BİR
ÜSTAD, BİR FİLOZOF: TEOMAN DURALI | BÖLÜM-I
Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu ile Yusuf Genç’in her cumartesi günü TVNET kanalında
bir sohbet tadında izleyicilerinin karşısına çıktıkları “Soruların Peşinde” adlı programın 11 Aralık tarihli dördüncü
bölümünde gündem başlığı merhum Teoman Duralı hoca oldu. “Bir Üstad, Bir Filozof: Teoman Duralı” başlığı çerçevesinde İhsan
Fazlıoğlu hocamız, hocasına dair hatıralarından ve izlenimlerinden bir demet
sundu. Yusuf Genç de sorduğu sorular ve yaptığı paylaşımlarla sohbeti daha da
lezzetli hale getirdi.
Programın
sonunda, konuşulanları metne aktarmaya karar verdim. Bu güzel sohbetten tutmuş
olduğum notlardan başta kendim olmak üzere, okuyan herkesin kendisine bir hisse
çıkaracağına inanıyorum. Bu vesile ile merhum Teoman Duralı hocamıza Allah’tan
rahmet, sevenlerine ve öğrencilerine de sabr-ı cemil niyaz ederim[1]...
***
Efendim
merhabalar… Yayınımıza hoş geldiniz. Yeni bir “Soruların Peşinde” ile karşınızdayız. Bendeniz Yusuf Genç…
Kıymetli hocamız İhsan Fazlıoğlu ile birlikte bugün yeniden soruların peşinde
olacağız. Çünkü soruların cevaplardan daha önemli olduğuna inanıyoruz… Tabii,
bu hafta biraz buruk ve hüzünlü başlıyoruz Soruların Peşinde’ye…
“Ölüler beni
serinliğe yakıştıramaz
çünkü hiç kimse çıkmak istemez bu mevsimden dışarı”
Yorgun, İsmet
Özel (1962)
Fakat geçtiğimiz hafta, bu mevsimden dışarı çıkan, daha güzel, daha gerçek,
daha sahici bir mevsime giden… Ebedi yurdumuza uğurladığımız Teoman Duralı
hocamızın bıraktığı bir boşluk aslında hüznümüzün sebebi…
Bugün,
Allah izin verirse, Teoman Duralı hocamızın etrafında, hocamızın hikâyesini,
birinci elden (İhsan Fazlıoğlu’dan)… Belki… Hocaların hocası Teoman Duralı’yı
konuşmaya çalışacağız. Hem hocamızın
kişisel hayatını, hem de Teoman Duralı’nın Türk düşüncesinde, felsefe-bilim
geleneğimizdeki yeri, çabası ve katkılarını…
Tekrar
hoş geldiniz diyeyim…
***
I.BÖLÜM
İhsan hocam… Üzülerek başladık…
Başımız
sağ olsun…
Sizin başınız sağ olsun… Öyle
diyeyim…
Hepimizin…
Ailesinin, sevenlerinin, öğrencilerinin, yetiştirdiği hocaların… Hepsinin…
Hepimizin, milletimizin başı sağ olsun diyelim…
Eyvallah… Şimdi tabii şeyi gördük
hocam. Teoman hocam biyoloji felsefesi alanında… Bunu özellikle… Şu yüzden
belirtiyorum… Öyle çok da kitlesel bir karşılık bulacak bir şeyle meşgul olan
bir hocamız değildi.
Mesleki
olarak…
Mesleki olarak…
Ya
da uzmanlık alanı olarak… Mesleki de değil. Uzmanlık alanı olarak evet, belki
biyoloji felsefesi ama hocam bir entellektüeldi her şeyden önce. “L” burada çift; “entellektüel.”
Evet…
Bir
entellektüeldi. O açıdan Hoca’nın insanlara değmesini sadece uzmanlık alanına
indirgemek doğru değil… Akademik anlamda, uluslararası ya da ulusal
felsefe-bilim camiasındaki üretimleri açısından belki biyoloji felsefesi
merkezli idi ama bunun bir adım büyük ölçeği bilim felsefesi… Bir adım daha,
yani kümeyi biraz daha genişlettiğinde, genel olarak “felsefe-bilim” dediği Hoca’nın… O çerçevedeki hemen hemen tüm
konulara değen ve onlarla uğraşan ve belirli konularda da özgün düşünceler
geliştiren bir hocaydı. Ama bunların da ötesinde, bir entellektüeldi. Daha da
ötesini söyleyeyim… Bir insandı.
Eyvallah…
Bunu
söyleyeyim.
Bunu şunun için tabii hocam
belirttim biraz. “Biyoloji felsefesi”
diye, hususen… Yani sorun nedir? “Canlılar
sorununa giriş” gibi kitap adları olan bir entellektüel...
Kesinlikle
doğru! Biyoloji felsefesinin Türkiye’de kurucusu zaten!
Evet. Ama işte bu uğraştığı
alanlar, çok öyle popülerleşecek alanlar olmamasına rağmen vefatı dolayısıyla
şunu görmüş oldum… Herkes gördü. Türkiye’de çok fazla sayıda insana dokunmuş,
iz bırakmış… Yani arkasından edilen hayır dualardan onu çıkardık. Şimdi siz,
çok uzun yıllar tabi hocamızın…
85’ten
bu yana…
Evet… 36-37 yıl, aşağı yukarı…
Evet…
Biraz Hoca’yı konuşmak istiyorum
tabii ama… Hoca’nın düşüncesi… Türk düşüncesindeki yerinden önce biraz gündelik
hayattaki Teoman Duralı… Kitaplarına yansımayanı…
Evet…
Doğru! Şimdi tabii… “Bir insan hakkında
konuşmak nedir?” önce onun hakkında bir kanaat sahibi olmamız lazım.
Bir çerçeveye alalım…
Evet,
o çerçeveyi yapmadan yanlış anlaşılabilir bazı şeyler… Çünkü siz bir insanı
ancak onunla paylaştığınız mekân-zaman miktarınca tanıyabilirsiniz. Yani insanı
tanımak kolay değil. Hatırlarsa geçen hafta “insanı
tahsil etmek”ten bahsetmiştik. Dolayısıyla, Hoca’yı ya da herhangi birini
tanımak, onunla alakalı mekân-zaman paylaşımının miktarına çok bağlı… Dolayısıyla
da parçalı bir resim elde ediyorsunuz. Kim olursa olsun, bu kendinizle alakalı
bile söylenebilir ve bu mekân-zaman içerisindeki parçalı resimleri
yorumluyorsunuz. Kendinizce… Kendi duygularınız, kendi düşünceleriniz, belki
kendi kaygılarınız etrafında bunları bir araya getiriyorsunuz.
Tarihte
bunun çok örnekleri var. Yani Sokrates’in bile iki farklı anlatısı vardır. Biri
Platon’un… Biri Ksenophanes… Bir
bakıyorsunuz, apayrı iki Sokrates var ortada! İslam dünyasında da belirli
kişilikler için benzer durumla karşılaşıyoruz. O açıdan benim Teoman Duralı
hakkındaki yorumum, Teoman Duralı hocayla benim paylaştığım mekân-zaman
kayıtlarıyla, anlamıyla sınırlı… Neticede, büyük oranda da bunlara ilişkin
benim yorumumdur tabii… Yani muhakkak başka hocalarımızın, Hoca’yla birlikte
yürümüş, birlikte mesafe kat etmiş, birlikte yola çıkmış hocalarımızın ya da
dostlarımızın farklı resimleri olabilir, farklı yorumları olabilir. Bu, birinci
işaret etmek istediğim nokta…
İkincisi
ise… Yeri gelmişken şunları vurgulamakta fayda var… Şimdi bizim insanımız, Hoca
bunu söylerdi, duygusal bir milletiz biz. Bir açıdan… Ve duygularımıza da bir
ölçü vuramıyoruz yer yer… Bu da severken dövmeye, döverken sevmeye, ağlarken
gülmeye, gülerken ağlamaya neden oluyor. Çünkü haddini aşan şey, zıddına
dönüyor.
Özellikle
bir tehlike var, bu tür insanlar söz konusu olduğunda… O da şudur… Ben bunu
başka vesilelerle, rahmetli Akif Emre bağlamında da söylemiştim… Sevdiklerimizi,
adı üzerinde “sevmek”, duygu durumu…
İdealize ediyoruz… Ve bu idealize ettiğimiz zaman büyük bir tehlike ortaya
çıkıyor. Gençlerin onları örnek alamamasına neden oluyor. Çünkü idealize
ettiğiniz insan, sadece aklınızla kurduğunuz bir insana dönüşüyor… Ve öyle bir
kişi ortaya çıkıyor ki takip edilemez! İstisnai bir durum… Bunu Hoca istemezdi.
Hoca,
her şeyden önce… Yani Teoman Duralı hocaya sorsanız, “Sizi ne olarak tanımlayalım?”, “İnsan
olarak tanımlayın” derdi… Yani bir insanla muhatap olduğumuzu bilelim.
Bunu
niye vurguluyorum?
Bu,
bizim kendi tarihimizle olan ilişkimizde de çok ilginç… Âlimlerimizi,
şairlerimizi, sanatkârlarımızı, düşünürlerimizi, filozoflarımızı, büyük âlimlerimizi,
mutasavvıflarımızı öyle bir anlatı içerisine sokuyoruz ki, öyle idealize
ediyoruz ki, gençler onları kahraman olarak benimseyemiyor. Hâlbuki gençlerin
kahramanlara ihtiyacı var. Bunu hep söylüyoruz.
Niye?
Çünkü
onu hem taklit etme anlamında, hem de örnek alma, ona öykünme, onun hikâyesine
katılma ve o hikâyenin bir parçası olma ve oradan kendi hikâyesini üretme
anlamında bir zorlukla karşılaşıyor… Büyük bir yarık! Büyük uçurum oluşuyor…
Dolayısıyla
Teoman Hoca’yı anlatırken de böyle bir hataya düşmemek lazım ki gençler örnek
alınabilecek bir kişilik olduğunu gözden kaçırmasınlar… Aradan kaymasın o yani…
Ona çok dikkat etmek lazım…
Eyvallah… Bunu o zaman hocam… Şöyle konuyu
değiştirme tehlikesini göze alarak ama değiştirmeyeceğime de söz vererek…
Evet…
Bir parantez açıp sorayım… “Tarihle
ilişkimiz” de böyle dediniz ya?
Evet…
Tarihteki en büyük isimlerimiz de…
Bu, yapıldığına göre, bir şey dolayısıyla bu yapılıyor. Bir sorun ya da bir
artı bir şey…
Yok!
Nedeni?
Anladım
ama nedeni? Güzel (bir soru) ama her zaman böyle bir “katakulli”, bir art niyet değil de, duygusallığın kontrol
edilemezliği ile de alakalı…
Evet…
Başka
şeyleri de var tabii… Bazı insanlar, yaşadıkları dönemde bu isimler etrafında
bir iktidar alanı oluşturuyorlar ve belirli bir sosyal statü, entellektüel
statü, iktidarla falan elde edebiliyorlar. Yani şunu çok acı bir şekilde
söyleyeyim… Âlimlerimizi, düşünürlerimizi, mutasavvıflarımızı öyle bir
anlatıyoruz ki peygamberden daha mucizevi! Daha üstün bir yerdeymiş gibi… Yani “yemiyormuş-içmiyormuş”a dönüştürüyoruz
meseleyi. Tüm fizik kurallarını, peygamberin “İsmet” sıfatının da üstünde bir anlatıya! Bu, hoşumuza gidiyor ama
bir süre sonra o insanlarla irtibatımızı kaybediyoruz. Mitleşiyorlar çünkü… Mitleşip efsaneleştiği
zaman, tanımdan kaçıyor o… Tanımlayamadığınız bir varlıkla nasıl irtibat
kuracaksınız?
Cenab-ı
Hak’tır o! Tanımlayamadığınız… En azından kendi teorik zekânızla
tanımlayamadığınız bir varlık…
Âlimlerimizi
de böyle dağıtıyoruz! Varlığını dağıtıyoruz… Somutluğunu kaybediyor… Dolayısıyla, önümüze koyup örnek ve bir misal
olmaktan çıkıyor, mesele dönüşüyor. Bu çok önemli şey… Bir misal yani örnek
olmaktan çıkıyor, bir mesel, masala dönüşüyor! Masala dönüştüğü zaman da o sizi
belki duygusal olarak tatmin ediyor ama onu somut hayata indirgeyip takip
edeceğiniz izleri kaybediyorsunuz! Onun için bunu Teoman Hoca’ya da yapmamak
lazım.
Eyvallah. Tam örneği de aslında şu…
Bugün daha konuştuk, birkaç saat önce… Siz, Teoman Hoca’nın eleştiri…
Öğrencileri ile ilişkisi anlamında… Bunu şimdi soracağım… Bir şey söylediniz,
tekrar anlatmanızı isteyeceğim… Bende canlanan ilk fotoğraf, İmam-ı Azam’ın,
Ebu Hanife’nin öğrencileri ile kendi fikirlerini tartıştırdığı hikâye…
Şimdi, o zaman şunu girelim hocam…
Hocaların hocası diyoruz… Hakikaten çok büyük isimlerin yetişmesine katkı
sağlamış…
Ona
yakın profesör var yani yetiştirdiği… Sadece
profesör!
Evet…
Doçenti,
doktor öğretim üyesini saymıyorum…
Saymıyoruz… Bir de şeyi merak
ediyoruz doğrusu… Hoca nasıl bir hocaydı?
Evet…
Güzel… Şimdi, iki kelime ile özetleyebiliriz: Bilgi ve görgü… Ve bunlar
birbirini tamamlayan… Hoca’da bir bilgi vardı… Şimdi bilgili insan çoktur…
Sahasında çok uzman insanlarımız var. Bir de görgü dediğimiz bir şey var.
Burayı biraz net anlaşılsın diye
hocam… Bilgiden kastımız kendi uzmanlık alanının…
Kendi
alanında uzman olabilir… Genel kültürü güçlü olabilir… Mesela dil bilmesi…
Hoca’nın en önemli özelliklerinden biri... Fazla dil bilebilir… Kendi alanında
özgün, yaratıcı düşünceler üretebilir. Bu tür insanlar çoktur. Bunların bir
kısmı da asosyaldir hatta…
Bir
de görgü dediğimiz bir şey var. Yani oturmasını, kalkmasını bilmesini kast
etmiyorum sadece... İnsanlarla nasıl ilişki kurulur? Onun hiyerarşisi nasıl
takip edilir? Ben kişisel olarak bir şey söyleyeyim. Hoca’da mesela bu bilgi ve
görgüyü tamamlayan iki şey vardı: muhabbet ve hürmet. Yani Hoca’nın
ilişkilerinde, eylemlerinde bir muhabbet tarafı var, bir de karşı tarafın
Hoca’ya uyandırdığı bir hürmet… Yani bu,
şunun için çok anlamlı: Hoca bizde bir baba-oğul ilişkisindeydi ama inanılmaz
bir şekilde hürmet ederdik Hoca’ya… Yani o sınırı çok iyi korurdu. Bize bir
muhabbeti vardı fakat bizim de o muhabbetin karşılığı olan hürmet oluşuyordu.
Bunu nasıl beceriyordu bilmiyorum. Dolayısıyla Hoca’ya karşı hiçbir zaman
amiyane tabirler “sulu”
davranamıyorduk. O sınırı hep gözetiyordu. Fakat bu sınır sert, keskin bir
sınır değildi.
Duvar örmüyordu…
Duvar
örmüyordu… Bir muhabbet sınırıydı… Bu muhabbet sınırı da karşı tarafta bir
hocaya karşı hürmet oluşturuyordu. Bunun nedeni de bu bilgi ve görgünün
ürettiği saygı… Hocanın her şeye saygısı vardı. Fakülteden çıktığımızda tüm
elektrikleri kapatıp çıkardı mesela…
Kendisi bizzat…
Tabii…
Bir bitki orada… Dalları kırılmışsa mesela… Böyle bir saygısı vardı Hoca’nın… İnsana
bunu uyguladığında, şöyle… Hoca’nın mizaca saygısı vardı… Biyolog olduğu için
onu çok iyi bilirdi. Yani her insanın bir âlem olma ilkesini esas alıp
mizaçlara saygı gösterirdi. Dolayısıyla, insanların mizaçlarından kaynaklanan,
yani akıllarının eşlik etmediği yanlışlara karşı tahammülü çok yüksekti. “Onun
mizacı böyle. Yapacak bir şey yok” derdi, “İhsancım. Ne yapalım şimdi? Dövelim mi adamı? Kıralım mı? Mizacı
zorlarsan kırılır” derdi mesela...
Bu çok gözlemlediğim bir hadisedir. O açıdan ister yabancı, ister Türk, ister
öğrenci, ister genç-yaşlı fark etmez... Hoca ile olan ilişkilerde, ziyaretlerde
benim gözlemlediğim buydu.
Gelen
kişiyi tüm kayıtlarından azade, insan olarak saygıya değer bulurdu. Ve onun
fikriyatı, inançları, ne olduğu falan çok önemli değildi ilk aşamada. Sonra
sonra onlara girerdi.
Şimdi
bunu yeri gelmişken akademide de bunun çok acılarını gördüğümüz için
söyleyeyim. Herkes çok konuşuyor tabii. O eleştiri meselesine geçeceğim ama…
Türkiye’de bakınız bakalım… Öğretim üyesi alımlarında… Asistan alımlarındaki
kriterlere bir bakalım. Yani sırf felsefe bölümleri için söyleyeyim. Felsefe
bölümünde… Üniversiteleri şöyle bir istatistiki olarak inceleyin bakalım
felsefe bölümlerinde farklı düşünen kaç tane öğretim üyesi yan yana gelmiş?
Yönetimden?
Yani
bir bölüm, genelde aynı şekilde düşünen insanların alındığı bir “çete”ye dönüşüyor birden. Aynı şekilde
düşünen… Çünkü o bölümü kim kurmuşsa… Ya da o anabilim dalını kim kurmuşsa,
aldığı isimler de buna göre organize oluyor. Çünkü alımlarda “x” şey (kişisi) bizden mi?
Hani
ben sık sık şunu söylerim ya; “Türkiye’de
işler düzelecekse ‘Bu işi bizden kim yapar?’ sorusu yerine ‘Bu kişi kim yapar?’
sorusunu koymamız lazım.” Genelde Türkiye’de işler böyle gidiyor. Herkes
birbirini eleştiriyor ama Türkiye’de şöyle bir şey var: Herkes başkasının
namuslu olmasını bekliyor. Kendisi “seçilmiş”
olduğu için, “seçkin” olduğu(?) için…
Onun
için mesela Hoca tam da böyle biriydi… Hoca’nın yanındaki asistanlar bile
farklı farklı insanlardı. Çünkü Hoca, hiçbir zaman öyle bir çete kafasıyla
hareket etmedi. Yani bunu şunun için söylüyorum. Hoca’nın mesela ilişkilerinde
üç temel kriter var, yola çıkacağı insanları seçerken… Üç temel kriter var:
v Birincisi, vazgeçilmez bir kriterdir. Türk
milletinin ve devletinin varlığıyla problemli olmayacak. Bu kadar!
Muhalif
olabilir, farklı düşünebilir, eleştirilebilir… Onlara muazzam bir saygısı
vardı. Ama Türk milletinin ve devletinin varlığıyla bir problemin varsa, bu ülkede bulunmaman lazım. Yani tabii, “varlığıyla” ama! Uygulamalarıyla değil,
eylemleriyle değil… Orada son derece açıktı Hoca ve çok da tahammülkârdı. Kendi
inançlarının, kendi kabullerinin zıddına (olan) fikirleri de büyük bir sabırla
dinlerdi. Bu sabırla derken, tekellüf cihetinden değil… Yani onu bir külfet
olarak görmezdi. Çünkü mizaca saygı, dedim ya? Bu çok önemli…
v İkincisi, Hoca’nın dediği… “Pespaye bir adam olmayacak.” Yani düşük karakterli… İşte
başkasının malında, namusunda gözü olan… Böyle “pespaye” derdi Hoca ona… Bu tip olmayacak. Çünkü onla iş
yapamazsın, akademisyen olmaz.
v Üçüncüsü ise ehliyeti… Yani yaptığı işi iyi yapacak.
Bunun
dışında hangi memleketten, hangi inançtan, hangi mezhepten, bunlara bakmazdı.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysa… Türkiye’de tabii… Dışardaysa dışardaki
insanlara göre iş tutardı. Bu açıdan herkes bunları konuşur da… Yapmaz!
Bunun
delili, kanıtı nedir? Hoca’nın etrafında bulunan insanlar… Ben işte… Diyelim ki
benden büyük olan hocalarım… Hoca’nın böyle ilk öğrencileri… Biz… Benden küçük
olan… Şöyle bir fikriyatımıza baktığımız zaman; biri Maçin’de, biri Çin’de…
Biri uzayda… Öyledir, çok farklıdır. Ve hepsi de Hoca’nın talebesidir. Hepsi de
aynı derecede Hoca’yla ilişki kurmuş insanlardır.
Bunu
becermek kolay bir iş değil işte… Bu, saygı… Temelde saygı… Saygının da iki
bileşeni var; bilgi ve görgü. Hoca’nın insanlarla ilişkileri bilgi odaklı ve
görgü odaklıydı. O açıdan etkisi de, insanlara değmesi de, belirli bir sevgi
halesi oluşturması da bununla çok alakalıdır (diye) düşünüyorum. Dolayısıyla
bunlar gelip neye dayanıyor? İnsan olmasına dayanıyor.
Şimdi
bu eleştiri konusu da… Biraz önce sorduğun ve benim ertelediğim soruya gelmek
istiyorum. Şimdi yine bu programda mı, başka yerde mi söylediğim,
hatırlamıyorum ama bizde, Türk düşüncesinde ya da Türkiye’de düşünce
üretilmesini eleştiri eksikliğine bağlayan insanların… 56 yıllık ömrümde, 35
akademik hayatımda gördüğümü söylüyorum; en tahammülsüz olanlar da bunlardır,
bu şikâyette bulunanlardır. Ben bunu gördüm yani… Mikrofon açıkken, işte, “Bizde eleştirel düşünce yok, bizde kimse fikre tahammül…” Eleştirdiğin
zaman kıyameti kopartır!
Şimdi,
Hoca ile ilgili anım şu: Hoca’nın “Küresel
Medeniyet” kitabı yayınlanmıştı[2]. O
zaman “Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti”
olarak çıkmıştı. O kitap dolayısıyla ceza aldı. Kimse bunu bilmez. Tabii, o
kitabı bahane ederek Hoca’ya üniversite o dönemin şartlarında ceza verdi.
Sebebi buydu ama başka şeyle verdiler tabii. Onu da burada ilk defa söylemiş
olayım. Şimdi o kitabın yayınlanmasında benim de tabii biraz katkım oldu. İşte
yayıneviyle… Gittik İlhan Kutluer hocamız o zaman, o yayınevinin danışmanıydı.
Aracı oldu filan…
Kitap
çıktı… O zaman ilk çıktığında küçük bir kitaptı açıkçası. Hoca, baskı çıktıktan
sonra her birimize birer nüsha dağıttı. Hoca’nın âdetidir.
Öğrencilerine?
Tabii…
Sadece öğrencilerine değil… Tüm
bölümdeki hocalara hem kitaplarını hem makalelerini dağıtırdı. Şimdi ben
öğrencilerine dağıtmasını anladım ama tüm bölüme dağıtmasını… Şöyle bana cevap
vermişti… Artık bunları söyleyebiliriz. “Belirsizlik
korku yaratır. Muhayyileyi (hayal gücünü) besler ve insanlar sizi farklı
görmeye başlarlar. ‘Ne yaptığımı herkes bilsin ki arkamdan farklı şey
düşünmesin’ diye” yaptığını söylemişti bana… Ama öğrencileri için tabii
bunu düşünmüyor… Öğrencileri ile neticede paylaşıyor.
Kitabı
verdikten sonra dedi ki bana; “İhsan, tüm
arkadaşlara söyle. Bir ay sonra… (Kitabı okunacak şekilde. Çünkü bir ay
içinde okunabilir bir kitap.) Bir ay
sonra kitap hakkında bir değerlendirme toplantısı yapalım.”
Şimdi, değerlendirme derken, hani, nasıl
alıştık biz? “Aa hocam çok iyi yazdın!”
diyoruz tabii (gülüyor…).
Dedi
ki; “Herkes, eleştirilerini çıkarsın.
Neler yanlış var? Nelere katılmıyoruz? Bunları müzakere edelim.”
Ben,
içimden dedim ki; “Herhalde deniyor Hoca
bizi. Neyini eleştireceğiz biz? Öğrencisiyiz yani…” Neyse, tüm hocalarımıza
kitabı dağıttık. Asistan arkadaşlar, bizden büyük olan hocalarımız… Ve İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünün kütüphanesinde çaylar
eşliğinde oturduk.
Eleştirinin
moderatörü de Hocamızın ilk öğrencisi olan, değerli hocamız Cengiz Çakmak hoca…
O zaman doçentti hocamız ve o, moderatörlüğünü yaptı… Moderatör diyorum ama ilk
eleştiriyi de o başlattı. Yaklaşık üç saate yakın orada biz Hoca’nın kitabı
hakkında kanaatlerimizi serdettik. Hani biz yine edebimizi muhafaza ettik, çünkü
ben dediğim gibi hala inanamıyorum… “İmtihan
mı ediliyoruz? Bir sınav mı bu?” falan gibi düşünüyorum. Çünkü Hoca’nın bir
karizması var, bir otoritesi var… Entellektüel bir insan… Yani neyini
eleştireceksin diye bakıyoruz biz olaya… Alışkanlıklarımız buna müsaade etmiyor
açıkçası… Ama Cengiz Bey…
O alışkanlığı sağlayan şey tabii
başka bir örnek hoca görmemişlik…
Örneklik
yok önümüzde tabii ki… Yetiştiğimiz kültür, gelenek diyoruz da… Ama Cengiz
hocamız, çok ağır eleştiriler yaptı.
Hoca,
piposunu yaktı… Pipo eşliğinde –O zaman
yasak değildi kapalı yerlerde içmek- dinledi. Ben Hoca’yı izliyordu. Yani
çok ağır eleştiride mimikleri, jestleri… Yok, gayet rahat… Not alıyor…
Bittikten
sonra Hoca, tüm eleştirilere sırayla cevap verdi ve inanır mısınız, yüzde
yetmişini kabul etti. “Kitabın ikinci
baskısında ben bunları dikkate alacağım” dedi ve hepimize teşekkür ederek
emeklerimizden dolayı, dağıldık. Bu,
benim hayatımda unutmadığım nadir sahnelerden biridir.
Bir
hocanın örnekliği böyle bir şey… Lafla olmuyor bu! Ya da yalan söyleme değil
de, en kritik anda doğruyu söyleyerek örnek olmak vardır ya? O açıdan Hoca’nın
bu örnek olma durumu… Şimdi biliyorsunuz biz Hoca’ya aramızda “usta” deriz. “Ustamız şöyle… Ustamız böyle…”
Şimdi,
Hoca’nın Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi’nde, şimdiki Milli Eğitim
Bakanımız Mahmut Bey’in –O zaman rektördü- girişimiyle bir fahri doktora
verildi. Hocamız Zonguldaklıdır. Ben orada bir konuşma yapmıştım. “Bir Üstad v e Filozof Olarak Teoman
Duralı…” Orada söyledim; Kime “üstad” denilir? Usta, üstadın
kısaltılmışı malumunuz… Onun bizde üç anlamı var… Yani bir kişiye öyle kafanıza
göre “usta” diyemezsiniz.
v Birincisi; örnek olmak… Yani bir insan, muallim, müderris, profesör,
doçent, öğretmen, kimse… Örnek olacak!
Topyekûn bir örnek… Kişisel
yaşantı…
Tabii,
tabii… Her açıdan… Duruşuyla, kalkışıyla, bilgisiyle bir örnek olacak…
v İkincisi; Mutkin olmak derler… Yani yaptığı işi,
maddi ve manevi gücünün yettiği oranda son sınırına kadar yaptığını bize ihsas
ettirmesi lazım. Hoca, işini iyi yapardı. Çok iyi yapardı hem de…
Şimdi
bak, bir anımı anlatayım… Ben bunu başka
mecralarda anlattım. Hoca’nın yüksek lisans dersini alıyoruz. Bir konu anlattı
Hoca… Kant’ı anlatıyordu… Ben de bir benzeşimden hareket ederek Cahız’a bir
atıf yaptım. Dedim ki; “Hocam, Cahız,
Kitâbü'l-Ḥayevân’da şöyle şöyle diyor…” Nereden okumuşsam…
Hoca,
Cahız’ı çok iyi biliyor. Tezinde kullanmış, biliyorum ama… Şimdi, bağlam
dolayısıyla irtibat kuramadı Hoca ama beni de bozmadı. “Ya ne alakası var?” da demedi. Çünkü ciddiye alıyordu
öğrencilerini Hoca… Hoca’nın tabii derslerine girerim. Nasıl anlatırdı… Hoca’nın
odasına gidip geliyoruz tabii… Odası açıktı. Kitaplar (üst üste) yığılmaya
başladı… (Gülüyor…) Cahız’la alakalı yalnız. İspanyolca, İtalyanca, İngilizce…
Hocada dil çok! Almanca, neyse… Cahız’la alakalı hangi dilde kitap varsa onlar
yığılmaya başladı böyle (üst üste)… Kütüphaneden alıyor, getirtiyor falan…
6
ay sonra, Hoca bize, benim o katkıda bulunduğum bağlamı dikkate alarak bir
Cahız sunumu yaptı… Fakat kesinlikle bana atıf yaparak, beni rencide ederek
değil, sanki doğal bir bağlammış gibi… Ama biz anladık tabii… Ve inanılmaz bir
Cahız dinledik Hoca’dan! O kadar güzel hazırlandı! Orada (derste) geçiştirmedi,
halının altına süpürmedi, hocalığın gereği neyse onu yaptı. Dolayısıyla bu
örneklikler insanı etkiliyor. Bunları siz bir iyi yaşam kitabı, iyi hoca olma
kitabı yönergesi…
Bakın
menâkıb çok önemlidir bizim geleneğimizde… Menâkıb… Özellikle tasavvufta. Niye?
Çünkü ameli aklın ya da eylemin epistemik doğrulaması, bilgi doğrulaması
kitapla olmaz, davranışlarla olur. Biz niçin bir mutasavvıfın, büyük bir sufinin
menâkıbını önemseriz? Çünkü onun iddialarının tam tahakkuk etmesi, tam
gerçekleşmesi ve iddialarının doğrulanmasıdır. Menâkıbın en önemli özelliği
budur. Onun için büyük insanların menâkıbları, aynı zamanda onların
iddialarının doğrulanmasıdır.
Hani,
ben şöyle bir cümle kurmuştum? “Bir
insanın yaşamı, kendi hakkındaki rüyasının yorumudur.” Dolayısıyla hocanın
menâkıblar, o kişinin iddialarının bir yorumu… Nasıl yaşadığı, yaşama ilişkin,
hayata ilişkin iddialarının cisimleşmiş, tecessüm etmiş, dışarı çıkmış bir
hali… O açıdan çok önemlidir bu tür menâkıblar…
Meseleyi de meselleştirmeden misal
olarak kalmasını sağlayacak…
Ben
de bunu söyleyeceğim… Örneklik böyle oluşuyor… Siz bir sufiyi, büyük bir
sufiyi, büyük bir âlimi örnek alırken işte bu somutluklar üzerinden örnek
alıyorsunuz. Yaşamış çünkü bunu! Fiili olarak… Sadece bunu sana söylemiyor. “Yap” demiyor, yapıyor. O, yaptığı
için, o bir temsil olduğundan dolayı, o temsil…
İşte
misal, mesel, masal, timsal… Hepsi aynı kökten gelir biliyorsunuz. Atasözü de meseldir değil mi? Mesel de
misalden gelir. Atasözü de bir örnekliktir. Masal da aynı şeyden gelir.
Anlatabiliyor muyum? Aynı kök bunlar… Hoca’da biz misal kelimesinin tüm
açılımlarını görürdük… Böyle, bu tür uygulamalarından dolayı… Yeri geldiğinden
birçok anımı paylaşabilirim bu açıdan…
v Bir de ustanın üçüncü bir anlamı da “önde olmak” demek… Herhangi bir konuda,
beraber yürüdüğün insanların önüne geçebilmek… Niçin? Daha önce bunun
tecrübesine sahip olmak… Basit bir örnek; Yolda yürüyorsunuz… Ormanda nasıl
gideceğinizi bilmediğiniz zaman birinin öne çıkması lazım, işte o da ustadır…
Yolu açması lazım…
Yolu
açması anlamında… Doğrusu Hoca’da hem örnek olmak, hem mutkin olmak yani işini
iyi yapmak, ehliyet, hem de öncü olmak anlamında ciddi bir birikim vardı. Çünkü
devamlı uğraşırdı.
Mesela
çok ilginç… Yine benim taaccüp ettiğim, hayret ettiğim bir şey… Hoca’nın bir
radyosu vardı… Sürekli… Fakültede tabii
çalışması çok zordu… Çünkü kapısı devamlı açık olduğu için biz Hoca’ya kızardık
ama Allah insanı en iddialı olduğu yerden imtihan eder… Biz de o duruma düştük
biraz… “Güzin Ablalık” derdi buna
Hoca… “Hocam Güzin Abla mı oldunuz?” derdi…
(Gülüyor…) İnsanlar dertlerini yazardı… Hoca’nın odası, dertli insanların
gelip… Hoca’nın bir şey yaptığından değil ama dinleyip onları rehabilite
ediyordu bir tür… Tabii orada
çalışamıyordu… Ya kitap okuyordu, ya radyo dinliyordu… Radyoyu… Girerdim… Allah
Allah! Garip bir dil… Bizim bildiğimiz bir-iki dil canım… Hoca, gününü,
özellikle fakültede iken saatlere bölerdi böyle… Ve her saat, başka bir radyoyu
dinlerdi. O dili devamlı canlı tutmak için… Anlatabiliyor muyum?
Dil,
unutulur. Dil dediğin biraz haindir, yani ihmal edersen gider… Onu Hoca çok
söylerdi… Unuttuğu diller de vardır Hoca’nın bu nedenden dolayı… Mesela
Malaycayı çok iyi de konuşurdu ama konuşmasını unuttu. Uzun süre ihmal ettiği
için…
Radyoda bulamadıysa…
Radyoda
bulmadıysa… (Gülüyor…) Evet…
Dolayısıyla,
mutkin olmak, işini iyi yapmak anlamında da bunu çok gördük. Böyle güzel
hatıralar geliyor aklıma…
Eyvallah… Hususiyetine dair sormuş
olayım Hoca’nın… Radyo deyince Hoca’nın, sizin denk geldiğiniz ya da
dikkatinizi çeken müzikle ilişkisi bağlamında söylüyorum…
Çok güzel! Evet... Hoca, bir müzik hastası
canım… Yani zaten Hoca’nın müzik kulağı güçlü olduğu için dil kabiliyeti de
güçlü… Ben, bunu kendi çocuklarımdan da biliyorum. Müzik kulağı iyi olanın dil
öğrenme kabiliyeti, özellikle duyma, duyduğunu anlama kabiliyeti çok gelişkin
oluyor. Hoca, kaliteli müziği tüm kayıtlardan bağımsız olarak dikkate alırdı.
Yani her türlü müziğe açıktı. Diyelim ki Batı klasik müziği yanında İran
müziğine, ondan sonra Türk müziğine filan… Klasik Türk müziğine falan çok
şeydi… Devamlı müzik dinlerdi Hoca zaten… Tabii… Ve büyük müzisyenlerin
hayatlarını da bilirdi, okurdu…
Hoca’nın
sanatların çeşitli alanları ile irtibatı vardı… Şiir yazardı… Devam etmedi ama
hatta bizim Mehmet Sabri Genç, öğrencisi, onun bir şiir kitabını da yayınladı. “Deniz ve Kâşif” diye bir şiir kitabını
da yayınladı. Devam etmedi fakat şiire de merakı vardı, şairlere de merakı
vardı…
Bu
entellektüel meselesinden şunu da söyleyeyim. Hoca, açık uçlu bir insan olduğu
için mesela kendi dönemindeki tüm entellektüellerin, entellektüel kabul ettiği
aydınların, yazarların toplantılarına giderdi. Necip Fazıl’ından Nurettin
Topçu’suna… Tabii… Cemil Meriç’inden… Ne bileyim, o dönemde tüm sol cenahın,
sosyalist cenahın, Marksist cenahın, Kemalist cenahın… Neyse… Hepsinin… Dizginlenemez bir merakı olduğu
için “bunlar ne anlatıyor?” gidip
dinlerdi… Ve biz Hoca’dan çok dinledik, birebir bu tür hatıraları… İsimlerini
tek tek saymaya gerek yok… O İkinci Yeni’nin en önemli şairlerini mesela… Birebir hem tanımıştır, hem de güzel
şiirlerinden bahsederdi… Dolayısıyla bu sanat… Hem müzik, hem şiir, hem
edebiyat…
Mesela
Hoca’nın biz, hatırlıyorum, birinci sınıfta… 85’te… Bize… Benim en önemli
hatıralarımdan biri de odur. O zaman tabii akıllı tahta yok. Tebeşirle yazıyor…
İlk dersimiz perşembe günü… Felsefe öncesi düşünüş… 85, Perşembe… Ekim…
Hatırınızda mı?
Tabii,
tabii… İlk ders… Çünkü çok etkilendiğim bir dersti. Niye? O zaman doçentti
Hoca, yeni doçent olmuştu. Bize kitap yazdı… “Okumamız gereken kitaplar…” Tabii bizim üniversitede bir
tecrübemiz yok. Etrafımızda kimseye de sormamışız.
Şunu
zannettim ben: “Tüm bu kitaplar alınacak…
(Neredeyse 20’nin üstünde kitap var orada…) Tüm bu kitaplardan sorumluyuz
derste…”
Dedim ki; “Yav
işimiz ne kadar zor! Bu üniversite ne kadar zormuş!”
Hâlbuki
hiçbir hoca öyle bir kitap tavsiye etmedi bize… (Gülüyor…) Ben gittim, tüm o
kitapları aldım. Hepsini de okudum. Sonra şunu öğrendim: Meğer o kitaplar, dört
yıl boyunca, bizim genel kültür olarak, ders için değil de, bilmemiz gereken
kitaplar…
O
kitaplardan biri neydi biliyor musunuz? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi…”
Felsefe bölümü birinci sınıf öğrencisi… Ama Hoca bunu yazarken, bunu Türkçe
açısından okuyacaksın… Çünkü iyi bir düşünür, iyi bir felsefeci, dilini iyi
bilen insanın yapabileceği bir iştir.
Yani kendi edebiyatı ve kendi
tarihi…
Yani
onun dolayında… Onun Türkçe açısından çok başarılı bulurdu, Tanpınar’ı… İyi
Türkçe sahibi müellifleri önerirdi. Hiçbir ideolojik kampına bakmaksızın… Nazım
Hikmet’i de önerirdi, Cemil Meriç’i de önerirdi… Nurullah Ataç’ı da önerirdi
mesela… Türkçeyi iyi kullanan insanlar olarak bunları söylerdi…
Tabii, dil konusunda da çok ayrı
hassasiyeti var ama şeyi de sormak isterim… Bu soruyu Hoca’ya soramadım,
sormadım tabii ama… Turgut Cansever’e ben denk gelemedim hocam. Fakat
sonrasında Turgut Bey’in çevresindeki her kimle oturduysam aynı soruyu sordum: “Hoca’nın masasında eksik olmayan ne
vardır?” diye… Herkesle ilgili (bir) husus olduğu söylendi…
Şimdi müzik bahsini konuşurken
Teoman Hoca’nın acaba var mıdır masasından eksik olmayan?
Benim
gördüklerimle sınırlı bir şey söyleyebilirim. Belki oğlu Deniz Bey’e sormak
lazım… Ama atıflarından hareket ederek söyleyebilirim. Hoca’nın bir kere
masasından eksik olmayan; Platon ve Aristoteles… Bu bir… Kenara koy onu…
İkincisi… Bizim şeye geldiğimiz zaman Gazzali… Mesela Hoca, Gazzali’yi çok
önemserdi… Kant… Ondan sonra… Mesnevi… Hoca, iyi bir Mesnevi okuyucusudur… Farsça
okurdu Hoca…
Farsça da?
Tabii,
tabii… Farsça bilirdi ve okurdu… Sonradan unuttu zannediyorum… Unuttuğu diller
var çünkü bazı...
Çok
ilginç… Yerli dilleri öğrenmişti Hoca… Kabile… Kızılderili dediğimiz Amerikan…
Tabii, birkaç kabilenin dilini merak saiki ile öğrenmişti… Öyle çok ilginç
anılar var… Bir gün oturuyoruz… Emniyet’ten aradılar… Sınırda bir Afrikalı
yakalanmış. Bir dil konuşuyor, bilmem ne dili, hatırlamıyorum bile… Mütercim lazım. Hoca’nın böyle bir şöhreti
de vardı… Hoca’yı aradılar… Biz de orada oturuyoruz, odada… Bilmem ne dili…
Hoca, tabii haklı olarak dedi ki; “Ben
bunu ilk defa duyuyorum…”
Svahili falan değil yani? (Gülüyor…)
Hayır,
hayır… Büyük diller değil… Çok yerel bir dil. Fakat merak dediğimiz şey budur
işte… Şimdi Hoca, “Bilmiyorum” dedi,
kapattı ama… Bu dil ne? (Gülüyor…)
Onu bile öğrendi demeyin…
Öğrenmedi
ama oturdu onu baya bir araştırdı. Çünkü
bana da birkaç vazife verdi o çerçevede de ondan biliyorum… Yani Hoca’nın öyle
bir merakı vardı… Eğer onu öğrenmeye değer bulsa öğrenirdi. Emin olun… Büyük
bir ihtimalle değer bulmamıştır ki vazgeçmiştir. (Gülüyor…)
Hoca’yı
o zaman şöyle anlıyorum hocam… Çok devasa bir merak duygusu… Diri tutan…
Evet…
Ama Hoca’nın… Zonguldak’a fahri doktora için gittiğim zaman bana denizi
gösterdi… İşte benim merakımın kökeni budur… Deniz. Deniz gibi ufuk… Ne var
ötede acaba? Yani… Onun için ilk yaptığı şey bir gemiye atlayıp denize açılmak
olmuş… Hoca’nın bir deniz tutkusu var… O “Deniz
ve Kaşif” de oradan geliyor zaten… Deniz onda… Çöl… Aynı şekilde hep bir
merakı tahrik eden, merakı boşandıran bir etki uyandırmış… Tabii inanılmaz bir
merak… Ama hatırla… Merakla korku olmazsa biz bu varlık okyanusuna açılmaktan
korkarız… Ya da varlık çölü… Hangisi hoşuna gidiyorsa… O merak ve korku bizi
yönlendiriyor tabii… Dolayısıyla Hoca’nın o dil merakı da bununla alakalı, bu
genel merak duygusu ile alakalı şüphesiz…
Afrikalı tutuklanan arkadaşın
sorgulanmasına yardım etti… Afrikalının değil mi? Günün sonunda…(Gülüyor…)
Evet…
(Gülüyor…) Yani oradan bile bir yere varabilir miyim meselesine gidiyor… Çünkü
biz derslerde bazen öyle dillere atıf yapardı ki… “Şu kelime, bu dilde, bu anlama gelir…” Bildiğimiz bir dil değil
yani… Yerli dili, mahalli bir dil… Oradan bağlantılar kurardı… Hoca, etimoloji
ile felsefe yapan biri değildi… Bizi de uyarırdı o konuda… “Yani etimoloji çok önemlidir, bir kültürün varlığı idrak etmedeki
kökenler çok önemli fakat orya takılıp kalırsanız felsefi problemi, o halis
felsefe sorusunu gözden kaçırırsınız… Etimoloji, bize sadece felsefi sorunu
idrak etmede, o kültürün o felsefe problemine bakışındaki imkânları verir.
Yoksa felsefe problemi, o kültürün, o dilin bizatihi kendisinden daha yukarıda
olan bir sorudur. Arapça da bakabilirsiniz buna, İngilizce de bakabilirsiniz… Önemli
olan orada… Etimoloji yaparken ya da etimolojiye giderken kültürün o felsefe
problemi olan ilişkisini tespit edersin. Yoksa doğrudan felsefe probleminin
kendisi ile irtibat daha üst bir çabayı gerektirir.” derdi. O açıdan ben de
etimolojiye çok dikkat ederim. Kavram meselelerine ama etimolojiye takılıp
kalıp da felsefi bir sorunu çözmek tek başına kısırlaştırıcı bir şeydir. Bir
süre sonra sizi dolap beygiri gibi dolaşmaya neden olabilir. Hatta bazı
filozofları da, başta Heidegger olmak üzere bu açıdan biraz eleştirirdi. Özellikle
ilk dönemlerinde… Sonradan daha farklı kanaatleri oldu Heidegger’e ilişkin ama…
Hatırlıyorum, ilk dönemlerde etimolojiye boğması felsefi meseleleri dolayısıyla
Heidegger’i eleştirdiğini hatırlıyorum. Böyle bir tarafı vardı Hoca’nın… Evet…
Belki ikinci bölümde hocam…
Hoca’nın vefat dolayısıyla etrafından dönen… Tartışma değil tabii ki de… Birkaç
tane aklı evvel, kendini bilmezin…
Ondan
önce… Hoca’nın hocalığını da konuşmamız lazım…
Evet, oraya ikinci bölümde gireriz…
Sizin için de uygunsa…
Buyrun…
Ben yine Hoca’nın şahsiyeti… İşini
ciddiye alması dolayısıyla, yaptıklarını ciddiye alması dolayısıyla ciddiye
alınan tavrını biraz daha konuşalım istiyorum. Sizin anlattığınız gene bir şey…
Hoca’nın Dekartçı[3]
olduğuna ilişkin… (Gülüyor…)
Evet…
Ben rahmetli Turgut Cansever hoca için yazdığım yazıda bu cümleyi kullanmıştım…
“Ancak kendisini ciddiye alan bir insan
uğraştığı alanı da, konuyu da ciddiye alır.” Kendine saygı duyan bir insan,
uğraştığı konuyu da saygın kılar.
Bu,
Hoca için de geçerli… Zaten birkaç insan tanıdım ben… Tabii, muhakkak çok
vardır ülkemizde… Ama benim irtibat kurduğum biri Turgut Hoca’dır, biri Mehmet
Genç Hoca’dır, biri de Teoman Hoca’dır… Bir hocamız daha var… (Benim kendime örnek aldığım anlamında
söylüyorum. Çok hoca vardır şüphesiz.) Allah selam versin, sağlık versin,
afiyet versin.
Bu,
son derece önemli… Hoca, yaptığı işe saygı duyan bir insan…
Söylemeyecek misiniz?
Yok,
onu söylemeyeceğim şimdi… Belki hoşuna gitmez hocamızın… Ama Allah selamet
versin, uzun ömür versin, sağlık versin… Örnekliği eksik olmasın. Hakikaten
örnek alıyorum ben hocamızı kendimize.
Hoca’nın
böyle bir özelliği var… Yaptığı işe saygı duymak… Saygı duyduğu için titizlik…
Şimdi, titizlik gerçekten epistemik bir kaynaktır. Siz bir işi ne kadar
titizlenirseniz, o iş kendisini size o kadar verir. Anlatabiliyor muyum? Yani
nüfuz etme kabiliyetinizi arttırır. Hoca’nın öyle bir şeyi vardı. Dolayısıyla,
Hoca’nın o şahsiyet özellikleriyle alakalıydı.
Anlattığınız zaman hocam, sizin
Hoca’yı Dekartçı zannetmeniz…
O,
şöyle… O, Hoca’nın hocalığıyla alakalı bir konu… Biz tabii… Hoca’nın dersleri
efsane! Bunları hiç anlatmaya gerek yok. Kimse saate bakmaz. Yani…
Ayakta anlatır… Belki de burada o
sahneyi de söylemek lazım bilmeyenler için…
Ayakta
anlatmaz… Hoca, teatral anlatır. Yani devamlı hareket halindedir ve
öğrencilerle temas kurar. Burada bunu ben temsil etsem, gülebilir arkadaşlar
yani… Ama o kadar sahici elektromanyetik bir alan oluştururdu sınıfta… Yani
şöyle değil: Bir çizgi çizip, öğrencileri o çizginin ötesine koyup karşıdan
seslenen insan değil… Öğrencilerin içine giren bir insan. Amfide devamlı yürü
ama bu yürümek de öyle yapay bir şey değil. Yeri gelir sıradaki bir öğrenciye
eğilir, ona anlatır dersi. Herkes oraya dikkat kesilir. Tam bir teatral… Mesela
Hoca’yı buraya getirsek, ders anlatsa, üç saat sonra şu eşyaların hiçbiri
yerinde kalmaz! O eşyaları kaldırır, onu örneklendirir, fakat o sırada
yürümüştür. Onu oraya koyar. (Yerlerini değiştirir.) Anlatabiliyor muyum?
Hoca’nın onu için böyle sahnede ders vermesi risklidir. Çünkü iş yükünü çok
arttırır Hoca… Hizmetliler ya da oradan sorumlu insanlar o eşyaları tekrar
yerine koymak zorundadır. (Gülüyor…) Değil mi? Yani Hoca’nın ders anlatması
böyle bir şeydi.
Şeyi biliyorum hocam ben… Yakın
zamana kadar Zeytinburnu Belediyesinde bir dizi ders yaptı…
Ama
Hoca’nın biraz yaşlılık, sağlık problemi olduğu dönemler…
Ona rağmen hocam… 2 saat ayakta…
Tabii…
Şimdi Hoca ilk ameliyatını oldu. Boğaz kanseriydi hocamız. Ben, ziyaretine
gittiğim zaman çok üzüldüm. Yani hocamız bu vartayı atlatamaz diye düşündüm
açıkçası… İşte arkadaşlardan rica ettik. Dua edelimi hatim indirelim şeklinde…
Bir ay sonra Hoca beni aradı. “İhsan”
dedi, “bana ders koy” dedi şeyde… “Felsefe bölümünde ben ders vereceğim.”
Ben
o zaman anladım, Hoca dirilmek istiyor. Ve
emin ol, üç saat ayakta, o ameliyattan birkaç ay sonra ayakta ders anlatırdı
Hoca ve derslere hiçbir zaman, bizim tam tersimizde… Hoca’yı o konuda örnek
alamadık. Derslere kravatsız girmezdi. Yani o klasik dönemin alışkanlıklarıyla
ceket-kravat-pantolon… Yani takım elbise vardı…
Tabii,
Hoca’nın öyle bir özelliği vardı. Ayakta, son derece teatral, bir
elektromanyetik alan oluşturan… Hoca’nın tabii, ders şeyi, entellektüel olmakla
alakalı… İnsan olduğu için hayatın içinden… Yeri geldiğinde bir taksi şoförüne,
yeri geldiğinde bir siyasi meseleye atıf yaparak konuyu çerçevelemesi çok
önemli… Bir anlatıya dönüştürüyordu her şeyi… Bir anlatı… O anlatı da bir
organiklik oluşturuyor. Sizi çekiyor bir vakum gibi… Anlatabiliyor muyum? Böyle
bakıyorsunuz. Yani şöyle, çok amiyane bir örnek ama bir maç düşünün; ne zaman
gol olacak diye böyle bakıyorsunuz. O an vardır ya? (Ben maç seyredemem
açıkçası da.) Onun gibi,
seyrediyorsunuz. Fakat bu seyrederken konuya odaklanıyorsunuz. Onu da
söyleyelim ben. Hoca’nın hareketlerine değil. Onun için biz Hoca’nın derslerini
hiç unutmazdık. Şimdi o mesele de…
Şey de var ya hocam. Şey
zannediyorum örneği… İnsan ancak çok iyi
anladığında iyi anlatabilir.
Tabii…
Feynman’ın mı, Einstein’ın mı, şimdi tam hatırlamıyorum ama “Bir konuyu iyi anladıysanız” diyor, “onu ilkokul çocuğuna da anlatırsınız, bir
profesöre de anlatırsınız.” Anlamanın ölçütü budur. Feynman’ındır
zannediyorum. Bunu, evet Hoca da söylerdi.
Şimdi
burada şu var yalnız. Bir şeyi iyi anlatmanın bir şartı var. O da şudur:
Öğrendiklerinizi, malumat olarak aldıklarınızı tevessül edeceksiniz dedik ya
geçen… Kendinize mal edeceksiniz.
Hoca,
tüm felsefeyi kendisini icat etmiş gibi anlatırdı. (Gülüyor…) O terkip, o inşai
tutum, o sentetik yapı, o anlatıyı oluşturan şeydir. Yani Hoca, bilmediği,
kafasının basmadığı, anlamadığı zaman onu hikâyesine katmazdı. Anlatabiliyor
muyum? İnşai bir kafası vardı yani… Kendisi o sırada inşa ederdi konuyu… Aynı
konuyu başka bir zaman sorun, başka bir inşa ile karşılaşırsınız. Onun için
Hoca belki aynı şeyleri anlatırdı ama inşalar farklı olduğu için, örgüler
farklı olduğu için hep farklı film ortaya çıkardı. İşte bu konuyu kendisine mal
etme, o temessülle son derece alakalı… Bakın bunun örneğini işte senin dediğin
şey veriyor bize…
Şimdi…
Üçüncü sınıftayız, Yeni Çağ Felsefesi
Tarihi… Hoca’nın dersi öğle üzeriydi… Sonra akşama başka bir ders var… Çağdaş Felsefe Akımları… Hoca Descartes’i
anlatıyor bize… Ben de o sırada Nietzsche’nin Descartes eleştirilerini
okumuşum… Öğrenci nedir yani? Hocayı zor durumda bırakacak… Öyle… Sınıfın hani…
Felsefeye bilinçli gelmiş bir grup arkadaştık zaten… Hoca, Descartes’i
anlatırken bir yere geldi… Ben, el kaldırdım. Nietzsche’nin eleştirisini
söyledim. Nietzsche’ye atıf yaparak…
Hoca,
“evet” dedi, “Descartes şu anda çok ağır bir sağ kroşe aldı” dedi. (Gülüyor…) “Ama
yıkılmadı henüz…” falan… Esprilerle…
Öyle
bir anlatıyor ki… Ben sorular soruyorum, itiraz ediyorum… Başka arkadaşlar
(da)… Sanki karşımızda Descartes var ya!
“Bu kadar da niye önemsiyor ki?” dedik yani… Hoca, Dekartçı mı acaba? Bilmiyoruz tabii, Hoca’yı artık öğrenci
olarak tanıyoruz. Henüz daha çırağı olmuş değiliz. Şimdi, Hoca bunu hissetti… Herkes,
Allah Allah (bir şaşkınlık halinde)…
“Çocuklar” dedi, “ben,
şu anda size Descartes’i anlatıyorum. Şunu düşünmem lazım: Descartes, bunu
nasıl cevaplardı? Önemli olan budur” dedi. “Yani, ben şu anda Descartes’im” dedi. “Descartes’i
eleştirmek ayrı bir konu, benim Descartes’le ilgili kanaatim ayrı bir konu… Kant’ı
anlatsam bu şekilde anlatmam lazım. Nasıl cevap verebilir bu sorularla? Zaten
felsefe sistemlerinin en önemli özelliği budur” dedi. “Bir kere kurulduktan sonra, kendinden sonraki durumlara ilişkin,
filozof yaşasa nasıl cevap verirdi? Mesela Descartes’i alıp 20. yüzyıla
getirsek sorulara nasıl cevap verir? Dekartçılığı siz güncellemek istiyorsanız,
Descartes’in yöntemini… Bunu yapmanız lazım…” Bunun (ders anlatış
biçiminin) gerekçesini verdi bize…
Şaşırdık
tabii ama bu olay burada kalsa beni çok etkilemez de… Akşamki derse gittik.
Sınıfta bir arkadaşımız vardı, Wittgenstein’ı çok seven, Wittgenstein’ın
Tractatus’unu ezberlemiş, Tractatus
etrafında yazılmış metinleri okumuş, hatta Almanca bilmediği halde Almancasını
ezberlemiş bir arkadaşımız… Var böyle insanlar… Çok kötü sıkıştırdı Hoca’yı ama
hem Tractatus’dan alıntı yapıyor, hem Türkçesinden… O zaman zannediyorum Oruç
Auroba’nın tercümesiydi herhalde alıntı yaptığı… İşte, başka kaynaklardan alıntı yapıyor…
Bunaldı Hoca…
Dedi
ki; “Ne beni sıkıştırıyorsun? Öyle demiş
işte, ne yapayım yani? Git, kendisine sor!”
Şimdi
biz bu ikisini mukayese edince Hoca’nın direncini gördük gerçekten. Hocalığını (gördük). Konulara olan
vukufiyetini, ciddiyetini gördük. Titizliğini gördük. Bu da bizi etkileyen
hadiselerden biridir. Ben bunu daha başka mecralarda da anlatmışımdır.
O
açıdan titizlik, işini ciddiye almak, saygı duymak, bir süre sonra sizin de
ciddiye alınmanızı ve size de saygı duyulmasını, yaptığınız işe de saygı
duyulmasına neden oluyor. Ben bunu rahmetli Turgut Hoca’da da, Mehmet Genç Hoca’da da, Teoman Hoca’da da
gördüm açıkçası... Bir şekilde beraberliğim olan insanlar…
Bu örnekler dışında hocam, şey var
mıdır? Siz de -buradasınız diye tam rahat söyleyemiyorum belki ama…- hocasınız.
Hocalık yapıyorsunuz çok uzun yıllardır. Teoman Hoca, size hocalık yaptı.
Hoca’dan en belirgin, böyle alıp da kenara koyduğunuz, gene hocalığı
bağlamında, bir şey var mıdır, bu anlattıklarınız arasında?
Bir
insan, tabii kendisine özdeştir. Hiçbir insan, diğerine özdeş olamaz. Hoca da
bunu istemez zaten. Onun için taklit iyi bir şey değil. Hoca, taklidi hiç
sevmezdi. Ben, Hoca’nın taklit edilmesi taraftarı değilim. Ama Hoca’nın örnek
alınması anlamında…
Ben,
bunu arkadaşlarıma, genç arkadaşlarıma söylüyorum… Ben, böyle gördüm diyorum.
Ben saklamam.
-“Niye hocam böyle yapıyorsunuz?” (diye soruyorlar.)
-“Biz hocamızdan böyle gördük” (diye yanıtlarım.)
Çünkü
bazen yaptıklarımızı anlamıyor gençler… Çünkü bizim dönemimiz değil. Yeni bir
kültür… Yetişmiş genç arkadaşlar farklı bakıyor olaylara… Bazen benim
yaptıklarımı anlamlandıramıyorlar… “Biz
Hoca’dan böyle gördük” diyorum ben bunu…
Benim
etrafımda bulunan, yetiştirdiğim, yetişmesine katkıda bulunduğum tüm genç
arkadaşların muhayyel örneği Teoman Hoca’dır. Çünkü söylerim ben de… Saklamam.
Hoca’nın
ders anlatma üslubu kendine has… Onu siz ancak, oradan faydalanabilirsiniz…
Çünkü o, Teoman Duralı; siz, İhsan Fazlıoğlu’sunuz. Yusuf Genç’siniz falan…
Yani…
Ama
bu örnek alma durumu… Tabii ki bizim önümüz açan, nasıl davranacağımıza ilişkin
bize kapı aralayan bir yapı elbette…
Tavra
ilişkin…
Tabii,
tabii… Diyelim ki Hoca’nın Türk milletinin ve devletinin varlığıyla problemi
var. Benim birinci ilkemdir mesela, ben bunu hocamdan aldım. Ehliyet meselesini
Hoca’dan aldım. Ben de genç arkadaşlarla mesleki bir birliktelik kurmak
istediğim zaman bunlara dikkat ediyorum. Onların hiçbir görüşüne bakmam!
Eyvallah… Benim gözlediğim
kadarıyla sizde de hikâye oydu… Yani öğrencilerinize geriye dönüp “Bak, benim adımlarım dışında hiçbir yere
basmayacaksınız!” gibi bir şey söylemiyorsunuz.
Ahlaki
değil o! Tabii, Hoca bu konuda uyarırdı. Teoman Hoca… Şimdi Hoca’nın
insanlığını sürekli vurguluyorum. Yaşamın içerisinde bir insan…
Şimdi,
biz yeni asistan olduk. Hoca, bir yerde konferans verecek. Bakın… Şimdi genel
adet nedir? “Bölüm başkanınız, doktora
hocanız neredeyse, siz de oradasınız.” değil mi? Ben de gittim. Daha yeni
ama… Genciz… Beni gördü toplantıda… Çıktıktan sonra beraber döndük…
Dedi
ki; “İhsan, niye geldin konferansa?”
“Hocam, gelinmesi gerektiğini
düşündüm” dedim.
(Hoca:)
“Merak mı ettin? Bir şey öğrenmek için mi
geldin? Yoksa hani hocamdır...?”
Dedim;
“Valla hocam, hepsi var tabii ama tabii
ki genel anlamıyla Hocamıza…”
“Bir daha gelme!” dedi, “İşin-gücün
var senin oğlum. Senin işin-gücün yok mu? Bir şey öğreneceğine inanıyorsan…
Bunları zaten ben size anlatıyorum. Bu, genel bir konuşma… Bir konferans… Sakın
kendini bu şekilde mecbur hissetme!” dedi.
Bu
da çok önemlidir. Ben de bunu aynen takip ederim. Hakikaten, bir baktım
etrafıma; tam bir diktatöryel rejimler var!
Küçük küçük… Küçük tanrıcıklar var etrafta… İnsanların şahsiyetlerini
törpüleyen, kişiliklerini törpüleyen, onların özne olmalarını sakatlayan
tutumlar var akademide... Çok!
Sadece akademide de değil…
Akademiyi
ben biliyorum… (Diğerlerini) bilemem… (Akademide) çok fazla ama! Yani,
öğrencinin, evlenmesine kadar ondan izin almasını bekleyen… Yani bunu şart
koşan… Bu çok yanlış bir iş…
Öğrencinin
yazacağı yazıyı, konuşacağı konuyu belirleyen… Bunlar çok yanlış şeyler! Biz,
Hoca’ya “Falan yerde ders vereceğim, bir
kurum benden ders istiyor” dediğimizde, “Ben
senin sekreterin değilim” dedi. “Sen
bir devlet memurusun… Burada bir işin var. Bunun hakkını vermek kaydıyla, senin
özel hayatın beni ilgilendirmez” demişti. Ben, bunu aynen uyguluyorum.
Bunlar, yanlış şeyler…
Yani;
“Kitabımı
hangi yayın evinden bastıracağım?”, “ Ben izin vermeden, kitabını basma!”
gibi, pek çok… İnsanı…
Sonra
diyoruz ki; “Efendim, ya bu gençler, bu
hocalar, niye yetiştikten sonra, belli bir yere geldikten sonra, pespaye
durumdalar?”
E,
omurgalarını kırmışsın!
Adam,
diklenip ufka bakamıyor ki!
Bakın,
yeri gelmişken onu da söyleyeyim o zaman… Hoca’nın tüm asistanları sorumlu
insanlardır…
Hocam burada duralım… Reklam için
sıkıştırıyorlar beni. Reklamlardan sonra hem Hoca’nın düşüncesini, düşünce
tarihimizdeki yerini…
Ama
bunu cevaplayacağım…
Buradan da devam edelim… Evet…
Reklamlardan sonra burada olacağız. Teoman Duralı’yı konuşmaya devam edeceğiz.
Soruların Peşinde…
[1]
Hazırlayan: Muhammet Negiz
[2] Düzeltilip
genişletilmiş ikinci baskı, Teoman Duralı hocamızın web sitesinde PDF olarak
erişime açıktır: https://www.teomandurali.com.tr/wp-content/uploads/2015/08/cagdas_kuresel_medeniyet.pdf
(Muhammet Negiz)
[3] Düşünür
Descartes'ın felsefesini benimseyen kimse veya görüş…
--------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder