İhsan Fazlıoğlu: "Greklerden Önce Felsefe: Kadim Babil’de Hakikat Arayışı"
Diodoros Sikeliotes (Lat. Diodorus Sicilus) yani Grek tarihçi Sicilyalı Diodorus, M.Ö. I. yüzyılda kaleme aldığı Tarihî Kütüphane (Lat. Bibliotheca Historica) adlı Dünya Tarihi’nde, seyreltilmiş bir deyişle Akdeniz Dünyası’nda yaşamış milletlerin ve kültürlerinin hikâyesini sunar okuyucuya… Kadim dönemde tarih deyince hemen işaret edilmelidir ki, bir tür araştırma anlamına gelen historia, en genel manasıyla emperia’ya (deneyime) theoria’dan (nazarîden) çok daha yakındır. Bu nedenle yazarın verdiği bilgiler ya doğrudan kendi deneyimlerine ya da Diodoros’un kitabının adının da imlediği üzere, konuyla ilgili daha önce eser kaleme almış müelliflerin gözlemlerine dayanır.
Diodoros, eserinde Truva Savaşı’ndan sonraki Grek ve Roma tarihini ayrıntılı bir biçimde hikâye ederken, Mezopotamya ve Mısır gibi Grek öncesi barbar (Yunanca konuşmayan) kültürler hakkında kısa malumat vermekle yetinir. Diodoros’un eserini tam bu noktada ilginç kılan barbar kültürler hakkında konuşurken Asurlular ve Medler’e oranla Keldanîler üzerinde fazla durmasıdır. O’na göre Keldanîler, Asurlular ve Medlerin tersine yalnızca askerî beceriler ile yetinmemişler; belki daha çok “kendilerini tanrılara adamışlar ve tüm ömürlerini ‘felsefe yaparak’ geçirmişler ve büyük şöhretlerini astronomia (astronomi ve astroloji) alanında elde etmişlerdir.”
Diodoros, eserinde Truva Savaşı’ndan sonraki Grek ve Roma tarihini ayrıntılı bir biçimde hikâye ederken, Mezopotamya ve Mısır gibi Grek öncesi barbar (Yunanca konuşmayan) kültürler hakkında kısa malumat vermekle yetinir. Diodoros’un eserini tam bu noktada ilginç kılan barbar kültürler hakkında konuşurken Asurlular ve Medler’e oranla Keldanîler üzerinde fazla durmasıdır. O’na göre Keldanîler, Asurlular ve Medlerin tersine yalnızca askerî beceriler ile yetinmemişler; belki daha çok “kendilerini tanrılara adamışlar ve tüm ömürlerini ‘felsefe yaparak’ geçirmişler ve büyük şöhretlerini astronomia (astronomi ve astroloji) alanında elde etmişlerdir.”
Diodoros’un cümlelerindeki “felsefe yapmak” ifadesine ve bunun modern tarihçiler tarafından nasıl anlaşıldığına ve tercüme edildiğine aşağıda temas edeceğiz. Ancak bu temasa temel olması bakımından Keldanî sözcüğü üzerinde biraz durmak gerekir… Keldanîler M.Ö. X. yüzyılın sonu ile VI. yüzyıl arasında Mezopotamya›da yaşamış ve M.Ö 626-539 tarihleri arasında, tarihçilerin Yeni Babil İmparatorluğu (Keldanî İmparatorluğu) adını verdikleri dönemde kısa bir süreliğine Babil’e hâkim olmuş, M.Ö. VI. yüzyıldan itibaren ise Babil halkları içinde erimiş Sâmî bir kavimdir. Bu tarihten itibaren ise Keldanî sözcüğü etnik bir ad olarak değil daha çok “yüksek eğitimli toplumsal ve iktisâdî bir sınıf” anlamında kullanılmıştır. Başta Tevrat (Ahd-i Atîk) olmak hemen tüm kadim kaynaklar Keldanîleri yazma ve okuma ile ilgilenen, sihir ve büyü sanatlarında mâhir, 400 yıla yakın rasat yapmış astronomi ve astroloji’de uzman bilge insanlar olarak tavsif ederler.
Keldanîlerin yaşadığı Mezopotamya coğrafyasında hüküm sürmüş, başta Sümerler, Babiller, Akadlar ve Asurlar olmak üzere pek çok kavim, siyâsî, iktisadî, ilmî ve dinî sahalarda, özellikle hisâb, cebir, hendese, tıb ve edebiyat gibi alanlarda kültür ve medeniyet tarihini belirleyen başarılara imza atmışlardır. XIX. ve XX. yüzyıllarda muhtelif milletlere mensup araştırmacıların bu konular üzerine yaptıkları incelemeler ve kaleme aldıkları çalışmalar, bu başarıların, kısmî olarak, günümüz medeniyet tarihi yazıcılığında bir yer edinmesini sağlamıştır. Ancak söz konusu miras hakkında tam bir resme sahip olunduğunu söylemek için henüz vakit çok ama çok erken… Günümüze ulaşan milyonlarca tabletin ancak bir kısmı değerlendirilebilmiştir. Durumu tespit sadedinde bir fikir edinebilmek için, filozof-kral prototipinin temsili yüksek en önemli erken örneklerinden biri olan ve hikmeti “Gök-yüzü ile Yer-yüzü arasındaki işaretleri doğru bir biçimde okumak ve yorumlamak” şeklinde tanımlayan Asurbanipal’ın (M.Ö. 668-627) Ninive’de kurduğu tarihte bilinen ilk büyük kütüphanenin, sadece günümüze ulaşan ve British Museum’da muhafaza edilen kısmının 20.720 tabletten müteşekkil olduğu hatırlanabilir…
Van De Mieroop, yazımızın başlığına Türkçe adını koyduğumuz ve yazdıklarımıza esin kaynağı olan eserinde Diodoros’un cümlelerindeki “felsefe yapmak” fiilini özgün metinde Grekçe olarak “filosofeo” şeklinde vermesine ve tüm vurgusuna karşın modern araştırmacıların bu fiili “araştırmak, incelemek, çalışmak, tahsil etmek” anlamlarına gelen “study” fiiliyle özellikle karşıladıklarını belirtir. Böyle bir tavrın gerekçesi de açıktır: Felsefe yapmak Batı toplumlarına; daha açık ve seçik bir deyişle XIX. yüzyılın ırkçı medeniyet görüşüne göre Aryan ırkına aittir. Hegelci tarih yorumunda zaten dünyada tüm olup bitenler Avrupa’ya akar (Batı’ya doğru akan nehir…); Avrupa’nın çevrelemediği, dolayısıyla tahakküm altına almadığı bir kültür yalnızca tek bir eyleme lâyıktır: Tahakküm altına alınmak; bunun dışında hiçbir çabaya, hatta konu kılınmaya bile değmezdir; çünkü tarihin bir parçası olmayanın konuşulabilirliği mümkün değildir…
Evren’in, insanın kısaca mekân-zaman içre varolan her şeyin evrimsel bir süreç içinde olduğu-şeylik durumuna ve konumuna ulaştığı vurgulanmasına karşın kültürün, felsefenin, bilimin, artık adı her-ne-ise birden bire hendesî bir boşlukta kendiliğinden (spontane) varlığa geldiğinin söylenmesi, 3000 yıllık medeniyet tarihinin tırnak içine alınması, en basit tabir ile “epistemik etik”e aykırıdır. Halbuki, kendiliğinden varlığa geldiği vehmedilen bu şey, hem ilk teşekkül döneminde hem de Helenistik dönemde (M.Ö. 300 – M.S. 300) Akdeniz Dünyası’nın imbiğinden süzülmüştür. Bu tespit modern ve çağdaş araştırmaların değil yalnızca, kadim dönemde bu sürece tanıklık etmiş pek çok yazar tarafından dillendirilmiş; bu yüzyıllarda kaleme alınmış eserlerde de tecessüm etmiştir.
Günümüzde İngilizcede hâlâ kullanılan “magic” sözcüğünün Med dilinde, “hakîm, filozof ve kâhin” anlamına gelen “Magi” kelimesinden türediği bilinmektedir. Protagoras ve Demokritos’un Abdera’da Magiler’den ders aldığı kayıtlıdır. Öte yandan Latince’deki “occulere”: “gizlemek, üstünü örtmek” anlamlarına gelen fiil ile “occultus”: “gizem” ve okült ve okültizm gibi sözcükler Grek tarihçi, coğrafyacı ve filozof Strabon’un (M.Ö. 64 – M.S. 24) “bilge insanlar” dediği Keldanîler ile sıkı bir şekilde ilişkilidir. Nitekim Van De Mieroop eserinde sesli harfleri de içeren bir “alfabe”ye dayalı yazı dizgesindeki “okuma” eylemi ile “çivi” yazısına dayalı bir yazı dizgesindeki “okuma”nın farklılığına işaret ederek, “anlama”nın da bu hâle uygun olarak değişik bir şekil alacağını vurgular. Evren’i çivi yazısıyla yazılmış bir metin olarak kabul edip okumaya çalışan Keldanîler, çivi yazısındaki “blok birim”leri çözümleyip, okült: gizli olanı çekip çıkartıp anlamlandırarak bir okuma yürütürler. Bu nedenle Theaetetus diyalogunda Sokrates’in harf ve hece’nin değil doğrudan kavramın anlamı tuttuğunu vurgulaması alfabe’ye dayalı bir dil için geçerlidir ve seyreltilmiş anlamıyla Babil-Keldanî okuma biçimine bir meydan okumadır. Başka bir deyişle Grekler için harfler ve hecelerden oluşan bir sözcüğün anlamı düşüncenin bir nesnesi olarak varlığa gelirken Babil-Keldanîler için yazılı sözcüğün her bir unsurunun kendiliğinden bir anlamı zaten vardır. Yapılması gereken çivi yazılı bir metin olan gerçekliği önce gözlemlemek, sonra kaydetmek, akabinde de okumak ve yorumlamaktır. Bu süreç Mezopotamya’daki 2000 yılı aşan rasat, kayıt yani milyonlarca tablet ile bunlara ilişkin okuma ve yorumlama eylemlerinin mantığını açıklamaktadır. Yeri gelmişken hemen vurgulayalım ki, Platon’un Devlet’inde basit anlamıyla şairler değil, Evren’i çivi yazısı ile kaleme alınmış bir metin olarak gören ve temel birimleri çözümleyerek gerçekliğin doğası hakkında en doğru bilgiyi tespit ettiklerini söyleyen Babil ve Keldanîleri kast edilmektedir. Buradaki meydan okuma iki farklı metin algısı ve okuma biçimi arasında cereyan etmektedir. Benzer şekilde Kur’an-ı Kerîm’deki “şair” de bu anlamı muhtevidir.
Somuttan soyuta, kolaydan zora giden, tümel kurallığı tekil örnekler üzerinden belleten bir yöntemin sahibi olan Babil-Keldanî ve diğer Mezopotamya kültürlerinin ürettiği eserlerin neliği ve kendilerinden sonraki medeniyetlere etkilerinin nasıllığı konusunda şimdiye değin telif edilen, Van De Mieroop’un bu önemli çalışması da dahil pek çok akademik-ilmî araştırmaya müracaat edilebilir. Ancak biz meselenin ehemmiyetini ihsas ettirmek için yazımızı şu şekilde sonlandırabiliriz: Aristoteles Metafizik’inde mütevazı biçimde yaptığı işi “uzak-atalar”ının keşfettiği hakikatlerin etrafına tarihî süreçte bulanmış toz-toprağı temizlemek ve hakikati ortaya çıkartmak olarak tanımlar. İbn Rüşd ise Şerh’inde “uzak-atalar”ı tek bir sözcükler karşılar: “Keldanîler…”
Başkalarının hikâyelerinde yaşamayı bırakıp kendi hikâyemizi yazmaya ne dersiniz? Ama önce nokta-i nazar…
* Marc Van De Mieroop, Philosophy before the Greeks: The Pursuit of Truth in Ancient Babylonia, Princeton University Press 2016.
Bu yazı Arka Kapak dergisinin 18. sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder