İHSAN FAZLIOĞLU İLE SÖYLEŞİ: "DÜŞÜNMEK, NEDENLEMEKTİR"
İhsan Fazlıoğlu hocamızın İstanbul Medeniyet Üniversitesi Bülteni’nde yayımlanan "Düşünmek, nedenlemektir" başlıklı söyleşisini istifadenize sunuyorum.
Röportajı alıntılayacak olan gazete ve
internet portallarının fazlioglu.blogspot.com hakkında kısa bir bilgi vermesi
bu platformda paylaşılan İhsan Fazlıoğlu’nun konferans, seminer, röportaj/söyleşi,
okumalar ve derslerinden daha fazla kişinin haberdar olmasına katkı
sağlayacaktır.
Yararlı olması dilekleriyle...
Değerli Hocam, İstanbul
Medeniyet Üniversitesi çatısı altında 2011 yılından beri gerek Üniversite içine
gerek Üniversite dışında pek çok etkinlikte bulundunuz[1].
'Mekân ile insan arasında önemli bir bağ' olduğu kabulünden yola çıkarak sormak
isterim: İstanbul Medeniyet Üniversitesi'nin sizdeki anlamı nedir?"
Öncelikle 'İstanbul', 'Medeniyet' ve
'Üniversite' kavramlarını bir araya getirmesi bakımından nazari bir derinlik;
bu derinliğin doğurduğu ağır bir görev bilinci ve dahi yine bu derinliğin
verdiği kuşatıcı bir ufuk... Bir de buna Üniversite'nin hem kurum hem de
akademik kadro olarak genç olmasının kazandırdığı dinamizm... En nihayet tüm bu
nitelikleri birbirine bağlayan, mensup olduğum Fakülte'nin adı yani
'Edebiyat'... Düşünceye incelik katan 'edeb'; ifade gücü veren 'dil';
kuşatıcılık kazandıran 'tarih' ve tüm bunları yorumlama becerisi ile donatan
'felsefe'...
'Felsefe-Bilim' dediğiniz yapının tarihi ve
içeriği ile uğraşan biri olarak günümüz Türkiye'sindeki düşünce etkinliğini,
ortaya konan eserleri, tartışmaları kısaca değerlendirebilir misiniz?
Bu soru kısa bir değerlendirmeyi
kaldırmaz. Demek istediklerimi anlaşılır kalabilmek için pek çok öncüle
gereksinimim var. Bu nedenle sorunuza yanıt olarak burada diyeceklerim demek
istediklerime ancak birer işaret olarak görülmelidir. Düşünme bütün bir hayat
etkinliğinin parçasıdır; bu bütün dışında, boş uzayda ve boşlukta düşünce
üretilmez. Hayatın vektörel yapısının doğal bir dışavurumudur düşünce. Bu
nedenle biz Türkler hayata ilişkin ihtiyaçlarımıza uygun düşünce üretiyoruz
şüphesiz. Ancak, bu hayata ilişkin görüşümüzün, yani hayat
görüşümüzün yapısı, derinliği, kuşatıcılığı, nazari lisanı vb. pek çok
bileşenin ortalamasına bağlıdır. Bu nedenlere bağlı olarak günümüz
Türkiye’sindeki düşünce etkinliğini, üretilen eserleri ve yürütülen
tartışmaları, kendi anlatılarımızın bütüncül ifadeleri olarak görmekte
zorlanıyorum. Kimi ciddi dikkatler yanında ötede beride parçalar, dağınıklıklar
ve kıpırtılar mevcut. Kısaca, özne olmadan, nesneleştiremeyiz;
nesneleştiremediğimizde de düşünemeyiz. Özne olmak işte bütün mesele… Özne
olmanın tek bir koşulu var: Kendi hikâyenizi/anlatınızı yazma becerisini
göstermek; bunun için de yola çıkmaya cesaret etmek. Anlatınız yoksa, o
anlatı içinde varlık kazanan bir özne olarak siz de yoksunuz demektir.
Her
yıl hem Üniversite içinde hem de Üniversite dışında öğrencilerle birliktesiniz.
“Türkiye’nin geleceği için düşünen, okuyan, eleştiren ve kendini iyi ifade
edebilen” bir neslin yeşerdiğini düşünüyor musunuz?
Bilgi, herkese açık ancak belirli bir
gayreti gösterenlerin elde edebileceği bir şeydir. Ancak ‘ince bilgi’ ayrıca
doğal bir eğilim, iyi bir eğitim-öğretim ve kişiden ciddi bir mesai ister. Bu bileşenler bir araya geldiklerinde
‘düşünür’ dediğimiz insan ortaya çıkar. Bu çerçevede sorunuza genel anlamıyla
olumlu bir yanıt verebilirim. Yani Türkiye’de geçmişe göre daha iyi düşünen,
okuyan, eleştiren ve kendini ifade edebilen bir nesil yetişiyor. Ancak ‘ince
bilgi’ açısından daha ciddi ve dikkatli bir kurumsallaşmaya ihtiyacımız var.
Milletleri her alanda geleceğe yetişmiş seçkinleri taşır; buna ‘ehliyet
aristokrasisi’ adını veriyorum. Bu anlamda önümüzde yapılacak daha çok iş var
kanısındayım. Toplum olarak içimizdeki ayrık otlarını, kardelenleri tespit edip
tahammül ile ileri taşımaktan daha çok; ayıklayıp kötürümleştiriyoruz; hatta
acı ama yok ediyoruz. Bu durumu bir cümlede şöyle dile getirmiştim: ‘Asıl’,
ancak farklı olana tahammül ederse ‘asalet’ini koruyabilir. Bu nedenle her
kültürde ‘ayrık-otları’ özenle korunmalıdır.
Gerek Üniversitemiz içinde gerek Üniversitemiz
dışında, hatta liseler özelinde belli başlı düşünce ve felsefe okumalarına
öncülük ediyorsunuz. İnternet ve bilişim teknolojilerinin edebiyat ve düşünce
alanını daralttığı modern dünyada bu değerli okumalara devam edecek misiniz?
Bir şeye öncülük ettiğimiz yok;
görevimizi yapıyoruz; bu nedenle bu tür etkinliklere aracılık ediyoruz; öncülük
değil. Kültür süreklilik ister şüphesiz. Yani belirli bir sonuç elde etmek için
sürekliliği korumak zorundayız. Ancak bizim bu aracılık görevini yürütebilmemiz
de iç ve dış koşullara bağlı. İç koşullar sağlık ile söylenecek sözümüzün
bulunmasıdır. Dış koşullar ise muhataplarımızın talepleridir. Hepsinden
önemlisi de ümit; ümidi kaybetmemek. Ümidin kaybolduğu yer de insan dilsiz
kesilir; ses, söze dönüşmez; kimseye ulaşmaz ve iz bırakmaz. Sözümüz,
ümidimizdir.
Son zamanlarda ülkemizde hemen her alanda
düşünce açısından bir kavram karmaşası olduğunu düşünüyor musunuz?
Düşünüyorsanız bu kavram karmaşasının kaynağı sizce nedir?
Düşünce dil ile ifade edilir;
aktarılır. Bu nedenle dilin bileşenleri iyi tespit edilmeden ve tanımlanmadan
bildirişimde ve iletişimde bulunmak mümkün değildir. Ses(lafız),
sözcük(kelime), kavram(mefhum) ve terim(ıstılah) bu bileşenlerin başında gelir.
Tüm bunlardan önemlisi muhatapların kasıtları ve niyetleri. Anlam(mana) kişinin
kastının, iradesinin ve niyetinin kullandığı sözcüklerde içerilmesidir.
Şüphesiz bir de bildirişim ve iletişimin içinde cereyan ettiği bütün; anlam ve
değer dünyamız; yani vicdanımız… Bunun için asgari koşul, kabile çadırlarını
terk edip millet evinde yaşamayı öğrenmek… Çünkü bu kadar kümesin bulunduğu
yerde ancak horozların gürültüsü olur. Bu nedenle denmiştir ki “Millet, aynı
dili konuşan değil, aynı hali paylaşan insanlar topluluğudur.” Çünkü anlamdaş
olamayanları dildaş olmak millet kılmaz. Sanıyorum sorunuzun ikinci kısmının
yanıtı da ortaya çıkmış oldu: Kavram karmaşasının nedeni sadece bilgi eksikliği
değil; millet olmamızı mümkün kılan ortak anlam-değer dünyamızı kaybetmek;
tarihimiz önünde küçük düşmek…
Bir yazınızda; “İster Tabiat’a ister Hayat’a
ilişkin olsun, hakikat’in belirli bir mekân ve zamandaki tezahürü olan mukayyet
gerçeklik, dondurulup ideal-mutlak hale getirildiğinde hem süreci hem de
örüntü’yü ortadan kaldırır. Böyle bir donukluk içerisinde yaşayan bir kültür ve
onun üyeleri hakikat’ten de dinamik gerçeklikten de uzak düşerler; giderek
Tarih’ten kopar; zamanla salt geçmiş halini alırlar.” diyorsunuz. Böylelikle
söz konusu kültürün başka kültürler tarafından yok edileceğini de ekliyorsunuz.
Açık sormak gerekirse, böyle bir
tehlikeyle karşı karşıya mıyız?
Bir konudaki tespit ve uyarı
zorunlu olarak o konuyla karşı karşıya olmayı gerektirmez. Bir Türk bilgini olarak bu tür uyarıları
yapmak, mensubiyetimiz gereğidir; çünkü dediğimiz gibi mensubiyet, mesuliyeti
yaratır. Mesuliyetin gereği de sürekli teyakkuz halinde olmaktır. Sınırda nöbet
tutan bir asker, muhtemel bir saldırı için sürekli dikkat kesilir. Bizim
yaptığımız da buna benzer. Sürekli dikkat, teyakkuz ve uyarı… Yesevi
meşrebindeniz: Tekrar bir süre sonra tekrar edilenin nedenlerini unutmamıza yol açar;
nedenleri unutmak tekrar edileni alışkanlığa dönüştürür; alışkanlık da zaman
içinde bireysel ve kurumsal riyakârlığa dönüşür. Uyarı, tecdid, yenilenme
nedenleri hatırlatmadır. Kişileri bilinçle donatmadır. Bilinçle donanmak için
asgari koşul içinde yaşadığımız zamanı kuşanmadır. Dediğimiz şudur: Her bir
kültür içinde yaşadığı gerçekliği anlamlandırmak için kavramsal-yargısal
şemalar ve modeller geliştirir; gerçekliği bunlar içinde yakalar. Ancak Hayat’a
ilişkin gerçeklik sürekli devinim halindedir; bu nedenle sabit değil
hareketli/kinematik modeller geliştirmeliyiz. Sürekli yenilenme içinde
olmalıyız yani tecdid… Yenilenme, alışkanlık haline gelmiş eylemlerimizi
yeniden bilince taşıma, onlara bilinç aşılama işlemidir. Yoksa ya çürürüz ya da
yok ediliriz.
Bir aykırılık yapıp çalıştığınız alana ilişkin
özel bir soru sormak istiyorum: Alman filozofu Oswald Spengler “Her medeniyetin
bir matematiği vardır.” diyor. Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya uzanan,
İslam medeniyetinin ışığıyla harmanlanan Selçuklu-Osmanlı çizgisinin matematiği
için neler söyleyebilirsiniz?
Buna sağ gösterip, sol vurmak
diyorlar değil mi? Bunlar hem teknik hem de uzun konular. Sağlıklı bir anlatım
için çokça öncüle gerek var. Ancak şöyle genel bir cümle kullanabilirim:
Osmanlı-Selçuklu çizgisine ait tüm sorular, İslam temeddününün sorunları ve
sorularıdır. Matematik de buna dahil… İkinci olarak, İslam temeddününde siyasi,
idari, ticari ve hatta dini meşruiyet oldukça matematiğe ve matematik bilimlere
bağlıdır. Bunun için matematik yöntem olmazsa-ise-olmazdır. İslam temeddününde
özel olarak matematiğin çeşitli alanlarındaki ve genel olarak matematiksel
bilimlerdeki teknik gelişimlerin yanından en önemli katkı matematiksel
nesnelerin ontolojisi, matematiksel yargıların uzayı, matematiksel bilginin
epistemolojisi ve matematik ile fizik ilişkisinin meşruiyeti gibi konularda
yapılan çalışmalardır ki, bu çalışmalar doğanın matematiksel idraki konusunda
daha sonra ortaya çıkacak ilerlemelerin temelini oluştururlar. Ana başlıkları
ile işaret ettiğim bu çalışmaların büyük bir yekûnu de Selçuklu-Osmanlı
çizgisinde ortaya çıkmıştır. Şimdilik bu kadarıyla yetinelim isterseniz…
Konu açılmışken biraz genel bir soru sormak
istiyorum: Türk tarihine iki farklı yaklaşım görüyoruz: Batı kaynaklı
yaklaşımda ‘askeri şiddeti temsil eden’
ile bizdeki ‘anlı-şanlı kutsal Türk tarihi’ … Bunun bir orta yolu yok mu?
Birincisi orta yol arayışları
kolaycılık peşinde koşmaktır ve riyakârlığa neden olurlar. İkincisi, böyle bir
durumda orta yol tespiti iki yanlışı doğru kabul edip ifrat ve tefrit uçları
gibi görmek ve ortalamasını almak manasına gelir. Hâlbuki bu yanlışlardan bir
doğru çıkmaz. Ayrıca bu görüşlerin birincisi sövgü ikincisi övgü ile ilgilidir;
bilgi ile ilgili değil. Duygular bilgi ile tashih edilemez; edemezsiniz de…
Hele bir de insanlar kimliklerini bu sövgü ve övgüden üretiyorsa. Burada
tehlikeli olan bilgi uzayında da aynı ifrat ve tefritin devam etmesi; bir de
buna önceden belirlenmiş bir niyet eşlik ediyorsa, o zaman iş tehlikeli bir hal
alıyor demektir. İster övgüye ister sövgüye dayansın cehaletin tek ilacı vardır
ki, o da bilgidir. Geçmişimizi, bilgi ile Tarih’e dönüştürmeliyiz O zaman
işaret ettiğiniz bu sorunlar, niyet tarafı hariç, büyük oranda çözülmüş olur. Ancak
yine aynı noktaya geldik: Hayat Görüşü’ne dayalı bir bütün fikriniz yok ise tüm
bu tekillikleri, ne bilebilirsiniz ne anlamlandırabilirsiniz ne de
bildiklerinizin, anladıklarınızın bir meşruiyeti olur.
Söyleşimizden şimdiye değin anladığım şu: Tarih
süreçte elimizden pek çok ‘kavram’ kayıp gitti. Bu nedenle hem dünü hem de
bugünü kavramakta zorlanıyoruz. Ne yapmalı?
[1]
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu tarafından gerçekleştirilen Medeniyet Okumalarının
notlarına erişmek için http://fazlioglu.blogspot.com/2018/06/prof-dr-ihsan-fazlioglu-ile-medeniyet-okumalari-ders-notlari.html
adresini ziyaret edebilirsiniz. Ayrıca Prof.
Fazlıoğlu tarafından gerçekleştirilen Ahlâk-ı Alâ’î okumaları dersleri ve
notları (https://fazlioglu.blogspot.com/2019/12/ihsan-fazlioglu-ile-ahlak-i-alai-okumalari-dersleri-dinle.html),
Nesefi Akaidi Okumaları (https://fazlioglu.blogspot.com/2019/12/ihsan-fazlioglu-ile-nesefi-akaidi-okumalari-ders-kayitlari-dinle.html),
İslam Medeniyeti Dersleri (https://fazlioglu.blogspot.com/2020/01/ihsan-fazlioglu-ile-medeniyet-okumalari-islam-medeniyeti-dersleri.html),
İbnü'l Heysem Okumaları (https://fazlioglu.blogspot.com/2019/07/ihsan-fazlioglu-ibnul-heysem-okumalari-klasik-dusunce-okulu-seminerleri.html),
Mukaddime Okumaları (http://fazlioglu.blogspot.com/2018/06/prof-dr-ihsan-fazlioglu-ile-mukaddime-okumalari-mp3-download.html)
erişime açılmaktadır. Muhammet Negiz.
Çok teşekkürler, emeğinize sağlık.
YanıtlaSil