İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi XVIII: "Bâliğiz Ama Âkil Değiliz"

İhsan Fazlıoğlu ile Röportajlar Serisi XVIII: "Bâliğiz Ama Âkil Değiliz"

Deizm ve ateizm tartışmaları son birkaç aydır gündemimizden düşmüyor. Gençler üzerinden hareketle şekillenen bu tartışmalar Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu Hocanın bir konferansından cımbızla alınan sözlerle alevlendi. Konu üzerinde herkes konuştu veya ahkam kesti. Ama Hocanın kendisi hariç. Peki Hocanın “Başörtülü deistler” olarak haberlere konu olan sözleri ne demekti? İhsan Hocanın kastı neydi? Kendisine birçok farklı yerden röportaj talebi geldi, sorular soruldu. Ama o sadece bizimle (Genç Dergisi) konuştu.

Bir konferansınızdaki “15 Temmuz’dan bu yana benim odama 17 tane başörtülü deist bile değil tanrı tanımaz öğrenci gelip benimle bu konuları konuştular. Başörtülü öyle geleneksel de değil bildiğin başörtülü. Aileleri de örtülü aile. Ortak neden sahnede dini temsil ettiğini söyleyen insanların eylemlerinin sonucudur. Mesele bu kadar ciddidir. Bu sonuçlarla yüzleşmezsek 30 yıl sonra çok farklı şeyler konuşuyor oluruz” sözleriniz çok tartışıldı. Tabii bu bir video kesiti olarak yaklaşık 1 dakikalık şekliyle yayımlanıyor. Bunu bu şekilde değerlendirmek doğru mudur? Cımbızla alınmış sözlerle sayfalar dolusu ahkâm kesmenin nasıl bir ruh hâlinin sonucu olduğunu düşünüyorsunuz?
Öncelikle eslâfın şu kaidesini zikredelim: “el-Hukmu ale’ş-şeyi fer’un an tasavvurihi...” Yani bir şey üzerine yargıda bulunmak, o şeyin tasavvurunun, kavramının, mefhumunun bir uzantısıdır. Bir olgu ve olay hakkında zihninizde bir kavram ya da kavramlar yok ise, o olgu ve olay hakkında da ahkâmda bulunmazsınız. Bulunsanız da yargılarınız sizin tahayyül edip muhayyilenizde var-kıldığınız hayalî, vehmî, artık ne denilirse densin, ahvâl hakkında olur. Bu gerekçelerle ahkâm kesmeden önce söz konusu durum hakkında bir tasavvurumuzun olması gerekir.
Öyleyse dediğiniz gibi söz konusu durum hakkında bir tasavvur oluşturmamız için nasıl bir yol izlemeliyiz?
Öncelikle dış şartlar açısından bir tasavvur oluşturalım. Söz konusu cümleler, önce Teknik Elemanlar Derneği’nin (TEKDER) İstanbul Şubesi’nin davetiyle gerçekleşen, “Şeylerin arasında yaşamak: Hayatın anlamı üzerine dairevî akıl yürütmenin imkanı var mı?” adlı konuşmada belirli bir bağlamda dile getirilmiş; akabinde Enderun Özgün Eğitimciler Derneği’nin davetiyle İnsan ve Medeniyet Hareketi Genel Merkezi Bahariye’de düzenlenen “AmenTU” diyebilecek bir ferd yetiştirmek: “Terbiye, talîm ve ted’îb kavramları açısından bir soruşturma...” başlıklı konuşmada yine farklı bir bağlamda yeniden ifadelendirilmiştir. Her iki konuşma da câmianın içinde bir dertleşmedir...
Müsaadenizle, unutmamak için araya girerek sormak istiyorum: Söz konusu tartışmalardan sonra farklı mahallelerden söyleşi teklifi geldi mi?
Öncelikle 'mahalle' sözcüğünü sevmiyorum. Nazarımda Türkiye tek bir mahalledir. Ayrıca, başkalarının icat edip belirli bir amaç için kullandığı sözcüklerle düşünmeyi reddediyorum. Bir bütün, bir küme içinde farklı inanç, düşünce, vb. parçaların ya da alt-kümelerin olması gayet tabidir. Bunlara da câmia adını veriyorum. Sorunuza dönersek: Evet! Geldi! Tek bir cevap verdim: "Kendi câmiamın sorunlarını başka câmialarda konuşmam..." Kişi, kendi evinin sorunlarını komşusu ile müzâkere etmez; ancak binanın sorunlarını komşusuyla tartışabilir; mahallesinin sorunlarını da mahallelisiyle... Dolayısıyla bu tür konuları iç-içe geçmiş kümeler gibi düşünmeliyiz: Neyi, nerede ve kiminle konuştuğumuz önemlidir. Çünkü amaç sorunu dile getirmek, paylaşmak ve birlikte çözmeye çalışmaktır. Paylaşımın ve birlikte çözümün olmadığı, sadece başka amaçlar için kullanımın bulunduğu bir yerde niçin kendi sorunumu müzâkere edeyim ki?..

Tekrar baştaki soruya dönersek... Yani söz konusu durum hakkında bir tasavvur oluşturmak...

Evet! Şöyle bir nazarî çerçeve çizelim... Herhangi bir olgu ve olay hakkında konuşurken şu süreç takip edilir: 1. Tespit yani olgu ve olayın varlığı ki, bu nedenle buna 'varlık-delili' (innî, quia) denir; 2. Bunun nedeni, sebebi ki, buna 'niçin-delili' (limmî, propter quid) adı verilir; 3. En nihayet tespit ve nedenini somut kılmak için bir misâl/örnek getirilir. Yani, "X, Y'dir"; Çünkü, 'p' gibi bir neden var. Nitekim, 'şu örnek' de buna işaret ediyor.

Daha somut ifade edebilir misiniz?

Tamam! Bir benzetme ile açıklayayım... Şöyle dediğimi varsayalım: "Türkiye'de kuraklık artıyor. Çünkü, suyu işlevsel kullanmıyoruz. Nitekim, bugün evden gelirken kırk elma ağacının kurumuş olduğunu gördüm." Peki insanlar neye dikkat kesildiler? Ne kuraklık ne de nedeni suyun işlevsel kullanımı... Sadece "kırk elma." Peşi sıra garip sorular: Niçin şeftali ya da ayva değil; neden kırk tane de elli değil; hepsini bir günde mi gördünüz; yoksa bir süreçte mi; saydınız mı?.. Pek çok koca adam bile benzer bir üslubu takip etti... Başka bir ifade ile trafik işaretinin gösterdiği yere değil, bizzât işaretin üzerine gittiler... Halbuki yine eslâfın dediği gibi, "el-Munâkaşa fi't-temsîl leyse min edebi't-tahsîl" yani "Temsîl (örnek) üzerinde tartışma, tahsilin (öğrenmenin) edebinden değildir" ya da "en-Nikâş fi'l-misâl leyse min edebi'l-ricâl" yani "Misâl(örnek) üzerinde tartışma, insanın edebinden değildir." Tüm bu ifadelerden sonra ne diyebilirim ki!..

Öyleyse izin verirseniz, söz konusu iki dertleşmede üzerinde durduğunuz konuların neler olduğunu sorabilir miyim?

TEKDER'de yaptığım konuşmada üzerinde durduğum konu şöyle özetlenebilir: Çağdaş mahsûs gerçeklik anlayışı bir köken ve son yani dönüş fikrini içermez; dolayısıyla mümkün bir gerçeklik olarak 'gâib' fikrine yer vermez. Bu şekildeki bir gerçeklik aşkın ve içkin bir hakikati var-saymaz; meta-anlatıları kabul etmez. İnsan nesneler arasında yaşayan herhangi bir nesnedir. İnsanın anlamı burada var-olmakla sınırlıdır. Bu düşünce ister farkında olalım ister olmayalım hepimizin eğitim ve öğretimle zihnine kazınmıştır.... Tüm bunların sonucu olarak 'öte-dünya' ve 'hesap fikri' lafzî düzeyde kalmakta mefhum düzeyinde idrâk edilememektir. Tüm konuşma bu ana fikir etrafında cereyan etmiştir. Enderun Özgün Eğitimciler Derneği'ndeki konuşmada ise eğitim, öğretim ve edep kavramları çerçevesinde Âmentu eyleminin bedelini ödemeye hazır kendilik bilinci yüksek fertler yetiştirmenin önemi ve gereği üzerinde durdum. Her iki dertleşmede temsil kavramı üzerine özellikle vurgu yaptım; inanç ile temsil arasındaki ilişkiye işaret ettim. Söz konusu örneği de bu çerçevede verdim.

Devam etmeden sormak istiyorum: Vurguladığınız gibi inanç ile temsil arasında böyle zorunlu bir ilişki var mı?

İnancı bireysel düşünüyorsanız ya da nazarî bir tutum olarak görüyorsanız yok... Ancak inancınızı kamusal kılmak istiyorsanız onu bir teklife dönüştürmelisiniz. En iyi teklif temsildir. Yani o inanca sahip kişinin o inancı temessül etmesi; özümsemesi ve davranışlarına yansıtması... Bu tutum, insanların inancınıza katılmasına imkân verir. Bunu görmemek toplumsal gerçekliği idrak edememek demektir. Ve elbette daha vahimi İslâm'ın tarihî macerasını anlamamak... Unutmayalım "el-Dîn, muâmeletun..." Yani din, karşılıklı davranış, ilişki, iş tutmadır. Yeri gelmişken şu noktayı tebarüz ettirmek istiyorum: Kişisel olarak 'bireysel dindarlık' ile ilgilenmiyorum. Âmiyâne bir deyiş olacak ama hiç kimse Tanrı'nın özel kalem müdürü değildir. İnsanlar âkil-bâliğ'dir; ayrıca bireysel dinî yaşantı mahremdir. Bu mahremi tecessüs etmek, tarassut etmek câiz olmadığı gibi; insânî ve ahlâkî de kabul edilemez. Vurgu yaptığım 'kamusal dindarlık'tır; yani muâmele anlamında din; hak, hukûk, kısaca adalet ve mahabbet... Bu noktayı görmemek ya 'çağrışım' yoluyla düşünmek demektir ya da İvan Pavlov'un deneyinde olduğu gibi 'şartlanma' yoluyla...

Tüm bu açıklamalarınızdan sonra merakımın daha da arttığını belirtmeliyim. Madem vurgunuz 'deizm' ve 'ateizm' ya da 'başörtülü kızlar' değildi; bunlar nasıl öne çıktı?

İşte burası beni en çok hayrete düşüren ve bir o kadar da ibretle izlemeye sevk eden nokta... TEKDER'deki konuşmaya katılan birisi ki, eylemine nisbet ile kesinlikle iyi niyetli biri olduğunu düşünmüyorum, bu kısmı video olarak sosyal medyada dolaşıma soktu. Bir kaç kişi de buna atıf yaptı; o kadar... Ancak ne zamanki Oda TV bunu "Türbanlı ateistler yayılıyor" başlığıyla haber yaptı ve akabinde de yine başka câmiadan bir yazar köşe yazısında buna temas etti, işte o zaman benim câmiam da, tabiri caizse bu oyuna gelip, at koşturmaya başladı. Konuşmaların kayıtları sosyal medyada mevcut ama kimse işin hakikatini konuşmaya yeltenmedi; tersine üzerine konuşmakla yetindi... Büyük oranda Oda TV'de yayımlandığı şekliyle kullandılar; eklemeler çıkarmalar; iş aldı başını gitti. Halbuki o iki konuşmada da daha ağır tespitler ve örnekler mevcuttur. Kaldı ki, yine sosyal medyada dolaşımda olan bazı konuşmalarımda da benzer konulara çok daha önce temas etmiştim. Mesela, bu çerçevede Haziran 2015'te yaptığım "Yeniden mükellef ve mesul insan: Günümüz din dilinin eleştirisi" adlı konuşmam ile bir çok söyleşi ve yazımda benzer tespitleri paylaşmıştım...

İlginç!.. Câmianın bu durumunu nasıl yorumluyorsunuz?

Tam da tespitlerimi doğrular şekilde yorumluyorum. Nasıl ki, büyük ölçekte oryantalizmin yazdığı anlatılarda kendimize bir yer buluyorsak, bir figüran olmayı kabul ediyorsak; küçük ölçekte de, Türkiye'de kendi sorunlarını ele alamayan, kendi dertlerini kavramsallaştıramayan, modelleyemeyen; eleştirdikleri ama derinden gıpta ettikleri efendilerinin sözlerine kulak kesilen birer figüran gibiyiz. Kendilik bilinci bulunmayan; bâliğ ama âkil olmayan... Düşünce açısından geçmişinden geri kalmış... Bu hâlde kültürel iktidarı nasıl elde edeceğiz; daha kendimiz hakkında konuşmayı beceremezken... Ama utanmadan Hucurât suresinin 6. âyetini de okumayı ihmâl etmeyiz...

Tüm bu eleştirdiğiniz durumdan bağımsız şekilde sormak istiyorum: Kendi tabirinizle bir Türk Bilgini olarak, böyle bir tehlike yani, deizm, ateizm tehlikesi görüyor musunuz?

Bu ayrı bir soru... Bunun için çeşitli araştırma teknikleri ile çalışmalar yapılır; sonuçlar değerlendirilir. Veriler olmadan, yukarıda işaret ettiğim gibi bir şey hakkında belirli bir tasavvur elde edilmeden yargıda bulunamayız. Yine de ben bir yol gösterebilirim: İlgililer, câmianın psikolog ve psikiyatristleriyle bir araya gelip durumu ampirik olarak deneyimleyebilirler... Öte yandan bu tür konular üzerinde durmak için illa bir tehlike algısına ihtiyaç yok. Daima iç-kaleyi muhafaza etmek için dış-kaleyi tahkîm etmek zorundayız. Çağdaş şüpheler, reddiyeler ve eleştiriler bağlamında kendi cevaplarımızı üretmemiz gerekmez mi? Bu konuda verdiğim bir örnek var: Elbisesi olmayan bir insan soğukta üşür; kendisine verilecek ilk elbiseyi giyer. Aklı üşüyen, manası titreyen bir insan da kendisini ısıtacak bir fikir, bir düşünce bir felsefî, dinî, her ne ise, dizge ile karşılaştığında onu benimser. Bu işin doğasıdır. Bu nedenle hem 'Emân'ınımızı hem de 'Îmân'ımızı korumak için sürekli teyakkuz hâlinde bulunmamız zorunlu değil midir?

Tüm bu açıklamalardan sonra çekinerek soruyorum; kendim için değil de, konu hakkında bu çarpıtmalardan dolayı oluşan müphemiyetleri izale için... Dediğiniz gibi bir misâl ancak maalesef işaret ettiğiniz nedenlerle yazılıp çizildi. Niçin 15 Temmuz ve "Başörtülü kız öğrenci..."

Evet!.. Birinci şık için açıkça şunu söyleyeyim: Ahlaksızlık ve paranoya... Özellikle 'hak' peşinde değil de 'pay' peşinde olanların herzeleri... 15 Temmuz, nedenleri ne olursa olsun ve aktörleri kim olursa olsun, bin yıllık Türk siyâsî ve toplumsal hâkimiyet sembollerine yapılmış bir saldırıdır; aynı zamanda akidemizin bin yıllık tecrübesine yönelik bir tecavüz girişimi... Özellikle gençler için bir sadme; kırılma noktası... Bunun çok örneklerine şahit oldum maalesef... İkincisi ise kendime ilişkin psikolojik bir durumdan kaynaklanıyor olabilir: Çünkü bu camiada kendimi bildim bileli, din, İslâm kadınların omuzlarına yüklenmiş vaziyette. Hayatım boyunca pek çok konuda bunu gördüğüm gibi; eşim de bu durumun en canlı timsali... İşin ilginç yanı Müslüman kadınlar ve genç kızlar bu ağır yüklerine mütenasip bir saygıya ve takdire de muhatap değiller... Tam tersine tahfîf ediliyor hatta tahkire uğruyorlar... En azından ben öyle gördüm ya da öyle düşünüyorum...

Şimdiye kadarki konuşmamız bana bir söyleşinizde bahsettiğiniz İmam Gazâlî'nin "Lafızlarla ahmaklar düşünür" cümlesini hatırlattı. Bizim sorunumuz biraz da lafızlara takılıp mefhumu anlamamak olabilir mi?

Biraz ne kelime... Ama bundan önemlisi "niyet." Denir ya, "uyuyan birini uyandırmak kolaydır; ama uyuma numarası yapanı uyandırmak çok zordur" İşte bizim öncelikle bu niyet sorunu çözmemiz lazım. Ahmed Yesevî bin yıl önce 'lafızla-yaşamak' ile 'manayla yaşamak' ayrımını yapar ve ekler, lafızla-yaşamak riyâkârlık yaratır; manayla-yaşamak ise ihlâs... Hele bir de kurumsal riyâkârlık... Artık gerisi toplumsal şiddet üretir...

Güzel ve açıklayıcı bir söyleşi olduğunu düşünüyorum. Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
İdama mahkum edilen ve idamdan önce "son bir sözün var mı?" diye sorulan hem-şehrim büyük Türk filozofu Temel'in dediği gibi: "Ha-bu bağa ders olsun..!" Oldu da..!
Kaynak:
http://gencdergisi.com/12482-baligiz-ama-akil-degiliz.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Popular Posts