bir masanın üzerine koyduk. İnanılmaz
bir şey, düşünsenize? Bağdat da
Hint de burada, Çin de burada Hint'in, Çin'in çeşitli versiyonları
burada, Mezopotamya, Pers kültürü burada, Helenistik kültür burada, Yunan,
Mısır kültürü burada. Şimdi çok basit bir örnek vereyim: Pi sayısı. Bir sürü pi
sayısı var. Bu kadar farklı bilgi birikimini koyuyorsun, gökyüzü teorisi,
gezegen teorisi yapacaksın. Mezopotamyayı takip edeceksin, astronomik
hesaplarda 150 tabanlı Hint sistemini mi takip edeceksin 60 tabanlı Babil
sistemini mi karar vermek zorundasın. Bu kadar farklı bilgi var. Tanrıyla
ilgili bilgileri ne yapacaksınız? Bir sürü tanrı tasavvurları önünüzde duruyor.
Müslümanların işi çok zor arkadaşlar. Cehalet mutluluktur tek bilgi olsa iş
kolay takip eder gidersin. Şimdi görmezden de gelemezsin. Şimdi ne
yapıyorlar? Tüm temeddünlerin üretimlerini bir raraya getiriyorlar ve Bağdat'ta
tek bir masada topluyorlar. Şimdi şunu söyleyelim, biz klasik sistemde nasıl
öğreniyoruz? İslâm Hz.Peygamber 571’de doğdu, 622’de hicret, 632 de vefat etti.
Ondan sonra Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Emeviler birden geldi, Bağdat'ı
Beytü'l-hikme İslam medeniyeti patladı. Hz.Peygamberin hicretiyle 830 arasında
kaç yıl var? Ne yaptı bu adamlar hiç yemek yemediler mi, hiç namaz kılmadılar
mı? Düşünelim bu adamlar bu kadar hızla yayıldılar. Yolları nasıl buldular,
kuyuları nasıl kazdılar posta teşkilatını nasıl inşa ettiler? 830’da her şey
birden başladı tercüme Bağdatta. Bu mümkün değil. Bakıyorsunuz ilk
tercümelerden bir kısmı elinizde, hiç yamuk yumuk yok. Niçin? Bütün tercüme
edilen kitaplar birinci sınıf kitaplar. Nereden biliyor bunun birinci sınıf
olduğunu. Her şeyi tercümeyle başlatmak yalandır. Her zaman söylediğim bir şey
var. Tercüme bir medeniyet hareketi başlatmaz yoldaki bir medeniyet hareketini
izler. Müslümanlar tercümeleri çok bilinçli yaptılar, bilinçli eserler seçtiler.
Nasıl yaptılar bunu, bunun üzerinde duracağız. Ama İslâm dünyasındaki
entelektüel faaliyeti beş T ile özetliyoruz: Tevarüs, temellük, temessül, tercüme
ve telif. Müslümanlar yayıldıkları coğrafyayı kendilerinin mirası olarak görüp
tevarüs ettiler. Sırf müslümanlara has değil bu, klasik gelenekte Roma olsun Abbasi
olsun fark etmez, ele geçirdikleri toprakları yabancı toprak olarak görmezler.
Orayı kendi toprağı olarak mirasçısı olarak görür. Kanuni'nin fermanlarındaki
ünvanlarına bir bakın; sezar da var, şah da var, han da var, sultan da var.
Hepsini kendisi tevarüs etti ama her tevarüs edilen miras edilen şey temellük
edilmez. Babanızdan size kalan mirasın bir kısmı eğer işinize yaramazsa
atarsınız değil mi? Satarsınız onu, temellük ihtiyacınız olan sizin anladığınız
şeydir. Müslümanlar tevarüs ettikleri medeniyetleri temellük ettiler. Sonra
temessül ettiler yani özümsediler sonra tercüme ve telif yaptılar. Bu tevarüs,
temellük aşaması olmadan tercüme ve telif olmaz. Dolayısıyla Bağdat'ta tek bir
masaya koydukları bu entelektüel birikimi müslümanların hangi işlemlerden
geçirdiğini sorarsak önce şunu diyeceğiz: Ölü kültürü dirilttiler. Basit bir
tercüme hareketi değildir, ihya ettiler sonra farklı bilgileri birbiriyle
mukayese ettiler. Yanlışları ıslah ve tashih ettiler ve yeni yaratımlarda
bulundular. Bunu nasıl yaptılar? Niçin ezilmediler? Niçin psikolojik bir
sıkıntı duymadılar? Öncelikle şunu söyleyelim; neyi, nasıl ve niçin yaptığını
bilmeyen hiçbir temeddün hareketi başarılı olamaz. Müslümanlar neyi niçin ve
nasıl yaptıklarını çok iyi biliyorlardı, amaçları vardı. Bu müslümanları hafife
almak değil. Ne yapıyoruz? Nasıl yapacağız? Niçin yapacağız? Bir amacımız
olmalı, bunu müslümanlar biliyordu. Neyi nasıl ve niçin yaptığını bilmeyen bir
insan mekanı yola dönüştüremez. Darmadağın gezersin mekanı yola dönüştürmek
için adımın ve amacın olması lazım. Müslümanlar mekanı yola dönüştürdüler. Sırf
neyi, nasıl ve niçin yaptıklarını bildiklerinden dolayı. Burası dananın
kuyruğunun koptuğu yerdir. Hayat görüşlerini bir teklife dönüştürdüler.
İnandıklarını başkasına anlatma ihtiyacı duymasan bunu formule etme, anlatma,
şiir yazma ihtiyacı duyar mı duymaz. Fakat müslümanlar hayat görüşlerini
teklife dönüştürdüler. Bu teklifi de tebliğ etmek için teklif etmek için öteye
beriye taşıdılar. İnsanların diline aktarmaları gerekiyordu başka çareleri yok.
Teklif hep söylüyorum Türklerin, müslümanların teklifi var mı diye yazı da
yazdım. Hatta Sad b. Ebî Vakkas'ın hikayesini örnek verelim. Sasani sarayına
giderken ne diyor? Bir Sasani imparatoru daha önceden tanıyan biri “Ey baldırı
çıplak Arap burada ne işin var? diyor. “Benim derdim Sasani imparatorluğunu
ortadan kaldırmak değil, bizim bir teklifimiz var” diyor. Bu teklifle biz
görevlendirildik. Bir de o var, ondan kaçamayız öyle inanıyoruz. İlk dönem Arap
kabile şeyhleri Hz. Peygamberin kendi postlarında gözü olduğundan korkuyor. Hz.
Peygamber diyor ki: Siz yönetmeye devam edin benim öyle bir derdim yok fakat şu
kurallara göre yönetin. O açıdan teklif sahibiydi müslümanlar kendi hakikati, adaleti
bir teklife dönüştürdüler ve bu teklife dönüştürme teklifin tabiatı gereği
ötekine aktarılmayı zorunlu kıldığı için bunu ifade etmek ve istifadeye konu
kılmak zorundaydılar. Klasik metinlerde ifade ve istifade birlikte geçer. Ben
sana bir ifadede bulunduğumda senin ondan istifade etmen lazım. İki anlama
gelir. i) Onu anlamak. ii) Tekrar bana geri ifade etmen. İfade çağın
gereksinimleriyle ilişkiye girmeyi gerektiriyor. Niçin ifade ve istifade? Çünkü
bilgi paylaşılabilir olacak teklif öyle bir bilgiye dönüşecek ki paylaşılabilir
olacak, sen ve ben paylaşacağız. Bilgiyi paylaşılabilir hale dönüştürmek
zorundayız. Müslümanlar bunu yaptılar. Peki bunu nasıl yaptılar? Sorum şuydu
benim: Bağdat'tan önce ne oldu? Bağdat'tan önce müslümanlar ne yaptılar ki
Bağdat'a geldiklerinde dik, ne yaptığını bilen, hiç kaygı duymayan birer insana
dönüştüler?
Olduğunu düşünmüyorlar bilgilerin. Mesela Yunanlılar bir iki örnekten çok
büyük genelleme yaparlar. Matematik bilgilerinin İslam dünyasında gelişmesinin
nedeni budur. Müslümanlar evreni, kainatı Cenab-ı Hakkın sadece bir mahlukatı
olarak değil sanat eseri olarak gördükleri için, o sanatın dekâikini ve
hakâikini en inceden tespit etmeye çalışıyorlar. Çünkü masnûatta daha dakik
bilgi elde etmek esas olduğu için. Matematik bir bilim demek, trigonometrik
bilimlerin İslam dünyasında gelişmesinin en temel nedeni budur. Daha kesin daha
dakik daha doğruya yakın ama mutlak doğru değil. Onun için bizde hiçbir zaman
pozitivizm olmaz, olmamıştır. Hiçbir zaman mutlakçı bilgi anlayışı olmamıştır
buna izin verilmemiştir. Tahkik edilir, takrib edilir bir sürü yöntem olur
ilm-i adab ve'l münazarası vardır ama hiçbir zaman bitti denmemiştir. Buna çok
dikkat etmemiz lazım buna biz “perspektif realizmi” diyoruz. Yani belirli bir
bakış açısından doğruyu, güzeli, iyiyi tespit etmemiz lazım bu keyfi değil
izafi, göreli, herkese göre değişir değil, belli bir düstur ve yönteme bağlı
olmak kaydıyla. Özellikle Gazzali'den sonra bu gelişiyor ve merkezi bir hale geliyor.
Şimdi bu dünya resmi, İslam dünyasındaki Bağdat'a gelmeden önceki özelliğidir.
Müslümanlar Bağdat'a bununla geldiler. Bu istidlali düşünce, hakikat, adalet
anlayışıyla ve tercümeleri yaptılar. Çok farklı dünya tasavvurlarını aldılar,
bu dünya tasavvurları ne idi? Dünya tasavvurlarının iki şıkkı vardı: Hayat
görüşleri ve dünya resimleri. Doğal olarak kendi hayat görüşlerini kritik
ettiler. Yunan sistemi putperest din anlayışıyla yada Hristiyanlıktan gelen
kendi hayat görüşleri Sâsânilerden gelen kendi inanç görüşleri, iç içeydi.
Dolayısıyla ilk dönem müslümanların kadim kültürü eleştirileri milletin
zannettiği gibi bilime karşı dünya resimleriyle alakalı değil. Niye cebiri,
matematiği, astronomiyi eleştirsin, zaten kendisi bunu yapıyor. Orada
eleştirdiği şey dünya resmi değil yani astronomi, matematik, fizik, tıp değil
tam tersine bizdeki kitaplar ortada. el-Kanun fi't-tıbb'a bakın yada Ebu
Bekir Razi'nin kitaplarına bak. Burada Galen tıbbı yok mu? Uygur tıbbı var Hint
tıbbı var, hepsini biliyorlar. Diyelim ki Şerafettin Sabuncuoğlu'nun yada
Aydınlı Hızır Paşa'nın tıp kitaplarına baktığınız zaman orada Orta Asya türk
tıbbı da var. Bunlar Hint'ten gelmiş İran'dan gelmiş resimler, hep bir hayat
görüşü ile iç içedir. Elbette tutup da Hristiyanların yada Yahudilerin yada Yunanlıların
tanrı anlayışını, evren, hakikat, adalet anlayışını benimseyecek halleri yok.
İlk dönemdeki resimlerin büyük bir kısmı tercüme ettikleri, miras aldıkları,
tevarüs ettikleri dünya tasavvurlarının dayandığı hayat görüşlerini kritik
etmek, yoksa dünya resimleriyle hiçbir sorun yaşamıyorlar. İkinci bir sebebi
şurada yaşanıyor; mutabakat sorunu. Şimdi hayat görüşü açısından kritik ettik.
Diyelim ki astronomi kitabını tercüme ettiğiniz zaman astronomi gökyüzü ile
alakalıdır. Bilgiyle nesnesi arasında mutabakat yoksa eleştirmeyecek misiniz?
Bu tamamen epistemoloji eleştirisidir. Bilgi yada bilim felsefesi
eleştirisidir. İlk dönem eleştirilerinin büyük bir kısmı da ilginçtir. Müslümanlar
ne zaman bu mesafeyi katettilerse tercüme ettikleri dünya resimlerinin ait
olduğu gerçeklik küreleriyle mutabakatını eleştirdiler. Astronomi
gökyüzüyle mi ilişkili matematik nesnesiyle mi ilişkili ya da mevcut devlet
yapılarıyla mı ilişkili? Bu eleştiriyi yaptılar. Dolayısıyla bu mutabakat
sorunu açısından bütün farklı dünya resimlerini mukayese ettiler, tashih
ettiler, düzenlediler ve kendileri yeni dünya resimleri ürettiler. Yeni bir
iddia ortaya koydular. Bu şekilde bu süreçte müslümanlar kendi hayat
görüşlerini farklı idrak ve yorum seviyesinde dışardan gelen dünya resimlerini
ve sonra kendileri ürettikleri dünya resimlerini entegre ettiler. Çeşitli dünya
tasavvurları ürettiler. Onun için Meşşailik dediğimiz zaman kastettiğimiz bir
dünya tasavvurudur. İrfan, tıp dediğimizde, simya dediğimizde bir dünya tasavvurudur.
İşte bu yüzden İbn Sina ve Gazzali'nin kavgası bir hayat görüşü kavgası değildir,
dünya tasavvuru kavgasıdır. Yani İbn Sina'nın İslam hayat görüşünü, miras
aldığı dünya resimleriyle ya da kendi ürettiği dünya resmine entegre etme ve
bir dünya tasavvuru inşa etme çabası ile Gazzali'nin çabası arasındaki farktır,
başka bir şey değildir. Diyelim ki İbn Sina farklı bir kozmolojiye sahip, gayet
beşeri bir şey bu. Gazzali de farklı bir kozmolojiye sahip. Bu farklılık dünya
görüşü ile onu ilişkilendirmek entegre etmekle alakalı terkip yöntemi ve
tarzıyla da alakalıdır. Yoksa her ikisi de dünya görüşü açısından hiçbir
sıkıntı duymazlar. Bizde din bilim çatışması vs. olmamıştır. Tartışmalar; hayat
görüşünün idraki nedir, bunu nasıl yapacağız ve bu hayat görüşüne ilişkin
idrakimizi/yorumumuzu mevcut dünya resmine nasıl entegre edeceğiz? Bunun en
tipik örneği Fahreddin Razi de var. Fahreddin Razi deki dünya resimlerinin
%97’si İbn Sina'dan alınmadır. Hiçbir sıkıntı duymuyor alırken. Razi büyük bir
fakih, müfessir, mütekellim, büyük bir kafa, İslam medeniyetinin zirve
isimlerinden biri. Niye? Çünkü İbn Sina sistemini, yaşadıkları problemleri
ayıklıyor, gerisi hikaye. Niye İbn Sina'nın astronomisiyle, geometrisiyle,
optiğiyle problemi olsun.
Size güzel bir örnek vereyim: Razi'yi farklı kılan yapı nedir? Diyeceğiz ki
hayat görüşü Gazzali ile hemen hemen aynı. Fahreddin Razi'yi farklı bir dünya
tasavvuru kurmaya yönelten, gerçekten kurduğu sistemdir. 20. yy.a kadar İslam
medeniyetini belirler. Razi'den önce ve sonra diyoruz, Kant gibi. İbn Sina'nın
yerini alıyor. Herkes Razi'nin paltosunun içinden çıkmış, neden? Çünkü Razi çok
şanslı bir adamdı. Ne açıdan? Yepyeni dünya resimleri var önünde, nedir o?
İbn-i Heysem ve İbn Sina. İbn Sina 1037’de ölüyor İbn-i Heysem ise 1039 da. İbn
Sina İbn Heysem'in çalışmalarından heberdardı. İbn Heysem yeni bir optik,
astronomi yapıyor yeni bir matematik anlayışı var. Dünya resmini değiştiren
tarihteki nadir adamlardan biridir İbn-i Heysem. Son derece önemli görüşleri
olan bir adam, bilgiyi yeniden tanımlamış. Özsel bilgiyi reddetmiş fenomenal
olanı reddetmiş. Çok enteresan anlayışı ve yaklaşımları var. Razi çok şanslı
bir adam, çünkü İbn-i Heysem'in tüm çalışmalarını önüne koyuyor, onları okuyor,
kendi hayat görüşü ile onları entegre ediyor, yepyeni bir dünya tasavvuru
ortaya koyuyor. Gücü işte bu. Eğer İslam medeniyeti boyutunda yeni bir dünya
resmi değişimi yaşansaydı, emin olun yepyeni bir dünya tasavvuru kurabilirdik.
Dolayısıyla Razi'nin yepyeni bir bilgi anlayışı yepyeni bir perspektif
geliştirmesi İbn Heysem'in ürettiği dünya resmi ile kendi hayat görüşünün yeni
bir entegrasyonudur. Razi son derece yeni bir bilim anlayışı geliştiriyor. Metalib'in
girişinde bunu anlatıyor. Nedir o? Biz eşyayı kendini bize nasıl sunuyorsa o
şekilde bilebiliriz. Eşyanın hakikati bize kapalıdır. Kant'ın 1780'de yaptığını
çok erken bir tarihte İslam medeniyetinde kendi şartları içerisinde yapıyor.
Fenomenal bilgi ki bunun en güzel takipçisi Ali Kuşçu'dur. Razi'ye bunu yapma
imkanını veren ne? Yeni dünya resimleri ki bu çok önemli bir nokta.
Medeniyetler, dünya tasavvurları üretirler; bu dünya tasavvurları ise bütün
fikrini verir. Bütün fikrinde biz parçanın bilgisini, anlamını ve meşruiyetini
elde ederiz. Bilme, anlama ve anlamlandırma bununla mümkündür. Dünya tasavvuru
iki alt gruptan oluşur; hayat görüşü anlam tarafını, dünya resmi de resim
tarafını verir. Ancak bir sıkıntı var, dünya tasavvurları zamanla hayat görüşüne
dönüşebilir. Bugün Türkiye'de olduğu gibi. Ben Gazaali'ciyim diyor, tek başına
Gazzali'ci olmak ne işe yarar? Kendini eğlersin, tatmin edersin, makam mevki ve
mülk kazanırsın. Var mı Türkiye'de, var! Ümmetin sorununu çözüyor musun,
çözmüyorsun. Birbirimizle uğraşıyoruz Eş'arî, Bâtini, Ehl-i sünnet ve Şiî
oluyoruz, Aritotelesçi oluyoruz ama bir türlü kendimiz olamıyoruz. Bu kadar çok
şey olursan kendini kaybedersin. Dünya tasavvurlarını hayat görüşü haline
getiriyoruz ve bu da büyük bir sıkıntı yaratıyor. Niye? Çünkü dünya resmi gelip
geçiyor, değişiyor. Hayat görüşü, evet ilkeleri sabit ama yorumu farklıydı,
değişikti. Dünya resmi İbn Sina'nın matematiği, optiği ve astronomisi değişti.
Sen bugün Harezmî'nin cebrini kullanmıyorsun. Dünya resimleri değişken
arkadaşlar. Kaldı ki hayat görüşlerinde idrak ve yorumlama değişken. Onun için
dünya tasavvurlarını bir bütün olarak muhafaza edemeyiz. Bu bizi gerçeklikten
alıkor. Tarihten düşürür. Halbuki ne dedik dünya tasavvuru hayati bir konu. Dünya
tasavvuru üretmemiz hayati bir konu. Çünkü bilmemiz, anlamamız ve anlamlandırmamız
bununla mümkün. Biz bugün bilemiyorsak, anlamıyorsak ve anlamlandıramıyorsak,
dünya tasavvurlarımız olmamasından, parçaya ilişkin bilgimiz yok, anlamımız yok
meşruiyetimiz hiç yok. Size bir örnek vereceğim: Gazetelerde soruyor okuyucu: “Sayın
hocam pazardan aldığım şeyin kaynağını sorgulamak zorunda mıyım?” Fakih cevap
veriyor “Hayır, çünkü Ebussuud Efendi dedi ki” diyor halbuki Ebussud'un pazarıyla
bugünkü pazar aynı değil. Resmi dikkate almıyorsun. Ebussuud'un pazarı
1520'lerde iktisat teşkilatı tarafından sıkıca denetlenen ve pazarın müslüman
olduğu bir dönem. Ama bugünkü pazar öyle değil. Adamın verdiği fetvaya bakın.
Bugünkü pazar değişmiş. Fıkıhta bile verdiğimiz fetvalar dönemin resmiyle son
derece alakalıdır. Diyelim ki Trabzon'dan bir aile Almanya'ya gidiyor. Orada
bir çocukları doğuyor. Çocuğa giderken çektikleri Trabzon fotoğrafını
gösteriyorlar. Çocuk o resimle büyüyor. 30 yıl sonra gidip göreyim Trabzonu
diyor. Bakıyor ki resimle gerçeklik kopuk. Ne yapması lazım? Ya resme bağlı
kalacak ya da resmini yenileyecek. Benim kastettiğimde bu, zor bir şey değil.
Resim değişti biz bu resim üzerine yapılmış yorumları ve dünya tasavvurlarını
muhafaza etmeye çalışıyoruz.
Peki ne yapmamız lazım? İslâmı sadece bir din olmaktan çıkartıp (sadece din
olursa Yahudiler gibi olur) bir hayat görüşü olarak yeniden yorumlamamız lazım.
Yani İslamî hayat görüşünü yeniden teklife dönüştürmemiz lazım. Yeniden ifade
ve istifade edilecek hale getirmemiz lazım. Bügünkü din dili yetmiyor. Bügünkü
din dili 15-25 yaş arasında işe yarıyor. Ondan sonra herkes hayata atılınca
hayatın şartlarına göre iş yapıyor. Bunu biran evvel halletmemiz gerekiyor.
Hayat görüşümüzün ilkeleri değişmez, mevcuttur. Biz bunu yeniden bugünkü dille
anlatmamız lazım. Hakikati adaleti ve mehabbeti yeniden ifade etmemiz lazım.
Yeniden bunu dile dökmemiz gerekiyor. Metafizik çanak budur. Metafizik
çanak olmadan başkalarının çanağında gözümüz olur.
İkincisi; mevcut dünya resimlerinden korkmamamız lazım. Quantumdan bilimden
korkmak gerekmez. Resim olarak elbette her resim bir tasavvur içerisinde bize
geliyor. Ve o tasavvurun da hayat görüşü var. Kapitalist hayat görüşü, Protestan
hayat görüşü. Şüphesiz hayat görüşleriyle, bilimle kavga etmenin anlamı yok.
Fizik yaptığımız zaman quantumu görmeden fizik yapamazsınız ki. Müslümanlar
fizik yaparken Aristotelesi, Galeni, Öklidi, Pers kültürünü dikkate almadılar
mı? Aldılar. İbn Sina'nın tıp kitabı bir sentezdir. İbn-i Sina'ya %5 unsuru ait.
Çünkü her şey var orada. Bütün kitaplar için bu böyle. Yani Harezmi algoritmik
hesabı kurdu, kitabın adı Hisabü’l-Hindî (hint hesabı). Harezmi ben
müslümanım Hint adını veremem dedi mi? Ne olacak? Biz fizik yapınca quantumu
görmeyince ne yapacağız, biz atomlara abdest mi aldıracağız, nedir yani?
Quantum quantumdur. Quantumun durumu mevcut dünya görüşleriyle (bu marksizim,
kapitalizm olabilir). Onlara sataşacağız tabi. Ama biz ne yapıyoruz
resimle uğraşıp yorumu aradan alıyoruz. Farkında bile değiliz. Dünya
resimleriyle yüzleşmemiz lazım mevcut dünya resimleriyle yüzleşmemiz lazım.
Mevcut dünya resimleriyle iş yapamayız artık kendimiz dünya resmi üretmemiz
lazım. Biz bugün fizik yapıyor muyuz? Optik yapıyor muyuz? Psikoloji yapıyor
muyuz? Bakın Adalet ve Kalkınma Partisi var ama bir tane adalet teorisi
kitabımız yok. Oda bir resim. Devlet teorisi kitaplarımız var mı yazıyor muyuz?
Osmanlıda 2500 tane siyasetname var. Bu adamlar kral olduktan sonra bile bu
işle uğraşmışlar. Belli oranlarda belli ihtiyaçlar çerçevesinde yazıyor muyuz
yok. Kesinlikle mevcut dünya resmiyle yüzleşeceğiz. İster Çin'de üretsin ister
Amerika'da fark etmez. Çünkü dünya resmi bu. İnsan komisyonu ortaktır. Kendimiz
resim üretmemiz lazım ve hem yeni yaptığımız hayat görüşü ile hem de bu dünya
resimleriyle entegre dünya tasavvuru üretmemiz lazım. İbn Sinacılık Yunan kültürü
ile bir hesaplaşma idi. İbn Sina İslamı satarak iş yapmadı, İbn Sina bir
Atina'lı düşünür değil. Hanefi kadısıdır ve Bağdat civarında yaşamıştır. Onun
derdi İslam hayat görüşünü kültür birikimi içerisinde yeniden formüle
edebilmekti ve bunu çok ciddi bir şekilde başardı. Yahudileri, Hristiyanları,
müslümanları herkesi etkiledi. Kelamı etkiledi. Razi bunu tekrar yaptı. Seyyid
Şerif Cürcani tekrar yaptı. Ali Kuşçu tekrar yaptı. Ali Kuşçu'yu matematikçi
astronom zannediyorsunuz, çok ciddi bir kelamcı. Biz bunu yapabiliyor muyuz?
Var mı dünya tasavvurlarımız? Yok. Senin bir şey diyebilmen için teklifinin
olması lazım. Teklifin yoksa başkalarının dediğini tekrar etmiş oluyorsun. Bunu
yaparken tarihi tecrübelerden istifade etmeyi de ihmal etmeyeceğiz. Atalarımız
nasıl yapmışlar? İslâm medeniyeti ya da islam itikadı 1500 yıllık bir tecrübesi
olan itikaddır. Biz dün doğmuş bir kültür, medeniyet değiliz. 1500 yıllık
itikadımız var, buna saygı duymak zorundayız. Eğer bilmek istiyorsak olup
biteni anlamak istiyorsak hızlıca bu süreçleri geçmemiz gerekir yoksa
birbirimizle kavga eder dururuz. Kendimiz olmayız ama her şey oluruz. İhvancı,
marksist, Eş'ari, Ehl-i sünnet oluruz, şucu bucu oluruz. Ehl-i sünnetin de adı
var. Kimsenin olaylara Maturîdî ya da Eş'arî baktığı yok. Baksanda zaten
göremezsin o gözlük bitti. O gözlüğün çapı bitti. O döneminde muazzam iş yaptı,
onların hepsi müthiş insanlar ama o adamların yaptığı fotoğraf makinesiyle
bugün sen gerçekliğin fotoğrafını çekemezsin, pikseli düşük. Adamlar yepyeni
makine yaptılar. Buna çok dikkat etmemiz gerekiyor. Kuran-ı Kerim Fussilet 53.
ayette Cenabı Allah şöyle diyor: “Afak veya enfüste ayetlerimizi onlara
göstereceğiz.” Bu afak ve enfüsü tefsir tarihinde nasıl yorumlamışlar merak
ettim ben. Benim dediklerimin hepsinin özeti burada. İlk tefsirlerde afak ve
enfüs ne biliyor musunuz? Müslümanlar dışarıya yeni çıkıyor ya, değişik ülkeler
ve insanlar gerçekten. Çünkü adamın haritası yok ki ilk defa hayatında çölden
çıkıyor. Mısır'a vs. gidiyor ne değişik ülkeler var, afak ya burası diyor.
Fakat orayı temessül ettikten sonra afak ve enfüsü farklı kültürler farklı
adet, gelenek, dinler olarak görüyor. Fakat Bağdat'tan sonra afak ve enfüs
kozmoloji ve psikoloji olarak alınıyor. O kadar ki Şemsettin Semerkandi (ö.1434)
bir ilim dalı kuruyor; ilm-i afak ve enfüs. Ayetten hareket ederek ilim kuruyor
adam. Şemsettin Semerkandi Maturidiliğin en önemli ismidir. İci'den önce ölmüştür.
Büyük bir matematikçi. Evrensel tartışma metodu kurmuş, astronom, rasathanede
çalışmış. Deha milyonda birdir. Seksen milyonuz sekiz tane dehaya ihtiyacımız
var bizim değil mi? Neredeler? Toplum, kültür olarak dehaları öldürüyoruz, yok
ediyoruz. Mehmet Genç hoca der ki; Osmanlı bir zeka avcısıydı. Müthiş bir
sistem var Osmanlıda. Toplumun en zeki insanlarını tespit ediyorlar. Köle bile
olabilir. Tunus'lu Hayrettin Paşa köle ama Abdülhamit'in sadrazamı. Kaptan-ı
Derya Hasan Paşa köle bu adam, Merzifon'lu Mustafa Paşa Merzifonlu bir sokak
çocuğu. Barbaros Hayrettin korsan. Benim dedem Hacı Süleyman Fazlıoğlu 1650
Akıncı beyi, Trabzon'un en önemli eşkıyası bu adam. Adam iki, üç bin kişiyi
etrafında topluyorsa doğal liderdir, lider olmak kolay mı? Liderin okulu var mı,
ben okudum lider oldum, enteresan adam. Osmanlı bu liderleri paşa yapıyor. Paşa
yapıyor ama doğal çevresinden uzaklaştırıyor, Balkanlara gönderiyor. Hacı
Süleyman Fazlıoğlu savaşarak ölmüş. Dedemin dedesi Hüseyin Efendi o da eşkıya,
onu da Trabzon Subaşısı yapıyorlar. En iyi hırsız bütün hırsızları bilir.
Trabzon eyaletini mum gibi yapıyor adam. Osmanlı zeki adamı buluyor ve hemen
önünü açıyor, açmakla kalmıyor, bir de itekliyor. Biz de zeka avcısıyız niçin?
Gördüğümüz yerde öldürüyoruz sınıfın en zekisini. Hoca asistan almaz, kendisini
geçer diye. Sonra da çok geri kalıyoruz diyorlar, ilerletecek adamları
öldürürsen nasıl ilerleyeceksin. Orta zekalılarla bu iş olmaz. Orta zekalı,
gerizekalı ayıp bir şey değil. Cenab-ı Hakkın yaratmasına saygı duyacaksın
tabi. Semerkandî bu ilmi kuruyor, asıl meselemiz şu mahluktan hâlıka nasıl
gidilir? Mahluktan halıka gidebilmemiz için ne yapmam lazım? Semerkandi diyor
ki; ''Afak ve enfüsün bilgisine sahip olmam lazım.'' Afakın bu dönemdeki
bilgisi nedir? Kozmolojidir, astronomidir, matematiktir, oturuyor ve metinde
bunları yazıyor. Enfüs dönemi, nefis nedir, ruh nedir ve buradan hareket ederek
varlıktan halıka gidiyor. İnanılmaz bir eser. Ben kendi kendime dedim ki
aslında bizim durumumuz şuna benziyor: i) Şemsettin Semerkandi'nin bu ilm-i
afak ve enfüs yorumunu hiç görmeyebiliriz, bunu reddedebiliriz ki modern İslam
bunu yapıyor. Diyorlar ki bizi geçmişte yapılanlar hiç ilgilendirmez.
Gelenekselciler orada gömülüp kalıyorlar. Peki çözüm ne? Orada dördüncü yorumu
yapmamız lazım. Adam yapacağını yapmış. Senin şimdi quantumu dikkate alıp
çağdaş kozmolojiyi ve çağdaş psikoloji çalışmalarını dikkate alıp ayeti yeniden
yorumlaman lazım, bunu ümmet alimlerimiz böyle yapmış. İlk dönemde kendi
dışındaki coğrafya sonra kültür, gökyüzü, yeryüzü bilimlerini öğrenince orada
bırakmışız, devamını getireceksin. Buna süreklilik diyoruz. Süreklilik kavramı
usul-i fıkhın kavramıdır, hem gelenekselciliği aşarsın hem de modernizmi
aşarsın. Geleneğe de en azından orada verilen emek bakımından saygı duyar ve onların
tecrübesini önemsersin. Oraya kendini eklemlersin, fakat orada gömülü
kalmazsın. Modernistleri de aşarsın reddetmezsin onları. Bizim yapmamız gereken
şey bu yorum geleneğini sürdürmeyi becerebilmemiz. Böyle yaparsak bilmeyi,
anlamayı, anlamlandırmayı sürekli kılabiliriz. Aksi taktirde başkalarının
metafizik çanaklarında yaşamaya devam ederiz. Hayat ve tabiat tamamlanmamış,
evren çalışmaya devam ediyor. Hayat da tamamlanmamış, bakın insanlar devam
ediyor. Devletler kuruluyor. İleride nasıl devletler kurulacak bilmiyoruz,
belki internet devletine geçeceğiz, bilemeyiz ki. Ne hayat ne de tabiat
tamamlanmamıştır. Açık uzaydır, kendilerini örmeye devam ediyorlar,
çalışıyorlar. Gelelim bizde kendimizi örmeye devam edelim. Bu ayetin dördüncü
beşinci altıncı yorumunu yapmamız gerekiyor. Peki bunu nasıl yapacağız? Bunu yapmanın
tek yolu var başka hiçbir yolu yok. İslâm hayat görüşünü bir var oluş tarzı
haline getirmemiz gerekiyor. İslâm hayat görüşü bugün felsefî bir sistem,
politik bir sistem her şeyi yaptık ama bir var oluş tarzı. Ne demek var oluş
tarzı? Ne diyor İbn Haldun: “Hz. Peygamber zamanında Medine'de Kuran okumakla
14.yy da Tunus'ta Kuran okumak arasında ne fark var? Çok çağdaş bir soru. Verdiği
cevap çok ilginçtir. Tunus'ta 14.yy da Kuran okumak bir makam meselesidir, sosyal
statüdür, meslektir. Ama Hz.Peygamber zamanında Medine'de Kuran okumak bir
varoluş tarzıdır. Varlığını o okuma üzerinden inşa etme, üretme tarzıdır. Biz
bunu yapabilirsek bu işi öğreniriz. Din kavramını ricing? (böyle kaydedilmiş,
anlayamadım, o.d.) kavramından kurtarmamız lazım. Önde müslüman arkadaşlar; “Efendim
bu dini değil” diyor. Müslümanın her şeyi dinidir. Para kazanmak da
tuvalet de ticaret de dini. Din uhrevi ve dünyevi olarak görülemez. Çünkü
bunlar sıfattır. Uhrevilik Hristiyanlıktır, dünyevilik Yahudiliktir. Uhrevilik
ve dünyevilik bizim için mutlak kategoriler değil. Sıfattır onlar, maddi ve manevi,
cismani ve ruhani, bütün bu ayrımlar sıfattır, esas değildir. İskender
Hindistan'a ulaşınca Hintli rahipler hepsi kel, özel kıyafetleri var binlercesi
dizilmiş enginizasyon (meditasyon?) yapıyorlar. İskender'in çok dikkatini
çekiyor, gidiyor en başındakine ve diyor ki: “Siz ne yapıyorsunuz?” Kendimizi
fethediyoruz diyor. Sonra bu vatandaş İskender'e; “Sen ne yapıyorsun?” diyor.
İskender: “Dünyayı fethediyorum” diyor. Ben bunu şöyle bağlamıştım: Dünya ile
kendin arasında bu kadar keskin ayrım yapma. Sen biraz dünyasın dünya biraz
sendir. İkincisi; bir müslüman sadece dünyayı fethederek iş yaparsa Moğollara
Amerikalılara döner. Sadece kendini fethetmeye kalkarsa Hint mistisizmine döner.
Biz hem kendimizi hem dünyayı aynı anda fethetme becerisini göstermemiz
gerekiyor. Sahabe bunu yaptı. Kendini fethetmeden dünyayı fethetmeye kalkan
insanlar ne hale dönüşüyor görüyorsunuz. Kendini ihmal ederek tek başına
dünyayı göz önünde bulundurmak çok tehlikelidir. Fakat sırf kendine takılıp
kalmak da dünyayı ihmale sebep olur. Sarık cübbee tak, sosyal hayattan kendini
tecrit et, ne güzel müslümanım. Ne dedik? Müslümanlık sokakta, çarşıda ve pazardadır.
Mağarada değil. Bu iki fetih birleştirilirse ki “ed-din” budur. Müslümanın
yaptığı her şey dinidir. Sen para kazandığında rızkını kazandığında dini bir
şey yapmıyor musun? Müslüman olduğunda senin herşeyin dinidir. Din eğer yol
demekse doğumdan ölüme bizim biran evvel bu İslâm hayat görüşünü varoluşsal bir
tarza dönüştürmemiz lazım. Yoksa kendimizle uğraşmaya devam ederiz. Niye
birbirimizle kavga ediyoruz biliyor musunuz? Kendini aşan bir fikri olmayan
insan ya kendisiyle uğraşır ya başkasıyla savaşır. İnsanlara sunabileceğimiz
bir teklifimiz yok, dışarıya çıkamıyoruz kendimizle kavga edip kendimizi meşgul
ediyoruz.
NOT:
Seminer Çanakkale İlim Yayma Cemiyeti'nde gerçekleştirilmiştir. (01. 08. 2017).
Bir günlük seminer notlarının temininde emeği geçen Sn. Osman Demir ve Sn. Rüştü Atmaca'ya teşekkürü bir borç bilirim.
KONUŞMAYI KAYDETMEK İÇİN:
KONUŞMAYI KAYDETMEK İÇİN:
İhsan Fazlıoğlu Semineri: "İslam Temeddününü Okumak: Hayat görüşü, Dünya Resmi ve Dünya Tasavvuru Açısından Bir Değerlendirme" (PDF) İncelemek ve kaydetmek için linke tıklayınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder