BİR ÜSTAD, BİR FİLOZOF: TEOMAN DURALI | BÖLÜM-II
“Bir Üstad, Bir Filozof: Teoman Duralı” başlığı çerçevesinde İhsan Fazlıoğlu hocamızla olan söyleşinin ikinci bölümünü istifadenize sunulmuştur. Yararlı olması dilekleriyle...
Muhammet Negiz
***
BİR ÜSTAD, BİR FİLOZOF: TEOMAN DURALI | BÖLÜM-I
***
II. BÖLÜM
Evet, tekrar merhabalar. Soruların
Peşinde’ye devam ediyoruz. Ahirete uğurladığımız Teoman Duralı hocamızı
konuşuyoruz. İhsan Hocamın şahitliğinde… Aslında, İhsan Fazlıoğlu, kendi
gözüyle hocasını anlatıyor…
Kendi
deneyimlediği miktarda ve oranda…
Haliyle…
Evet…
Bir Fatiha’ya vesile olur ümidiyle…
Evet,
inşallah…
Şimdi hocam, konuşacak, soru sormak
istediğim birçok yer var… Hoca’nın gündelik hayatına ilişkin… Kitaplarında
olmayan, büyük oranda…
Onlardan
anlatıyoruz büyük oranda…
Evet… Hayatına ilişkin… Ama bir
tarafıyla bu yakın zamanlarda tartışma konusu olmuş birkaç başlık da vardı…
Tamam…
Oraları da biraz ortaya çıkartalım…
Siz ne düşünüyorsunuz? Oralara nasıl bakılır?
Ben
tabii, Hoca’nın entellektüel birikimi, uzmanlık alanının dışındayım. Ne kadar
cevap verebilirim bilmiyorum ama en azından nasıl ele alınabilineceği hakkında
birkaç…
Yine görüntüye ilişkin olabilir
hocam… Konuları ele alabilmek için…
Evet… Yani şimdi… O şeyi isterseniz
tamamlayayım… Hoca’nın hoca olma vasfıyla ilgili birkaç cümle söyleyeyim.
Evet…
Şimdi
bunu yine bazı mahfillerde dillendirmiştim. Hoca, bir kere, öğrencileri ile
olan ilişkisini ayarlarken ya da insanlarla… Dedim ya, bir çizgi çizip
insanları karşı tarafa koymazdı. İlişkileri, kırık çizgiydi. Kimisinin ayağına
giderdi, kimisi orada (çizginin karşısında) dururdu, kimisi (Hoca’nın)
yakınında dururdu… Ve öğrencileriyle mesela, siyaset konusunu konuşmazdı…
Tamamen, dedim ya, bilgi ve görgü odaklı bir ilişkisi vardı. En fazla
öğrencilerine, lisans düzeyinde, yani belirli bir aşamada “iyi saatte olsunlar” cümlesini kullanırdı. “Çocuklar bakın, dikkat edin, ‘iyi
saatte olsunlar’ın oyununa gelmeyin.”
Buradaki
‘iyi saatte olsunlar’ çok böyle uçuk bir şey değil… Yani “dümeni başkasına kaptırmayın, uyanık olun, ayık olun” şeklinde
uyarılarının dışında kimseye siyasi bir şey empoze etmezdi.
Şimdi
bir kişiyle samimi oluyorsun, senin gibi düşünmeyen… Birkaç muhabbetten sonra,
kendi perspektifini sana empoze etmeye çalışıyor. Maalesef, bu kötü bir
alışkanlık. En akıllı adamımızda da var bu… Hoca’nın böyle bir tavrı yoktu.
Akademik
anlamda da Hoca’nın bir başarısı bence öğretmenden ustaya… Yani Hoca’dan Usta
olmaya… Öğrencisini de çırak olmaya dönüştürürdü… Bunu nasıl yapardı? Günlük
hayatına dâhil ederdi öğrencisini… Yani çırak olarak gördüğü öğrencisini… Ne
demek günlük hayat? Beraber onunla yemek yemek, beraber yürümek, beraber
muhabbet… Yani akademinin dışında, akademik işlerin ötesinde, o öğrencisiyle
hayatı paylaşmak… Zamanı ve mekânı paylaşmayı önemserdi… Dolayısıyla, bir süre sonra, siz Hoca’nın hikâyesine
dâhil olurdunuz. Günlük hayatına dâhil olduğunuz için… Ve öğrenciden çırağa
dönüşürdünüz… Hoca da sizin ustanız olmaya başlardı… Çünkü beraber yürüyorsunuz
artık… O yolu beraber adımlıyorsunuz ve bu adımlamada yaptığınız sadece geyik
muhabbeti değil.
Bazen
son derece çetrefilli bir felsefi problem… Bazen son derece Hoca’nın özeline
ilişkin bir problem… Bir seyahat anısı… Artık orada siz Hoca’nın politik
perspektifine, tarihi olayları yorumlamasına kadar adım adım sizi taşırdı ve
sizi kendi hikâyesinin bir parçası yapar fakat sizin hikâyenizi de o hikâyenin
içerisinde yazmanıza imkân tanırdı… Belirlemez,
koşullandırmazdı yani… Bu çok önemli bir şey… Yani kendi hikâyesine dâhil
ettiği zaman sizi orada boğmazdı. Sizin kendi hikâyenizi üretmenize de imkân
verirdi. Biraz önce anlattığım gibi…
Tarihte eşine az rastlanır şeyler…
Var…
Böyle büyük hocalar tabii… Tarihte çok böyle…
Tabii… Devasa bir çınar… Etrafında
bir başka ağaç… Kolay kolay da yetişmez…
Bunu
şöyle göreceksiniz… İsim zikretmek istemiyorum ama böyle hocalar da tanıdım
ben... Etrafını kurutan… Hocalar…
Çayır bile yetişmez…
Evet…
Onu da tanıdım ben… Hepimizin tanıdığı isimler var bu konuda… Allah rahmet
eylesin bir kısmına…
Ama
bir de etrafını da yetiştiren, gürleştiren, hatta onları itekleyen…
Daha gür olsunlar diye…
Tabii,
tabii…
Bir
sürü şeyi vardır Hoca’nın… Hoca’nın bir de mekân ve zaman bilinci çok önemli…
Mekân bilinci Hoca’nın, özellikle derste, harita ile ortaya çıkardı. Hiçbir
olayı havada anlatmazdı… İsterse bu prehistorya/tarih öncesi döneme ilişkin
olsun… İsterse bugünkü günlük bildiğiniz… Ya da kozmoloji ile alakalı bile
olsa, orada bir kozmolojik resim olurdu yani… Tasavvurları önemserdi. O kavrama
eşlik eden resmi çok önemserdi hoca…
Bir
de zaman bilinci… Kronolojik gitmek… Yani olayların tarihsel bağlamını
vurgulamak… Ve bu zaman bilinci, tarih bilincine dönüşür Hoca’nın… Çok ciddi
bir… Hem büyük ölçekte insanlık tarihi…
Yani
biz Hoca’nın en çok tiye aldığımız ders anlatma şeyi şudur: Herhangi bir konuyu, Big Bang’ten başlatırdı… Herhangi bir
konu! Oradan süpürerek gelirdi… Ve artık senenin sonuna ulaşmışızdır… Esas
konu… Fakat ilginç bir şekilde, o konu da o sürecin bir sonucu olduğu için çok
çabuk bir şekilde toparlanırdı. Ama hangi konu olursa olsun… İlk patlamadan
başlardı…
Boşluk bırakmayacak şekilde bir
bütünlük fikri…
Öyle
anlatırdı. Tabii, sentetik bir karakteri
vardı anlatımının… Bir anlatıya dönüştürürdü… Dolayısıyla sizi dâhil ederdi… O
süreçte siz, “A” konusunu
öğreneceğiniz zaman, bir sürü ilave konuyu da öğrenmiş olurdunuz. Biz, defaatle
bunu dinledik…
Felsefe
anlatıyorsa, bu felsefe öncesi düşünüş biçimlerine kadar giderdi… Mesela Türkiye’de Hint felsefesini, Çin
felsefesini, eski İran felsefesini, Zerdüştlüğü biz Hoca’dan öğrendik,
dinledik… Dil problemi yok Hoca’nın… Öğreniyor, okuyor… Türkçe’de o zaman
kaynak da yok…
O
açıdan, Hoca’nın mekân ve zaman bilinci, harita ve tarih bilgisi ve bunu
anlatılarına eşlik edecek şekilde kullanması da son derece önemli bir
fazilettir.
Burada…
Cevdet Paşa’yı iyi bilirdi… Onu yeri gelmişken söyleyeyim… Ve atıf yapardı…
Cevdet Paşa’yı çok önemserdi. Cevdet Paşa’nın, “Tarih, haritasız olmaz” ilkesini bize söylerdi… Bana söylemişti
yani… Bilirim.
Hatta
bir kitabında da onu kullanır… Kırkıncı Tetimme’de… Cevdet Paşa’dan alıntı
yapar. Hoca, onu bilirdi… Buna da çok
dikkat etmek lazım… Yani Hoca’nın zaman ve mekân bilinci meselesine çok dikkat
etmek lazım.
Ve
tabii ki, bu zaman ve mekândaki insana odaklanırdı, binalara değil… Mesela bir
yere gittiği zaman… Afganistan’a… Fransa’ya… İtalya’ya… Bize binaları değil,
oradaki insanları anlatırdı. Buna ben şahidim. Yani bir taksiye bindiğiniz
zaman, bir akademisyen, bir taksi şoförüyle ne konuşur canım? Hoca, konuşurdu…
Niye konuşurdu?
Çünkü
Hoca, ilk bakışta “Beyaz Türk”
damgasını yemiş bir insandır belki ama Hoca, Kapalıçarşı’da çalışmıştır,
gemilerde çalışmıştır, yurtdışında belirli kampanyalarda çalışmıştır,
lokantalarda çalışmıştır… Yani o aile mensubiyetinin imkânları üzerine iş
yapmamış, tam tersine insanların içerisinde, farklı sosyal hayat içerisinde bulunarak
oradaki tecrübeyi, deneyi biriktirerek… Dolayısıyla insanı iyi tanıyordu.
İnanılmaz bir (nasıl diyelim) aşağı iniş gücü vardı yani… Hiç ummadığın
insanla, son derece basit bir konuyu, onun bağlamında, bir empozede bulunmadan,
onu ezmeden konuşabiliyordu. Bu da beni çok etkilemişti açıkçası... Beni bunu
beceremiyorum tabii de ama Hoca’nın böyle bir tarafı da vardı…
Hocalığından… Belki de sizin
yanınızda Hoca’ya dair hatıra anlatmam cüretkâr olacak ama…
Estağfurullah…
Dinleyelim, senin de (hatıralarını)… Çünkü yazı yazdırttınız Hoca’ya, Cins
dergisinde…
Eyvallah, şöyle şahsiyeti ve
tevazuuna ilişkin sizden gene dinlemek isterim…
Bizde olan şuydu: Biz, Teoman Hoca’ya, bir “Cins’te yazar mı acaba? Ya nasip…” diyerek gittik ve “Olur” demişti… Bunu… Yani kendisinden
işte 40-50 yaş küçük biri ki, Cins dergisini biliyorsunuz hocam… Gençlik
dergisi normalde…
Tabii,
tabii… Biliyorum, biliyorum… Bilmez miyim?
Bir biyoloji felsefecisinin
diyelim… Burada ne yazabilir? Hoca’ya bir de çerçeve sunmuştuk; “Hocam, evrim etrafında… Bunu anlaşılabilir
kılabilir miyiz?” diye… Doğrudan yazmam ama ses kaydı yapın, deşifre
edersiniz, bana gösterirsiniz” diye bir süre Cins’te Hoca’nın yazılarını aldık…
Büyük
bir başarı yani… Büyük bir başarı bu sizin için… Ben size söyleyeyim.
Hoca’nın tevazuuna ilişkin benim
için çok hayranlık verici bir not idi…
Tabii,
tabii… Hoca şöyle… Bir yerde bir ilgi varsa, samimi bir ilgi varsa bilgiye
yönelik kapıları açıktı Hoca’nın tabii ki… Gelir… Yani inanılmaz, odasına gelir
insanlar, konuşurlar… Yani dinler onları… Dedim ya; rehabilite eder.
Tabii
onlara girmeyeceğim ama Hoca’nın özellikle 28 Şubat süreci içerisindeki duruşu
son derece beni çok etkilemiştir. Ama onu burada anlatmak istemem tabii… Daha
sonra ondan bahsederim… Çünkü ben, 28 Şubat edebiyatı yapmayı
sevmiyorum da ondan…
Ama
Hoca’nın insanı ele alan, ideolojik, dini ya da farklı inançları baskı aracı
olarak kullanmaya olan tepkisini bildiğim için… Çok önemlidir, onlar da
şimdilik bende kalsın. Ona girmeyeceğim…
Yani toplamda şunu anlıyoruz…
Yekpare
bir şahsiyetten bahsediyorum yani… Evet…
Yazdıklarıyla… Yaptıklarıyla…
Hep
söylerim; “Şahsiyet, ehliyet ve
mensubiyet çok önemlidir.” Hoca’nın güçlü bir şahsiyeti, bu şahsiyetine
bağlı olarak güçlü bir mensubiyeti –Türk
milletine, Türk kültürüne, İslam medeniyetine, değerlerine- ve güçlü bir
ehliyeti vardı. Onlar, zaten insanı güçlü kılıyor. Dik durmasını sağlıyor. Siz,
şahsiyetinizde, mensubiyetinizde ve ehliyetinizde zayıfsanız, yukarıya alkış
yaparsınız, aşağının da maskarası olursunuz. Hoca, kesinlikle sadakatine değil,
ehliyetine güvenen bir insandı. Onun için çok muhalif bir insandır. Tabii
bunlar… Hoca donkişotluk yapan bir insan değil ama ben Hoca’nın yakın zamana
kadar…
En
son cumartesi kendisiyle görüştüm telefonda… Hatta “Hocam durumunuz iyi değilmiş. Dua edelim, hatim indirelim”
dediğimde, “Çok iyi olur” dedi “ama oğlum, artık toprakla evlenme vakti
geldi…” Cumartesi günü saat 18.26… Hoca’yla yaptığım son konuşma…
Dolayısıyla
o… Tabii bu şahsiyetin, mensubiyetin, ehliyetin güçlü olması, Hoca’da müthiş
bir mesuliyet, sorumluluk duygusu geliştiriyor.
Niye
çok koşturuyor? O yaşlı haliyle… Hastalıkla… Yine de… Mesuliyeti var! Bu
vatana, bu millete, bu medeniyete karşı kendini sorumlu hissediyor. Bu
sorumluluğu yerine getirememenin mahcubiyetini yaşıyor. Yani “utanmak” Hoca için çok önemlidir,
biliyorsunuz. Onu hep söyler. “Utanmaktır
esas olan. Utanmıyorsanız her şeyi yapın.” Hadis-i şerife atıf yapardı…
Bu
mahcubiyet, utangaçlıktır yani… Niye utanıyorsun? Yani bir hata mı işledin?
Yok. “Vazifemi yeterince yapabildim mi?
Bu millete borcumu ödeyebildim mi?” duygusu Hoca’da bir mahcubiyet
oluştururdu…
Çalışmalarındaki çeşitlilik… Tabii
ki Hoca’nın merak duygusu ile de ilgili ama atıyorum Gılgamış Destanı…
Tabii,
o da çok ilginçtir değil mi?
Çabalamak, bununla ilgili…
Bununla
alakalı… Elimden geldiği kadar… Bunu ben Turgut (Cansever) Hoca’da da gördüm. “Yani, biz bu milletin çocukları olarak
yetiştirildik. Biz bu milletin sayesinde, o bütünün bir fonksiyonu olarak
ortaya çıktık. Elimizden geleni yapmamız lazım” hissiyatını… Mehmet Genç
Hoca’da da vardı bu… Turgut Hoca’da, rahmetli, vardı… Teoman Hoca’da… Bizzat
uzun yıllar gördüğüm şey…
Yani,
oturayım… Muhabbetiniz bile… Amiyane tabirle, geyik muhabbeti bile… Bizde bir
ilmi şeye dönüşürdü… Anlatabiliyor muyum?
Bilimsel
magazin yapardık… (Gülüyor…)
Meşgul olduğu şeye benzemek…
Aşk
ile yapmak ya…
Evet… Aşkla yapmak…
İşine
âşık olmak… ,
Abdestsiz Bekir’indi (Gülüyor…); “Hırsızlık bile yapsanız, hakkını verin…”
Tabii,
tabii… “Günahınızı bile ihlasla işleyin...”
Evet Hocam… Devam ederiz tabii
hocam… Tabii, bu beklenecektir bu programdan…
Buyrun,
buyrun…
Hocamızın ardından bu evrim
meselesi ile ilgili bir şey oldu… Kendini bilmezin biri bilmediği, anlamadığı
bir konuya dâhil oldu ama başka saiklerle vesair… Şimdi ama bir tartışma
masanın üzerinde duruyor… İnsanlarda da “Teoman
Hoca evrimciymiş…”
Olabilir…
Zaten sen cevabı verdin ama şimdi Hoca’nın bu konuda bir televizyon programında
uzun bir şeyi var zaten… Oradan dinleyebilirler… Şimdi Yusuf… Bir konuyu,
öncüllerini bilmeden, malumatına sahip olmadan, o öncüllerden hareket ederek
yapılan çıkarım süreçlerini bilmeden sadece sonuç cümlesine bakarak karar
vermek doğru değil… Dolayısıyla, bence bu tür hadsiz vs. bir şeyler söyledin. Onlara cevap vermek, hani geçen haftaki şeyde
de söyledim. Yani 7-8 milyar insan var… Herkesin zekâ seviyesi, IQ seviyesi,
hatta ahlak seviyesi… Ya dedik ya; anlamak sadece idrak ile değil, aynı zamanda
niyet ve ahlakla da alakalıdır. Bunlara cevap yetiştirmemek lazım bence… Fakat burada genel olarak şunu söyleyeyim ben…
Şimdi,
İmam Gazzâlî’nin bir cümlesi var… Allah âlemi yarattı, burada kimsenin bir
şüphesi yok canım. Ama nasıl yarattığı konusunda beşeri mülahazalar
geliştirebiliriz. Bunlar birbirinden farklıdır. Yanlış da olabilir, doğru da
olabilir. Belli dönemde doğru olan…
Ya
iki bin yıl biz bir astronomi sistemi kullandık ve iki bin yıl sonra yanlış
olduğunu söyledik! Çünkü bu, bilimsel, beşeri bir şey! Şimdi bakın… Teorik bir
şeye girmek istemiyorum ama şu (elimdeki) kalemin hakikatini bilmek bunu
mutlakla irtibatlandırmakla mümkündür. Bu da insan için mümkün değil diyor
Fahreddin Razi zaten… Ben bu kalemin hakikatini bilemem. Bu tabii yapay bir
nesne ama niçin? Çünkü bu kalemin hakikatini ancak Hakk’la irtibatı dâhilinde
bilebilir.
E,
ben bunu yapamayacağıma göre beşer olarak, (hakikatini) bilemem. Dolayısıyla bu
kalem hakkındaki tüm söylemlerim en nihayetinde bu kalemin ahvali hakkındadır. Zaman-mekândaki
temsilleri hakkındadır ve yanlış olabilirler.
Peygamber hakikati bilebilir mi?
Peygamberin
bilebileceği bir iş… Ben bilemem… Sormak lazım.
O aklı evvellerin oynadığı role
dair…
Olabilir,
bilemeyiz ama bunu peygamber bilse bile, bunu senin idrakine sunması yine
temsillerledir. Zaten nübüvvetin en önemli özelliği bu değil midir?
Şimdi,
o açıdan… Bizi herhangi bir konuda beşer olarak mülahazalarda bulunduğumuz
zaman; bu, o dönemin bilgi birikimine, o dönemin şartlarına bağlıdır. Yani o
çerçevede bakarsanız pek çok insan güme gider… Yani Allah vere, Müslümanlar
İslam tarihini bilmiyor… Allah vere! Yani…
Bilseler
var ya! Bir tane adam bırakmazlar! Hani bir şey vardı, televizyon programında?
Sosyal medyada… Kur’an’dan bir ayet okuyorlar, “ne diyorsun?” diyor… “Olmaz
böyle şey!” diyor ya bizim Müslüman adam… Hayatında Kur’an okumamış çünkü…
Teoman
Bey’in bu konudaki fikirlerine… Ben biliyorum ne olduğunu da… Kitaptan okuyarak
mı vardılar? Yok canım! Bizde okumaz, kimse okumaz canım! Teoman Hoca da bunu
söylerdi… Mehmet Genç Hoca da söylerdi…
Benim
tanıdığım, bu yaşa kadar… Tüm büyük adamların şikâyeti; “Bu millet okumaz!” Hocası okumuyor ya!
Yani
okuyarak mı vardın? Bir insan hakkında bu kadar ucuz, basit, karalayıcı yargıda
nasıl bulunabilirsin?
Diyelim
ki, Hoca bunu savunuyor… Savunabilir. Sen
de katılmazsın olur biter. Bu bir hakaret vesilesi değil ki! Bilgi, bir lanet
vesilesi olarak kullanılamaz ki! Bu bir bilgi…
Kâfir oluyor diyor ama hocam…
Ya
niye kâfir olsun? Allah âlemi yarattı… İnsanı da yarattı, her şeyi yarattı,
bitti… Ama nasıl yarattığı konusunda ben bir mülahazada bulunuyorum.
Aslında
o, şunu diyor; “Benim otoritemi
zedeliyor. Benim iktidar alanımı zedeliyor bunu diyerek.” Kasıt bu işte…
Kendisi
doğrusunu biliyor mu? Açıklasın bize! Bakın, İbn-i Sina da âlemi/evreni
Allah’ın yarattığını söylüyor, Gazzâlî de… Ama mekanizmaları farklı! Hepsi
kâfir bunlara göre! Ama peki, nedir bu? O da yok!
Dedik
ya… “Nasreddin Hoca’nın… Sazı tutmuşlar…
Tüm ozanlar burayı arıyor” demiştik ya[1]
onun gibi bir şey… Bilgi üretmeden, değer üretmeden, gelişigüzel… İktidar
alanını korumak için gayriahlaki mülahazalar bunlar…
Tabii, şu yüzden sordum hocam… “Teoman
Hoca, Darwinci” gibi şey çıktı…
Olabilir!
Bundan kime ne?
Öyle olsa, “olabilir” gene
diyebiliriz ama… “Darwinci…”
Ya
o başka bir şey de… Bir insanın, bir konuda kanaati olabilir ve sana göre bu
yanlış olabilir.
Evet…
Kaldı
ki meseleyi anlamadan… Ya kolay mı, o mesele üzerine ahkâm kesmek? Ne biliyorsun yani? Hangi kozmolojik teoriden
haberin var? Hangi biyoloji teorisinden haberin var? Hangi… Bu konuların
felsefenin tarihi içerisindeki gelişi hakkındaki behren nedir? Yani cehaletini
bu kadar coşkun bir şekilde nasıl dillendiriyorsun? İnsan, bir had bilir ya!
Hani,
Hoca’nın yine sık sık söylediği şey; “İslam’ın
altıncı şartı haddini bilmektir.” Haddini bilir insan… Bunu uzmanları
tartışsın, bunu âlimler tartışsın kendi arasında! Bilmediğin bir konuda
aşağıdan yukarıya seslenmenin bir âlemi yok! Benim için de çok önemli değil
açıkçası!
Sizin kanaatiniz hocam…
Bana
şunu sorarsan Yusuf… Yaz, tamam… Konuştuk… Teoman Duralı… Şu… Bu… Önemli değil.
“Ne kaldı senin aklında, Teoman Duralı
hakkında?”
Bak,
ben sana bir cümle söyleyeyim; Hocanın bana öğrettiği en önemli şey şudur: “Oğlum, neyi kabul ediyorsan bilerek kabul
et. Neyi reddediyorsan bilerek reddet!”
Bilmek
ya! Türkçe! Bunun tipik göstergesidir; bil-e-bilmek… O bilmek eki bir güç!
Yapabilme anlamındadır ama aynı zamanda bilgi ile alakalıdır. Gidebilmek için
gitmeyi bilmen lazım. Yürüyebilmek için yürümeyi bilmen lazım. Çok önemlidir bu
açıdan klasik felsefe… Bil-e-bilmek için bilmek lazım yani…
Dolayısıyla,
bilerek… Bildiğin zaman zaten hakaret etmezsin. Ne zaman konuşacağını,
insanların acısı taze tazeyken onları zedeleyecek…
Bu
mu peki İslami hassasiyet? Ahlaki hassasiyet? Bu mu?
Şimdi
beni Oflu Hoca makamına çıkartma Allah aşkına! Yani ahlak yoksa bilginin çok da
bir anlamı yok yani! Doğru bilsen ne olur! Bunun ifadesi önemli… Bunun zaman
zamanlaması önemli… Karşındaki insana saygın olacak önce!
O
açıdan bunlara hiç gerek yok bence… Bunların üzerinde konuşmaya…
Yok, bence dediğim gibi hocam…
Başka… Suyu bulandırıyorlar, ya hocam…
Ama
bunlarla uğraşamayız. Olur mu? Çünkü başka… Mesele bilgi olmayınca… Mesele
gerçekten bir meseleyi… Mes’ele! Ne demek? Soru sorulan. Mesele, o demek.
Sualden… Bir soru var ve bunu çözelim, insanlara katkıda bulunalım… Dert bu
olmayınca, dert farklı iktidar alanları, psikolojik saikler, kendini gösterme,
başkalarını kıskanma, herkesin dikkati başka birisine yönelmiş… Kediyi sevsen
yine bu sefer diyecek ki, “kediyi seviyor
herkes”… Kediye hakaret edecek adam!
Yani,
bunlarla uğraşamayız! Niyeti ve ahlakı bozuk olan insanlarla, doğru bile
söylüyorlarsa, uğraşmamakta fayda var. Onların doğrusu kendilerinin olsun! Güle
güle! Nereye gitmek istiyorlarsa gitsinler!
Eyvallah, eyvallah… Hocam, bu evrim
meselesi… Hazır girmişken… Şeyi sormak isterim…
Evet…
Sorulacaktır çünkü… İhsan Hoca, ne
düşünüyor?
Bu
program benim düşüncemle alakalı bir program değil. Ben ne düşünüyorum onu söylerim
ama bunlar buralarda anlatılacak şeyler değil. Hassas şeyler var. Bak, bu
sadece bilimle alakalı değil... Siyasi konularla da alakalı…
Bu avam-havas…
Hayır,
avam-havas meselesi de değil…
Onu kabul ediyor musunuz? O ayrımı?
Belli
bir yere kadar, tabii ki… Ama şu var:
v Bir; Her şey, her yerde konuşulmaz.
v İkincisi; Cümle olarak söylediğinizde arkasını
dolduramazsanız, o çok normatif bir şey
olur. İnsanlara saygısızlık olur o.
Slogan olarak…
Tabii,
o konuda çok büyük otorite olmanız lazım ki, son cümleyi söylemeniz lazım.
Bunlar, müzakereli konular… Bu sadece bilimsel konularda değil canım…
Türkiye’deki –diyelim ki- yakın tarihle alakalı meseleler de o kadar ezbere,
birbirini yaralayıcı, birbirini rencide edici şekilde tartışılıyor ki! Doğru
değil ki bu! Biz şimdi bir şeyi mi çözmeye çalışıyoruz? Bir şeyi mi paylaşmaya
çalışıyoruz? Benim kişisel kanaatim, bu tür meseleleri, bu şekilde gündeme
getirenler, bir şeyi paylaşmanın peşinde. Bir şeyi çözmenin peşinde değil!
“Milletin önünü açalım, milleti daha
iyiye, daha doğruya, daha güzele götürelim”
değil, “bu paylaşımda ben nereyi
tutacağım?” Tehdit olarak kullanıyor; “Bak!
Bu konuyu kaşırım ha! Bu konuyu söylerim ha!” Söyle!
Benim
kişisel kanaatim bu değil. Yani kişisel durum, herhangi, bir mesele… Şunu
söyleyeyim… Bir yanlışı bile… Diyelim ki, herhangi bir konuda bir yanlış
yakaladın... Eğer milletin önünde açmayacaksa, millete zarar verecekse söyleme
onu ya!
Derdin
senin ne? Kendini göstermek mi? “Ben
akademik olarak ne buldum ha?”
Çıkıyor
adam, diyor ki; “Efendim, Ebu Eyyûb
el-Ensarî’nin mezarı gerçek değil.” Yapma ya! Ne kadar zekisin! Herkes
biliyor bunu! Bilmiyor mu bunu?
Ya
akademik anlamda herkes biliyor ama mitoloji ile niye oynuyorsun ki? İnsanların
mitleriyle… Hani Kâtip Çelebi (onlardan çok zeki tabii, ahlaklı da), bunu çok
söylüyor; insanların tahayyülleriyle niye oynuyorsun, hayalleriyle?
Hayal
kuruyorsun… “Aa, bu akli açıdan yanlış!”
Adı hayal zaten bunun ya!
Milletin
değerleri vardır, hurafeleri vardır. Önemli olan burada, o hurafeler hangi
hakikate karşılık geliyor? Yani Türkçe’nin argosu, Türkçe’nin argosudur. İslam
dininin, kültürünün hurafesi, İslam kültürünün hurafesidir. Büyük kitlelerin
hakikatle irtibatını, teorik olarak mı bekliyorsun sen? O, aşağı doğru
süzülecek. Yani hakikatin mümaresesi hurafe üretir zaten.
Eyvallah… “Mit” nedir diye hocam iki satır bir şey…
Hurafe
diyelim…
Ayrıca, Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin
şeyi de gerçek…
Ya
şimdi ona benim ayrı cevaplarım var da… “Bir
toprağı Müslümanlaştırmak” nedir bilmiyor ki adam! Yani niçin Kaz Dağı’nın
tepesinde Sarı Kız Yatırı var? Ya orası Zeus’un şeyi... Panteon orası… Yunan
Panteonu…[2]
Dağı Müslümanlaştırman lazım… Türkleştirmen lazım.
-“Sarı Kız” ne demek?
-“Derviş Kız.”
-Niçin “Kız”?
-Çünkü Türk Yaratılış Destanı’nda
kız çok önemlidir.
Kız
Dağı, Kız Kulesi… Tamam mı? Yani hiçbir şey tesadüf değil! Anlamaya çalışmıyor
ki, karalamaya çalışıyor adam!
Bir
anla! Yani hiçbir şey tesadüf değil… Onlar da insan, sen de insansın. Onlar da
senin kadar zeki canım, senin kadar akıllı. Merak etme yani! Kendini nereye
koyuyorsun?
O
açıdan, anlamaya çalışalım…
Lanet,
bilgi üretmez…
Tahkir
etmek, tezyif etmek, bize herhangi bir şey kazandırmaz ki!
Elbette her şeyi tartışacağız. Kimse son
cümleyi söylemiyor bu konuda. Ne dedim? “Biz
eşyanın hakikatini bilemeyiz zaten.” Yani bu bir çabadır. Çünkü Hakk’la
olan irtibatımız açık-seçik değil o açıdan… Bunun dışındaki tüm söylemlerimiz
belli bir yöntem dâhilinde, o meseleyi izah etmek, idrak etmek için
geliştirilmiş yapılardır. Sen başka bir yapı geliştirirsin, bu iş böyle gider…
Zaten
tarih de bu demek. Tarihe baktığımız
zaman, bir sürü bilim teorisi, düşünce teorisi geliştiriyoruz. İnanç
ilkelerinin ifadeleriyle, o inanç ilkelerinin idraki arasında ayrım yapamazsan
böyle ortada kalırsın işte!
Eyvallah…
O
idrak de bilimlerle irtibatı gerektirir… Bırak sen şimdi modern şeyi! Taftazani’nin Şerhu'l-Makâsıd’ının girişini okusa, idrakin ne olduğunu ve bir
Müslüman âlimin inançlarıyla çağı arasındaki irtibatı ancak o idrak ve idrakin
içindeki bilimlerle münasebeti oranında kurabileceğini Taftazani söylüyor!
İslam tarihini de bilmedikleri için…
Şimdi
bakın… İdrak zayıflayınca Vehhabîlik artar… Vehhabî zihniyet artar…
İdrak zayıf…
İdrak
ne demek? Hem tarihsel, hem de içinde
yaşadığınız çağın tüm bilgi birikimine muhatap olmaktır. Eğer inanca idrak
eşlik etmezse o bir slogana dönüşür. Siz gittikçe sertleşirsiniz, katılaşırsınız.
Bu sadece dini inançla alakalı değil. Bu Marksizm de olabilir, faşizm de
olabilir, Kemalizm de olabilir, İslam da olabilir… Fark etmez!
Sizin
temel inanç ilkeleriniz, anlam-değer dünyanıza ait ilkeleri idrakinizle
irtibatlandırmazsanız Vehhabîleşirsiniz, katılaşırsınız, saldırganlaşırsınız!
Kendinden emin olmazsın çünkü! İmam Gazzali yine ne diyor; “Bir insan, her hangi bir fikri konuda saldırgansa ya inancı zayıftır,
ya bilgisi zayıftır, ya da bir üçkâğıt peşindedir” diyor. Bunu söyleyen İmam
Gazzali… Gerisini düşünsünler!
Eyvallah… Hocam, gene Hoca’nın etrafında tartışma
oluşan başlıklardan biriydi “Dil”
meselesi… Bir tane Hoca’nın çok eski tarihliydi aslında, Harf İnkılâbı da dâhil
olmak üzere dilde sadeleştirme meselesiyle ilgili, “bunun bir katliam olduğu”nu söylüyor…
Söylüyor
tabii, Hoca bunu söylüyor… Öyle bir
kanaati var Hoca’nın… Şimdi bu da çok hassas meselelerden biri… Çünkü duygusal
şeyde tartışılıyor… Kesinlikle bu konuda kimse, kimseye karşı entellektüel,
teorik bir tahammülü yok! Hiçbir kesimin ama!
Yani
en aydınlanmacı, en bilmem ne insanların… Yanlış hatırlamıyorsam Derrida’nın…
Değil mi? Derrida’nın, “Alfabe
değişikliği, Dil Devrimi” konusundaki bir mektubu[3]
var… Eleştiren… Onu bile… Ben Kemalist kesimin eleştirisini okudum… Hakikaten üzücü… Çünkü duygu durumu, entellektüel bir
mülahazayı kaldırmıyor. Pozisyon(lar) alıyor hemen insanlar, savunmaya
geçiyorlar… Anlatabiliyor muyum?
Her
taraf bunu yapıyor. Ya bu mesele böyle duygusal ele alınacak, tartışılacak bir
şey değil. Onun için bunlar, müzakereye açık meseleler değil. Müzakere
edemiyorsunuz insanlarla… Herkes kendi pozisyonunu alıp karşı tarafa saldırmaya
başlıyor. Onun için, konuşma daha iyi!
Hoca’nın
kanaatine gelince… Hoca böyle düşünüyordu… Mehmet Genç Hoca da farklı
düşünmüyordu… Mehmet Genç Hoca, bunu biraz yumuşatmış, “Evet, alfabe Türkçe’yi çok ifade etmiyor belki bu Latin alfabesi
olmasa bile bir şekilde değiştirilecekti. Mevcut Arap(ça)… Çünkü Ahmet Cevdet
Paşa, Mustafa Reşit Paşa, Enver Paşa dönemlerinde biliyorsunuz, bunlarla ilgili
teşebbüsler oldu ama dilin sadeleştirilmesi iyi olmadı” diyordu Mehmet Genç
Hoca… Yani kelime hazinemizi hızla azalttık…
Mesela o bilgi bile hocam, bu
tartışmayı bir yere koyuyor değil mi? V.Murat’tan itibaren izleri var mesela…
İnsanlar
tartışsın bunları… Yani yüksek entellektüel seviye bunu tartışsın ama hiç kimse
bunu tartışmaya hazır değil. Yalan söylemesin kimse yani.
Fakat şeyi ayırıyorsunuz… Hoca da
ayırıyor zaten… Alfabe değişikliği ile sadeleştirme adı altında…
Mehmet
Genç Hoca bunu ayırıyor…
Şimdi,
dildeki hızlı, semantik, yapısal değişiklikler semantik travmalara neden
oluyor. Bu bilimsel bir şey canım. Yani anlam kaymalarına neden olur. Bunun
kimse iyi olduğunu söylemiyor. Attilâ İlhan da eleştiriyor canım...
Bunun
gerekliliği başka bir konu... Yapılış tarzı başka bir konu… Sonuçları başka bir
konu… Bu ciddi açılardan tartışılması gereken bir konu. Ama bunu kimse
tartışmaya hazır değil!
Burada enteresan bir şey var hocam…
Şöyle… Attilâ İlhan dediniz, haliyle… Yani sağlıklı, namuslu düşünen, düşünce
üreten herkesin burada sorunlu bir şey olduğuna dair bir kanaat… Yani kimse
iştirak etmez sadeleştirme adı altında yapılan şeye diyorum. Fakat iş oluyor
bir şekilde…
Fakat
şöyle… Oldu, bitti ama bak… Yüz yıl
geçti. Şimdi Fatih Sultan Mehmed’i eleştiriyorlardı… “Başkenti İstanbul’a niye getirdi? Edirne, ordan bizim (Batıya)
gitmemiz lazım” diye… Aç o dönemin
kaynaklarını, oku… Şimdi tutup ne yapalım yani? Edirne’den Belgrad’a mı alalım
başkenti? Oldu, bitti bunlar. Ya da Şah İsmail’le Yavuz’un kavgasını
eleştiriyoruz, eleştirebiliriz.
Yüz
yıl oldu bu! Şimdi burada önemli olan, oturup bir masada kayıplarımızı telafi
edelim. Şimdi açıkça söyleyeyim… Bunda şikâyetçi olanlar, klasik metinleri
Türkçeye kazandırma konusunda ne teşebbüste bulundular? (Hiç…) Yani…
Bir
de bunları ele alırken, şöyle ele almamız lazım: Dil, alfabe bunlar kültürel
meselelerdir. Dini meseleler değil. İtikada ait meseleler değil. Kültür bunlar
ya! Kültür değişir yani.
Akaid meselesi gibi davranma…
Değil
ya… Yani bunlar tamam… Tabii, bak bana Erdal İnönü rahmetli ne dedi, biliyor
musun? “Saltanın kaldırılmasına muhalifti bizim aile ilk zamanlar… Yani
İngiltere’deki gibi böyle sembolik olarak tutsak, tarihi bir millet oluruz…”
Ben
sordum bu soruyu… O da bana durup dururken anlatmadı bunu. “Tarihsel bir millet olurduk, yani bin yıllık hanedanımız var derdik.
Ama olmadı” dedi yani… Ve bunu bu şekilde anlattı rahmetli…
Gayet
doğal ya!
Şimdi
şu yapılabilir; “Ya saltanat bir şekilde,
hanedan devam etsin…” Tartış bunu ama bunu duygu durumuna getirip dini bir
meseleymiş gibi, ya da ne bileyim ben, ideolojik bir meseleymiş gibi tartışmaya
gerek yok. Bunlar tarihsel hadiseler… Diller değişir… Türkler kaç tane alfabe
kullandı? Kaç tane kültür havzası değiştirdi? Medeniyet havzası değiştirdi?
Ama
tekrar ediyorum… Bu meseleleri ben de tartışsam, ben de burada bir fikir
serdetsem, bunun çözümü yok! Niye? Çünkü kimsenin bu meseleyi çözmek gibi bir
niyeti yok! Bunlar, Türkiye’de iktidar alanı oluşturmak için kullanılan
malzemeler…
Cumhuriyet…
İstiklal Harbi… Devrimler… Abdülhamid meselesi… Yani İkinci Mahmud’a kadar
gidiyor bu… İkinci Mahmud’dan itibaren ki meselelerimizi biz Türkiye’de iktidar
alanları oluşturmak için kullanıyoruz... Kavga aracıdır bunlar! Belirli, sembolik çatışmaların araçlarıdır,
gereçleridir, enstrümanlarıdır. Buradan bir yere varamayız. Ne ben varabilirim,
ne rahmetli Teoman Hoca varabilir, ne Mehmet Genç Hoca varabilir, ne Attila
İlhan varabilir, ne de bunu kayıtsız şartsız savunanlar varabilir.
Çünkü
bunların meselesi... Buradaki mesele bir şey çözmek, ya bir yanlış olduğu, ya
da doğru olduğu… Şunu şu şekilde değil! Çatışma alanları oluşturmak, semboller
üzerinden kimlik çatışmasına dönüştürmek… Mesele bu yani!
Onun
için ben bu konuda doğruyu söylesem, çıksam da çok güvendiğimiz birine bir
vazife versek… Desek ki; “Sen bu konuda
tarafsızsın. Senin nihai kararlarına uyacağız…”
Ben
Kanada’da iken böyle bir tartışma olmuştu… Taylor… Charles Taylor… Meşhur bir filozofu
görevlendirdiler… Dediler ki; “Senin
kanaatini uygulayacağız.” Başörtüsü konusundaydı zannediyorum… Rapor verdi
ve herkes uyguladı. Kimse itiraz etmedi. Çünkü büyük bir filozof, düşünür diye…
Biz,
böyle bir adam bulsak Türkiye’de… Hiç kimse itibar etmez! Kendi lehine ise
itibar eder!
Bir de… Geçmiş bir hikâye artık… Bunda
doğru muydu, yanlış mıydı konuşulabilir…
Hiçbir
konuyu görüşemiyor, tartışamıyoruz canım… Yani Yunus Emre üzerinde bile
insanlar anlaşamıyorlar ki… Çünkü herkes kendi kimliğinin kavgası peşinde… Seni
dinlerken bile o kimliği besleyecek bilgiyi alıyor… Senin ne demek istediğine
kimse bakmıyor yani. Nedir? Bir çiğlik ve olgunlaşmamışlık, akil baliğ
olmamaklık durumu bu! Baliğiz ama akil
değiliz yani.
Zannediyorum onu görerek
söylediniz, Hacıbektaş üzerinden yakın zamanlarda… “Şuracı mıydı, buracı mıydı?” diye… “Ne söylüyordu?” sorusunun cevabı ıskalanarak…
Ya
şimdi Yunus Emre’nin bir şiirini alıyor adam, oradan bir yere gidiyor. Öbür
şiirini alıp oradan başka bir yere gidiyor. Yani Yunus Emre’yi anlayalım, kendi
bağlamına oturtalım… Farklı düşünen… Katmanlı da düşünebilir bu adam ya! Tek
bir görüşü de olmayabilir. Çağın yaşına göre değişmiştir… Bu değil mesele… “Ben Yunus Emre’yi kendi pozisyonumu
güçlendirmek için nasıl istihdam edebilirim?”
Diyelim
ki, Şah İsmail-Yavuz kavgasını… Ya ikisi de benim tarihim… Yani, Şah İsmail de, Yavuz da benim tarihim.
Bu şekilde bakıp bunu bir bilgi konusuna dönüştürmüyoruz ki! Duygu konusundan
gidiyoruz. Duygular kavga… Duygular parçalanmaz, duygular rasyonalize edilmez.
Duygu, üzerine analitik, sentetik muamele yapılabilecek bir şey değil ki!
“Ben âşık oldum falancaya… Gel bunu
teorik olarak tartışalım.”
Mümkün
mü bu? Duygu durumundan kurtarılmadığı müddetçe kavga edersin. Yakın tarihimiz
de duygu durumu şu anda… Her kesim için… Kavga edip duruyoruz.
Kavga
etmemek için biraz zaman lazım gibime geliyor. Yanlışı yanlış olarak, doğruyu
doğru olarak kabul etmek ve bunun üzerinden gitmeye kimse hazır değil yani…
Kimse boşuna yalan söylemesin.
Duygu durumu…
Hatırlarsan,
şunu demiştik… Çok özür dilerim, sözünü kesiyorum. Yani, herkesin aslında zihninde, arkada kalmış
bir şema var da, kimse sahnede bunu söylemiyor dürüst bir şekilde…
Yani
inanmayan adam, gidip dua yapıyor… Kimse kusura bakmasın. Ben buna
inanmıyorum. Ya da inanmayan adam gidip
Anıtkabir’de saygı duruşunda bulunuyor. Ya, bunları çözmek lazım…
İnsanları
bir şeye icbar etmemek lazım… Ahlaki değil ya! İnsanları hasta ediyoruz.
İnsanların kendi kimliklerini sahnede temsil etme imkânı ve toplumun ortak
kabullerine uygun olarak yapmasının şartlarını bizim belirlememiz lazım. Herkes
kendisini dayatınca…
Yani
bak, bu ülkede Ramazan’da “Ramazan
Bayramı” da denirdi, “Şeker Bayramı”
da, “Şükür Bayramı” da… Ama biri
kalkıp dedi ki; “Ramazan yasak, şükür de
zaten yasak, Şeker Bayramı diyeceksin…” Sen böyle yapınca, diğeri de
pozisyon aldı. Dedi ki; “Şeker Bayramı”
demem ben kardeşim!”
Bu
ülkede “Tanrı” da deniyordu, “Allah” da deniyordu, “Huda” de deniyordu, “Çalab” de deniyordu… Ama biri çıkıp dedi ki; “Kardeşim, ‘Tanrı’ diyeceksiniz!” Millet şimdi “Tanrı”ya gıcık… “Niye
‘Tanrı’ diyorsun?” diyor…
Şimdi,
bunu oluşturan koşullar giderilmediği müddetçe, o insanların psikolojisini
anlamak lazım. Ben, saygı duyuyorum, kızmıyorum yani… Ben hepsini kullanıyorum,
ayrı bir konu…
Şimdi
anlatabiliyor muyum? Biz, insanların kendilerini ifade etme imkânını kısıtlarsak,
orada hastalıklar ortaya çıkar. Herkes birbirini örtmeye başlar. Sahnede başka,
mutfakta başka konuşur… Mikrofon açıkken başka… Bu, bir süre sonra hastalık,
riyakârlık… Oyun oynamaya… Sahne oyunu oynanıyor pek çok konuda canım! Açık
açık söylemiyor insanlar da…
Bir hastalık doğuruyor…
Hastalık
doğuruyor tabii…
Derin bir ikiyüzlülüğü sürekli
üretiyoruz…
Ne
ikiyüzlülüğü? Beş yüzlü, on yüzlü olan var ya! Hangi yüzüyle hitap edeceğini
bilmiyoruz…
Hocam, sonuçlardan hareketle bu
tarafa dönersek hocam… Duygu durumu biraz naifleştiriyor gibi geldi bana…
Şöyle… Meseleye anlamak…
Bu
duygu durumunu ben masumdur demiyorum canım…
Duygu durumu olarak ele alıp iktidar alanı oluşturmak için sembolik
çatışmaların aracı olarak kullanıyoruz…
Evet… Sonuçtan geriye doğru dönersek bir şey net
anlaşılıyor değil mi hocam? Ayrıca niyet tartışmasına gerek kalmaksızın…
Meselelere böyle yaklaşan, bir başka ajandanın peşinde, ekmeğinin peşindedir…
Teoman
Bey’in böyle bir derdi yok! Teoman Bey,
böyle düşündüğü için, öncülleri var ve bir çıkarımda bulunmuş. Sen o öncülleri
tartış, sonucu değil!
Evet…
De
ki, “Hoca’nın bir dil anlayışı var…” Ya,
adam 16 dil bilen bir adam kardeşim! 100
dile aşina! Şimdi konuşmayayım ben yani! Hoca 6 dilden şey alırdı… Hiç
unutmuyorum yine, hatıramdır… İspanyolca’ya girdi Hoca… KPDS (Şimdiki YDS)
sınavına… Hoca, 6 dilden A alırdı… En son İspanyolca’ya girmişti…
Geldiğinde
sordum Hoca’ya; “Hocam, nasıl geçti imtihanınız?”
Dedi
ki; “Çok zordu ya!”
Dedim
ki; “Hangi sorular?”
“Türkçe’den İspanyolca’ya, İspanyolca’dan
Türkçe’ye sorulan sorular çok zordu.”
Dedim;
“Hocam, yabancı dilde en kolay şey odur…”
“Ama” dedi, “Ben,
İspanyolcayı Türkçeden öğrenmedim ki!”
Bu
kadar dil bilen adam, bu kadar dilbilim üzerine çalışmış bir insan, bir çıkarım
yapmış… Buradan hareketle demiş ki; “Alfabenin
değişikliği, dilde sadeleştirme şöyle bir şeydir.” Sen onun öncüllerini
tartış bakayım, Hoca’nın… Hadi! Yiyorsa tartış!
Ha!
Öncüllerden sen de geldin, yanlışla Hoca’yı! Sadece Teoman Bey için
söylemiyorum. Savunan için de aynı! Biri bir şeyi savunuyorsa, öncüllerine bir
bak! Belki doğru söylüyordur ya! Yani, hemen oraya pozisyon alıp, kendi iktidar
alanına göre davranmak, kendi inanç anlam-değer dünyana göre davranmanın şeyi
yok ki! Çözemezsin ki! Horoz dövüşüne dönüyor bu iş!
Kusura
bakmasın ben bu horoz dövüşüne taraftar değilim. Hocamdan bunu öğrendim. Girmem
de! Çünkü şimdi bazen diyorlar ki; “Niye
eleştirmiyorsun?” Kimse eleştirinin peşinde değil. Eleştiri, ağacı budamaya
benzer. Ağaç daha gür çıksın diye. Daha gür… Bizde “eleştirme”, kökünü kesmekle karıştırılıyor.
Eleştirme
nedir? Tenkit… Nakt etmek… Bir şeyi
daha iyi, daha doğru, daha güzel yapma imkânıdır. Bizde eleştiri, horoz dövüşü
olacak da insanlar seyredecek. Yani ben sana bir tokat atacağım, sen bana bir
şey… Nasıl ona giydirdi? Millet aslında kan görmek istiyor. Bana, “Niye bu konuda fikrin yok hocam? Niye
eleştirmiyorsun?” diyenlerin derdi eleştiri, daha iyi, daha doğru, daha
güzel değil! Kan görmek istiyor, seyredecek… Ben buna, kimseye fırsat vermem.
Kimse kusura bakmasın yani…
Bir
de millete, devlete, topluma zarar verecek, zamansız çıkışlar, zamansız
doğruları da söylemek doğru değil. Zamanı değil ki bazı şeylerin! Yani defnetmişsin insanı… İnsanların acısı
taze… Sen… Doğru bile olsa, yanlış o! Doğru bile olsa, yanlış! Bağlam diye bir
şey var! Edep diye bir şey var ya! Bir şey kanunen doğru diye… Edebe
aykırı/mugayir olabilir… Ahlaka mugayir olabilir canım…
Ama işte hocam, o şey… Mevzi…
İdeolojik kamp… Köşe kapma tutkusu… Bu şeyi, değeri, inancı, ahlakı, edebi…
Hiçbir değer tanımayacak şekilde ortada…
İdrak
eksikliği problemi varsa… Dedim ya? Eğer sizin inanç ilkeleriniz, idrakle
irtibatlandırılmıyorsa, o makas kapatılmıyorsa, siz katılaştırıyorsunuz onu…
Normatif doktriner bir şeye dönüştürüyorsunuz ve karşı tarafa zulmediyorsunuz…
Bu sadece dinle alakalı değil. Türkiye’de ideolojik zulmü çok gördük biz canım!
Ben, bunları anlatmayı sevmem… Ben, bunları bizzat, bireysel olarak yaşamış
biriyim yani… Kimse böyle boşuna çıkıp bana insan hakları-minsan hakları
edebiyatı yapmasın! Zamanında bazı hocalarımızın neler yaptığını ben çok iyi
biliyorum yani! Ama dediğim gibi ben bunları konuşmayı seven biri değilim.
Böyle söyleyince, merak uyanıyor…
Merak
iyidir!
Toplamda hocam şey herhalde… Bu,
ikinci bölümde de kalacak olan, sizin de az önce iade ettiğiniz Hoca’nın
hayatından alıp da masanın üzerin koyduğu “kabul
ettiğin şeyi bilerek kabul et…”
Reddettiğin
şeyi de bilerek reddet. İdrakin işin içinde olsun! İdraki tatile gönderdiğinde,
aklı tatile gönderiyorsun! Ne diyorduk hâlbuki? “Üç şeyde tatil caiz değil bizim geleneğimizde: Akılda, ilimde,
ibadette…” Biz, bunları tatile göndereli çok oldu canım!
Bak,
ilimde… Neydi ilim? İbadet’ül akl… İlim, ibadet ve akıl… Üçü de aynı cümlededir.
İlimde tatil olmaz, ibadette tatil olmaz, akılda tatil olmaz. El ilm hüve ibadet’ül akl… Oradaki “hüve” de “-dır” anlamındadır. Onu da söyleyeyim.
Eyvallah… Bu, Türkiye’nin girişine
asılması gereken cümlelerden biri… İmkân olsa da hocam, hakikaten…
Ya,
dediğim gibi bu biraz zor. Çünkü iktidar alanları için kavga eden insanlar, her
şeyi suiistimal ederler, manipüle ederler… Enstrüman olarak kullanırlar…
Entellektüel uğraşılarda bizim bundan uzak durmamız lazım. Yani, Hoca’nın bir
özelliği de günceli çok iyi takip edip hiçbir zaman onun piyonu olmamaktır.
Ederdi değil mi?
Çok
iyi takip ederdi. Zaten dil problemi de olmadığı için Hoca’da… Her şeyi takip
ederdi, Hatta istihbarat örgütlerinin yayınlarını bile okurdu Hoca. Dünyada ne
olup bittiğini takip etmek için… Bu Küresel
Medeniyet kitabı bunun en güzel göstergesidir. Hoca, orada içinde
yaşadığımız sistemi yapısal bir analize tabi tutuyor. Bakın, katılırsınız,
katılmazsınız başka bir şey. Büyük bir emek var orada. Ben buna şahidim…
Ben
kitap takip eden biriyim, biliyorsun. Hoca’ya devamlı kitap getirirdim…
Hoca’yla birlikte giderdik. Bizim, Hanifi Kayan, Allah selamet versin, ona
kitap yaptırırdık. Kubbealtı Fotokopi… Hoca’yla bizim ortak kurumumuzdu o.
Hoca, bir gün bana dedi ki; “İhsan, artık
kitap getirme.” Hoca ile benim aramdaki yaş farkına dikkat et. “Niye hocam?” dedim. “Ya” dedi, “maaş kalmadı bizde… Sıkıntı yaşayacağız artık...” Anlatabiliyor
muyum? (Gülüyor…)
Yani
Hoca, devamlı o çağrışım usulüyle düşünen bir insan değil ki… O konuyla alakalı
verileri, bir şekilde getirtiyor… Hani bir söyleşisinde diyor ya, eskiden veri
yoktu… Kitap, makale getiremiyorduk. Şimdi de veri çokluğundan bir şey
üretemiyoruz. Şunu oku, bunu oku… Çünkü orada dururken bir şey yazamıyorsun.
Eyvallah… Hocam, vaktin bittiğini
söylüyorlar…
Nasıl
vakit bitti? Biz daha Türk düşüncesine girecektik Teoman Hoca etrafında!
Daha gelemedik hocam… Nihayete
geldi. Önümüzdeki programda inşallah.
Şöyle
bir şey yapabiliriz bence… Teoman Duralı’yı anlatmak değil de, Teoman Duralı
etrafında bu çağdaş Türk düşüncesini nasıl ele alabiliriz meselesini bir
tartışalım bence… O zaman hocam, önümüzdeki hafta da vaatte de bulunmuş olalım.
Teoman Duralı’dan hareketle bunu tartışalım… Yani bu çağdaş Türk düşüncesi
nerede başlıyor, hangi problem alanları var? Buna bir girelim derim ben…
Hoca’yı bir yere oturmak adına…
Eyvallah, demin söylediğiniz şeyin
altını çizmem lazım… “Yeter kitap getirme!” Teoman Hoca ayarında birinin kitap
almada bir sıkıntıya girdiği bir…
Yok,
Hoca zengin bir insan değildi ki…
Tablo acıtıcı…
Hoca,
memurdu… Devletten aldığı maaştı canım Hoca’nın… Şimdi bu, benim için de
söylendi bir ara… Yani, Karadeniz… Trabzonlu zengin bir aile falan… Öyle bir
şey yok. İşçi ailesi çocuğuyuz. Hoca için de böyle bir kanaat var. Doğru değil.
Hoca, maaşıyla yaşardı. O açıdan öyle bir şey yok yani. Tabii, ben Hoca’nın o
tarafını çok iyi bilirim. Çünkü beraber çok kitap çektik Hoca’yla… (Gülüyor…)
Acısını çektik…
Allah
çektirmesin… Allah makamını cennet etsin…
Âmin!
Rahmetiyle
muamele etsin. Geride kalan ailesine, öğrencilerine, dostlarına sabır versin.
Eyvallah.
Hoca
ile Cumartesi günü görüşünce… Hoca’nın sağlığı için okunan hatme katılanların
çokluğu bile Hoca’nın gerçekten sadaka-i cariyesinin ne kadar açık olduğunu
gösteriyor… Allah makamını Cennet eylesin.
Âmin. Eyvallah… Hocam biraz tabii
şey… Buraları aslında konuşmamız gereken yer… Dokunuyor bana da… (Yutkunuyor…)
Hislendiğini
hissettim…
Soruların Peşinde’de bu hafta
kıymetli hocamız, Hocaların Hocası Teoman Duralı’yı konuşmaya çalıştık.
Önümüzdeki hafta yine cumartesi az önce bahsettiğimiz, Türk düşüncesinde Teoman
Hoca’nın yeri, çabası, oradan itibaren konuşacağız diyelim… Eyvallah hocam…
İyi
günler diliyorum efendim.
Hayırlı günler…
*
Soruların
Peşinde programını her cumartesi günü 22.00’da TVNET’de… Takip etmenizi
öneririm. Söyleşi notlarının yararlı olmasını dilerim. (Muhammet Negiz)
[1] Fıkrayı
bilmeyenler için Bkz:
Hoca'ya sormuşlar:
- "Saz
çalmayı bilir misin?"
- "Bilirim"
demiş.
- "Buyur,
çal bakalım" diyerek eline bir saz tutuşturmuşlar. Hoca mızrabı almış,
perdelere basmadan tellere vurmağa, tuhaf sesler çıkarmağa başlamış.
- "Saz
böyle mi çalınır a Hoca?" demişler, "parmaklar perdeler üzerinde gezdirilir, mızrap tellere vuruldukça da
sazdan makamlara göre ses çıkar."
- "
Perdeleri bulamayanlar öyle çalar" demiş Hoca; "Ben sazı elime alır almaz perdeyi buldum! Ne diye boşuna
gezineyim." Kaynak: https://www.facebook.com/nasrettinhocavetemelfikralari,
(M.N.)
[2] Panteon(Pantheon/Πάνθεον):
“tüm tanrıların tapınağı" anlamına gelmektedir. (M.N.)
[3] Derrida,
Jacques. “İstanbul Mektubu”. çev. Elis Simson, Cogito 47-48, (2006): 17-37.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder